İki hafta kadar önce vizyona giren 28 Yıl Sonra (28 Years Later), son çeyrek yüzyılın en dikkat çeken zombi filmlerinden biri olan 28 Gün Sonra’nın (28 Days Later, 2002) ikinci devam filmi ve ilk filmin yönetmeni Danny Boyle ile senaristi Alex Garland’ın yönetmen ve senarist olarak imzalarını taşıyan ilk devam filmi. 28 Gün Sonra, zombilerin yarattığı dehşetten ziyade zombi salgını dolayısıyla bildiğimiz anlamda uygarlığın çökmek üzere olduğu koşullarda sivillerin kendilerini koruması beklenen silahlı kuvvetler karşısında nasıl her zamankinden daha aciz ve istismara açık olduğunu sergilemesi üzerinden dehşet verici ve ayrıksı bir filmdi. Örneğin filmin en belleklerde kalıcı sahnesi askerlerin kendilerine sığınan çaresiz siviller arasındaki küçücük bir kız çocuğunu bile cinsel açlıklarını doyuracak bir kurban olarak görerek onu yetişkin gibi giyinip makyaj yapmaya zorladıkları sahneydi. Dünya dağıtımı Hollywood stüdyolarından Fox tarafından yapılan bir Britanya yapımı olan 28 Gün Sonra mütevazi bütçesine oranla elde ettiği hasılat açısından o yılın en yüksek oranda kazançlı filmi olarak CNN’in ekonomi programına dahi konu olmuştu.
Senarist Garland esin kaynaklarının başında George A. Romero’nun zombi filmlerini saysa da yönetmen Boyle vizyona girdiği dönemde 28 Gün Sonra’nın bir zombi filmi olmadığını savunmuştu. 28 Gün Sonra’daki canavarların “yürüyen ölüler” -yani dirilerek mezarlarından kalkan cesetler- olmayıp kuduz benzeri bir virüs ile enfekte olunca bilinçlerini yitirerek aşırı saldırganlaşan insanlar olmalarından hareketle bu önerme tümüyle dayanaksız değil ama zombi nosyonu zaten Batı popüler kültürüne girdiği yüz yıl boyunca evrilmiş, dönüşmüş bir nosyon.
Vampir imgesinin kökeninin aslen Doğu Avrupa’ya özgü bir halk inanışı olması gibi zombi de aslında Karayipler yöresinin folklorunun bir parçası ve bu otantik bağlamında vudu ayinleriyle mezarlarından kaldırılarak canlandırıldığına inanılan ölüler için kullanılan bir tabir. Bir seyyahın Karayipler’deki gezi anılarına dair çok satan bir kitap üzerinden Batı kamuoyunun tanıştığı zombiler çok geçmeden sinemada peydah olmaya başlamışlar ve bu mecradaki ilk örnekler uzunca bir dönem boyunca vudu bağlantılı folklorik kökenine sadık kalmış. Sinema tarihinin ilk zombi filmi olan White Zombie’de (1932) Bela Lugosi, Karayipler’de zombileri köle niyetine çalıştıran bir toprak sahibini canlandırıyordu. Klasik dönem siyah-beyaz korku filmlerinin başyapıtlarından I Walked With A Zombie’nin (1944) konusu da yine Karayipler’de geçiyordu. On yıllar sonra gelen Hammer stüdyosu yapımı Plague of the Zombies (1965) ise, olay mekanını Britanya’ya aktarmakla birlikte White Zombie’nin izinden giderek zombilerin madenlerde köle olarak çalıştırılmasını konu ediyordu. Bu örneklerden anlaşılacağı üzere zombi filmleri başlangıcından bu yana örneğin vampir sinemasında olduğu gibi bastırılmış cinsel güdülerin metaforu olarak değil sınıfsal çelişkiler, sömürü ilişkileri vb. bağlantılı anlatılar içinde işlev görüyorlar.
