Şule Gürbüz Edebiyatında Çöküntü, Sonsuzluk ve Anlam Arayışı
İnsanın kendisiyle kurduğu en büyük yalan, zamanın geçmekte olduğuna inanmaktır. Oysa zaman geçmez, insanın üzerine çöker. Şule Gürbüz’ün eserleri, bu çöküntünün dilini arayan, zamanın içindeki sızıyı dile çevirmeye çalışan metinlerdir. Onun anlatıları, yaşanmış bir hayattan çok, içten içe kırılmış, ancak hâlâ devinimini sürdüren bir bilinç parçasının tekinsiz monologları gibidir.
Her cümlesi bir iç çekiştir Şule Gürbüz’ün. Bir devrin değil, bir devrilmenin yazarıdır o. Kalemin ucu ruhun çatlağına değdiğinde, metin artık bir anlatı olmaktan çıkar; bir tanıklık, bir inilti, bir yakarış olur. “Kambur”, “Zamanın Farkında”, “Coşkuyla Ölmek”, “Cenaze Töreni”… Bu eserlerin her biri, kendi içine çökmüş bir insanın, kendi kendisiyle kıyametini yaşadığı bir zemindir. Karakter yoktur, olay yoktur, kahraman yoktur. Varlıkla yokluk arasındaki o eşikte, yalnızca bir iç ses vardır: Tanrı’yla konuşur gibi, ama Tanrı’nın sustuğu bir zamanda konuşurcasına…
Gürbüz’ün karakterleri yaşamaz, bekler. Anımsamaz, hatıranın altına gömülür. Konuşmaz, düşüncenin kendi kendine dönüp durduğu sonsuz bir mekânda sürüklenir. Her sözcük, varlığın daralan göğsünden kopup gelen bir soluk gibi yerleşir cümleye. Ve o cümle, sadece bir şey anlatmaz; bir şey olur. Gürbüz’ün dili, olayın değil halin dilidir. Özne artık dünyada değil, kendi bilincinin içinde kaybolmuştur.
Bu edebiyat, klasik anlamda ne birey anlatır ne de toplum. Şule Gürbüz’ün metinleri, birey-sonrası bir yorgunluk ontolojisinin izlerini taşır. Herkesin konuştuğu bir dünyada, onun karakterleri susmanın bile fazlasını yapar: Kendine gömülürler. Fakat bu gömülme bir kaçış değil, bir tür metafizik kalıştır. Modern insanın sözde aydınlanmasına, rasyonelliğine ve ivmelenmiş zamanına karşı, Gürbüz’ün edebiyatı bilinçli bir geri çekiliştir. Saat ustası olan yazarın zamanla kurduğu ilişki, sadece mesleki değil, aynı zamanda varoluşsaldır. Zaman onda işleyen değil, içte oyuk açan bir şeydir.
“Zamanın Farkında” adlı kitabı, başlığıyla bile, çağın unutulmuş bir hakikatini yüzümüze çarpar: Farkında olmak, katlanmaktır. Varlığının ağırlığını taşımak, farkındalıkla cehennemi kıvama getirmektir. Gürbüz’ün karakterleri işte bu cehennemi özümser; ne kurtulmak isterler, ne de direnirler. Çünkü direniş, hâlâ bir erek taşır. Onlar, ereksizliğin koynunda titreyen varlıklardır.
Bu yazı, Şule Gürbüz’ün eserlerini açıklamaya değil, onlarla birlikte susmaya çalışan bir çabadır. Çünkü Gürbüz’ün dili, açıklamayı değil “eşlik etmeyi” talep eder. Okur, onunla birlikte kendine iner, kendine inildikçe kelimelerin anlamı çözülür, sonra yeniden kurulur.
Bir cümleyle özetlenemez Gürbüz’ün edebiyatı. Çünkü onun her cümlesi, başka bir cümlenin yıkıntısı üzerine inşa edilmiştir. Şule Gürbüz, Türk edebiyatında bir tür mistik melankolinin, anlam yitimiyle barışmış bir derinliğin yazarıdır. O, modernizmin sunî ışıklarını kapatır ve okuru kendi iç karanlığına alıştırır. Belki de edebiyat dediğimiz şey, tam da budur: Karanlığa alışmaktır.
