MODERNİZM ÜZERİNE BİR DENEME 

İyi sinema ayrı şeydir, Modern sinema ayrı şey..

Bazen bu iki nitelik aynı yapıtta birlikte var olur. Bu bir dahilik oyunudur.
Ama sinemanın görsel bir sanat olduğunu unutmayın olur mu?
Bu görselliğin plastik sanatlardan aldığı çok şey vardır. Karel Reisz John Fowles’ı sinemaya aktarırken tehlikeli bir şey yapıyordu. Ama o tehlikenin içine korkusuzca ve duraksamadan girdi ve bir “biçim rüzgârı” yakaladı. O rüzgârın ruhlarda yarattığı fırtına, aslında yönetmenin zekice bir ustalığıyla bir çağ bilincine ulaştı. Reisz, yeni sanatın açtığı yolda yürürken, film içinde film yaratarak bir öncü eyleme imza attı ve üst bir dil içeren romanı sinemada daha güçlü ve yenilikçi bir dille yansıttı. Sinema tarihinin en ilginç yapıtlarından biri olan Fransız Teğmenin Kadını böyle yaratıldı. Ve de yeni yüzyılın içinde yaşamadığı halde bu dönemi önceden görebildi yönetmen (fütürizm).
Biz anıtsal sinema yapıtlarıyla yenilikçi değer içeren örnekleri aynı ölçütlerle değerlendiriyoruz. Oysa çağa tanıklık etmek, özellikle ‘bu teknolojik atakları zorlukla karşıladığımız’ dönemde artık sanatın kaçınamayacağı bir şey.
Örnekse, Coppola’nın The Godfather’ı ya da Alan Pakula’nın Sophie Choice’i, Claude Sautet’nin “Un Coeur en Hiver”ı  çok yetkin birer örnektir sinema tarihi için. Mucize sinemalardır. Ancak, onlar derinlikli düz hikâyelerdir ve bulundukları dönemin iyileridir. Oysa, teknoloji çağı bizden başka şeyler talep ediyor. Yani çağın travmalarına tanık bir dil. Bu ise bir zorunluluk. Yani dünyada/evrende olanlar sanatsal biçimlemeyi etkiler. Yeni çağ felsefesi de bu değişimlerden doğar.
Resnais yenidir. Altmış yıl önce de yeniydi, çünkü bu çağı önceden gördü. Kendisini modern görmeyen Tarkovski ise -tuhaftır- alabildiğine yeniydi. Onlar gelecekçi bir dil kullanarak modern sinemanın yolunu açtılar. Elbette Kurosawa da. İtalyan Taviani Kardeşler, “Kaos” gibi sinema tarihinin en büyük yapıtlarından birini yansıttılar. Bu işlevi üstlenirken, bugün de ilgi çekici çağdaş örneklere imza atıyorlar. Muhteşem Boccacio gibi yeni sayılabilecek bir film bu duruma ilgi çekici örnek teşkil ediyor.
Sanırım Rönesansla devrimsel bir atılım yapan sanat, o tarihleri bir milat olarak tarihe kaydetme görevini de üstlendi. Aslında manifesto anlamında empresyonizmden çok Andre Breton’un öne sürdükleri önemliydi.
Oysa hiçbir bildirgesi olmayan zorunlu bir atılımın da ‘yeni sanat’ başlığı altında bir değişime imza atması bir anlamda trajiktir. Çünkü bu değişim, teknolojinin insan ruhlarını zapt etmesinden doğmuştur. Bu yüzden Leos Carax’ı, Paolo Taviani’yi, yine Resnais’yi ve de Almodovar’ı bugün çağdaş olarak anıyorsak, bunu teknoloji sanat paralelliğine borçluyuz.
Bu paralellik gerekli mi sorusu canalıcı bir sorudur. Yeni buluşlar her ne kadar sanatsal tekniğe katkıda bulunmuş da olsalar, ani irkilişlerle darmadağın olan insan ruhu bizden kendi yaralı bilincine tanıklık talep eder.
Bu yaralı bilinci yaratan şey, ne yazık ki modernizmin kaba görüntüsü. Bu görüntü, ne yazık ki sanatsal görünüme katkıda bulunmuyor. Ancak “her gerçekliğin kendi karşıtıyla birlikte algılanması” ilkesine bağlı olarak her yaratılan yeni yapıt, kendisini bu tuhaf çağa tepki olarak var edebiliyor. Modernizmin görüntüsel anlamı da böyle gerçekleşiyor.
Plastik anlamda, teatral anlamda, fonetik ya da sinemasal anlamda yaratılan her yeni yapıt ise bu çağın felsefesini arkasına alarak, tepkisini üst bir dil olarak ifade edebiliyor.
Yeni çağımızın sanatı da dönüşsüz olarak bu yolda ilerliyor. Elbette ki, “dünya yıkılıp da yeniden yapılanma sürecine girecek” dediğimiz bilinmez mevsimlerle yeni bir insanlık tanışıncaya kadar.
Devinim hep ileriye gitmiyor, iniş çıkışlarla var ediyor kendini.

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.