Zombi anlatılarının Karayipler ve vudu ile göbek bağı Romero’nun düşük bütçeli bağımsız yapımı Night of the Living Dead (1968) ile kesilecekti (aynen Boyle gibi Romero da ilk başlarda filmini bir zombi filmi olarak nitelememişti!). Romero Night of the Living Dead’te “yaşayan ölülerin” ortaya çıkışını nükleer bir kazaya bağlayarak modern bir bağlama oturtmuş ve Amerika’nın geniş bir yöresinde ölülerin dirilerek mezarlarından kalkmalarını yansıtarak ‘zombi salgını’ motifinin ilk örneğini vermişti. Bir hayli dikkat ve beğeni çekmesine karşın düşük bütçesi dolayısıyla siyah-beyaz bir film olarak fazla sıra dışı olan Night of the Living Dead taklitlerinin çekilmesine vesile olmayacak, onun yerine Romero’nun yıllar sonra İtalyan sinemacı Dario Argento’nun yapımcı olarak destek olması sayesinde çekebildiği ilk devam filmi Dawn of the Dead (1979) benzer zombi filmleri için tetikleyici olacaktı. Zombi salgını sebebiyle uygarlığın çökmüş olduğu bir dünyada hayatta kalan bir grup insanın zombi sürülerinin de içeri girmeye çalıştığı bir alışveriş merkezine sığınarak yaşamda kalmaya çalışmalarını öyküleyen Dawn of the Dead fantastik sinema içinde kayda değer bir tüketim toplumu taşlaması olarak kabul edilir. Tom Savini’nin kan-revan efektlerinin ve Argento’nun favori grubu Goblin’in müziklerinin de katkısıyla tüm dünyada büyük ilgi gören Dawn of the Dead’in ticari başarısının rüzgarından faydalanmak amacıyla 1980’lerde birbiri ardına zombi filmleri çekilecek, dünya sinemasında adeta bir zombi furyası yaşanacaktı (Cüneyt Arkın’ın yazıp yönettiği ve başrolde oynadığı bir ninja filmi olan Ölüm Savaşçısı’nın [1984] bir sahnesinde zombilerin peydah olması da bu furyanın Yeşilçam’daki dolaylı yansımasıdır).
Romero zombi janrını folklorik (“egzotik”), doğaüstü bağlamından alıp nükleer bir kaza ya da nükleer bir savaş veya benzer bir küresel felaket sonucu uygarlığın çöküşünü betimleyen modern “kıyamet sonrası” janrına transfer etmişti. Arada Wes Craven’ın Karayipler’de çektiği vudu filmi Yılan ve Gökkuşağı (The Serpent and the Rainbow, 1988) gibi tek tük istisnalar olmakla birlikte 28 Gün Sonra dahil son elli küsur yılın zombi filmleri genelde Romero’nun açtığı yoldan gitmişlerdir.
28 Yıl Sonra’nın konusu Britanya’nın dünyanın geri kalanı tarafından mutlak bir karantinaya alındığı ve bu coğrafyada enfekte olmadan hayatta kalabilmiş insanlarının kaderlerine terkedildiği bir gelecekte geçiyor. Filmin baş karakteri meçhul bir hastalıktan mustarip olan annesiyle yakından ilgilenen Spike adında küçük bir erkek çocuk. Spike, ailesinin de yer aldığı topluluğun yaşadığı korunaklı bir adacığın ötesindeki ve “enfekte olmuşların” kol gezdiği uçsuz bucaksız yörede bir doktorun yaşıyor olabileceğini öğrenince annesini yanına alarak bu doktoru bulabilmek umuduyla yollara düşüyor. Filmde Spike, oğlunu “enfekte olmuşları” avlamak konusunda yetiştiren ve onun bu yöndeki başarılarıyla övünmek isteyen babasıyla zıt mizaçta bir karakter olarak betimlenmiş. Bu zıtlık, adam hasta karısını bir başka kadınla aldatırken çocuğun hasta annesi için tehlikeli bir yolculuğu göze almasından ibaret değil. İlk av seferinde Spike aslında pek üstün bir performans göstermese de (Spike ve babasının korunaklı adacıklarına gece karanlığında peşlerinde iri kıyım bir zombi olduğu halde soluk soluğa koşarak dönmeye çabaladıkları sahnenin hakkıyla takdir edilebilmesi için sinemada izlenmesi gereken bir film 28 Yıl Sonra) babası gerçeği tahrif ederek kasaba halkına farklı bir anlatım sunuyor. Avcılıkta attığını vurmak Spike’ın babasının gözünde bir erkek çocuk için en büyük meziyet. Burada söz konusu olan yalın bir çocukluktan yetişkinliğe geçiş ritüeli değil çocukluktan erkekliğe geçiş ritüeli. Oysa Spike annesiyle birlikte çıktığı yolculukta pozitif anlamda yetişkinliğe doğru yola çıkmış oluyor, annesinin hamile bir kadın zombiye doğum esnasında adeta refleks olarak yardım etmesine tanık olduğu yolculuğun sonunda bilge doktorla tanışarak daha da olgunlaşıyor.
Öte yandan filmin en sonunda yeni bir devam filmine kapı açmak için perdeye geldiği bariz olan ve eklenti gibi duran sahne filmin genel dokusuyla hiç uyuşmuyor, filmin anlatısının aslında bağlandığı noktada bıraktığı tadı bozuyor; bu sahnenin filmde muhakkak yer alması ticari kaygılar açısından bir zorunluluktuysa bile keşke kapanış jeneriği sonrasına bırakılmış olsaydı.
Bir Cevap Bırakın