İnsanın kendisiyle kurduğu en büyük yalan, zamanın geçmekte olduğuna inanmaktır. Oysa zaman geçmez, insanın üzerine çöker. Şule Gürbüz’ün eserleri, bu çöküntünün dilini arayan, zamanın içindeki sızıyı dile çevirmeye çalışan metinlerdir. Onun anlatıları, yaşanmış bir hayattan çok, içten içe kırılmış, ancak hâlâ devinimini sürdüren bir bilinç parçasının tekinsiz monologları gibidir.
Her cümlesi bir iç çekiştir Şule Gürbüz’ün. Bir devrin değil, bir devrilmenin yazarıdır o. Kalemin ucu ruhun çatlağına değdiğinde, metin artık bir anlatı olmaktan çıkar; bir tanıklık, bir inilti, bir yakarış olur. “Kambur”, “Zamanın Farkında”, “Coşkuyla Ölmek”, “Cenaze Töreni”… Bu eserlerin her biri, kendi içine çökmüş bir insanın, kendi kendisiyle kıyametini yaşadığı bir zemindir. Karakter yoktur, olay yoktur, kahraman yoktur. Varlıkla yokluk arasındaki o eşikte, yalnızca bir iç ses vardır: Tanrı’yla konuşur gibi, ama Tanrı’nın sustuğu bir zamanda konuşurcasına…
Gürbüz’ün karakterleri yaşamaz, bekler. Anımsamaz, hatıranın altına gömülür. Konuşmaz, düşüncenin kendi kendine dönüp durduğu sonsuz bir mekânda sürüklenir. Her sözcük, varlığın daralan göğsünden kopup gelen bir soluk gibi yerleşir cümleye. Ve o cümle, sadece bir şey anlatmaz; bir şey olur. Gürbüz’ün dili, olayın değil halin dilidir. Özne artık dünyada değil, kendi bilincinin içinde kaybolmuştur.
Bu edebiyat, klasik anlamda ne birey anlatır ne de toplum. Şule Gürbüz’ün metinleri, birey-sonrası bir yorgunluk ontolojisinin izlerini taşır. Herkesin konuştuğu bir dünyada, onun karakterleri susmanın bile fazlasını yapar: Kendine gömülürler. Fakat bu gömülme bir kaçış değil, bir tür metafizik kalıştır. Modern insanın sözde aydınlanmasına, rasyonelliğine ve ivmelenmiş zamanına karşı, Gürbüz’ün edebiyatı bilinçli bir geri çekiliştir. Saat ustası olan yazarın zamanla kurduğu ilişki, sadece mesleki değil, aynı zamanda varoluşsaldır. Zaman onda işleyen değil, içte oyuk açan bir şeydir.
“Zamanın Farkında” adlı kitabı, başlığıyla bile, çağın unutulmuş bir hakikatini yüzümüze çarpar: Farkında olmak, katlanmaktır. Varlığının ağırlığını taşımak, farkındalıkla cehennemi kıvama getirmektir. Gürbüz’ün karakterleri işte bu cehennemi özümser; ne kurtulmak isterler, ne de direnirler. Çünkü direniş, hâlâ bir erek taşır. Onlar, ereksizliğin koynunda titreyen varlıklardır.
Bu yazı, Şule Gürbüz’ün eserlerini açıklamaya değil, onlarla birlikte susmaya çalışan bir çabadır. Çünkü Gürbüz’ün dili, açıklamayı değil “eşlik etmeyi” talep eder. Okur, onunla birlikte kendine iner, kendine inildikçe kelimelerin anlamı çözülür, sonra yeniden kurulur.
Bir cümleyle özetlenemez Gürbüz’ün edebiyatı. Çünkü onun her cümlesi, başka bir cümlenin yıkıntısı üzerine inşa edilmiştir. Şule Gürbüz, Türk edebiyatında bir tür mistik melankolinin, anlam yitimiyle barışmış bir derinliğin yazarıdır. O, modernizmin sunî ışıklarını kapatır ve okuru kendi iç karanlığına alıştırır. Belki de edebiyat dediğimiz şey, tam da budur: Karanlığa alışmaktır.
Bir Cevap Bırakın