Okurları yokluk, hiçlik, güç, dostluk, yalnızlık gibi var oluşun düşünce sarmalına sürükleyen, sürüklerken okurları derin sorgulama ve yüzleşmeyle bir başına bırakan Aysu Altunay ile İnkılap Yayınevinden çıkan son kitabı Aristo’nun Rüyası’nı konuştuk.
Aristo’nun varoluşsal krizini çöp tenekesi ile çatışması üzerinden anlatıyorsunuz. Çöp tenekesi metaforu üzerinden anlatmanızın sebebi nedir?
Evet, çöp tenekesini seçmemin sebepleri var. Çöp yalnızca bir atık görevi görmüyor. Çöp bir hafızadır. Geçmişi, anı ve geleceği bir araya getiren belleği taşıyor içinde. Artık yitirilmiş hale gelen de, bir zamanlar vazgeçilmez olan da, sevgiden nefrete uzanan o öfke halleri de, unutulması gereken de, acı veren de orada toplanıyor. Hatta bir kuşaktan diğerine taşınan eşyalar, ulaştığı kuşakta artık bir anlam dolayısıyla taşıyıcı bir bağlam oluşturmuyorsa, bir anlamda orada kendine bir değer bulamıyorsa çöpe gidebiliyor. Bu anlamda birey bir anlamda geçmişten de bir şeyler bırakıyor oraya. Geçmişe ya da anlara dair bellekten koparılan parçalar bir araya geliyor. Varlık ve yokluk iç içe geçiyor. Çöp bir noktada bizi bize anlatıyor. Neyi, ne şekilde yokluğa sürüklediğimizi, hafızayı hiçleştirme çabamızı, duygularımızı ve hafızamızı görüyoruz orada. Aristo, çöp tenekesiyle konuşurken bir anlamda kendine ve dünyaya bakıyor.
“Unutulan her şey yeniden hatırlanana dek hiçliği oynar” cümlesi kitabınızın merkezinde yer alan güçlü bir motif. Bu ifade ile tam olarak neyi anlatmak istediniz?
Aristo’nun Rüyası’nı okuyanlar için bu cümle farklı çağrışımlar yaratabilir elbette. Ben biraz unutmak, hatırlamak ve hiçlik üzerine farklı açıdan değinmek isterim. Kimi zaman unutmak ve hatırlamak mükâfattır. Kimi zaman da bir yük. Arzu edilenin bellek denilen o mucizevi sahneye çıkması birey için yaşamın daha da kavranması, izlerin sürülmesi anlamına gelebilir. Keza acı veren bir durumun unutmaya bırakılması da hayata tutunma sebebi olabilir. Unutmak ve hatırlamak diyalektiğindeki gerilimde hiçlik önemli bir rol oynuyor. Bireyin ve toplumun iktidarı gerektiği yerde unutmayı ve bitimsiz bir şekilde hatırlatmayı kendisine araç olarak kullanabiliyor. Eğer unutmak bireyin, toplumun yahut toplumu yönetenlerin iktidarını koruyacaksa, gerçeği alaşağı etmek için hemen her yolu denemeleri mümkündür. Yine benzer şekilde iktidarlarına güç katmak istiyorlarsa, yanlışlarını açığa çıkaracak kıyasları, maskelerini düşürecek göstergeleri unutmaları için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu bir anlamda kaçıştır. Sorumluluktan, olması gerekenden kaçıştır. Kaçış olduğu gibi ihlal de söz konusudur. Gerçeği erozyona uğratarak, maruz kalanın tarihinin, dünya ile ilişkisinin ihlal edilmesidir. Birileri insanları olmadık acılara sürükler ve kendini unutmaya bırakıp, ‘mış’ oyunları oynar. Hiç payı olmadığı halde maruz kalan ise hatırlamaya mahkûm edilir. Bu anlamda unutmanın ve hatırlamanın tehlikeli, dramatik bir tarafı vardır. Hiçlik ise hatırlamakla unutmak arasında oyun oynar. Kim için hiçlik o halde? Unutmayı kalkan edinen mi, hatırlama yükünü taşıyan için mi?
Kitapta insanın bir anlamda “gösteri toplumu”na hapsolması ve tüketimin tüketimiyle varoluş bilincini kaybetmesi gibi önemli tespitler var. Günümüzdeki modern insanın bu sorunlarla nasıl başa çıkabileceğini düşünüyorsunuz?
Gösteri toplumunda, sorgulamaksızın kendine bir yer edinmek isteyen birey için tüketim odağından çıkmak kolay değil. Mesele sadece görünür olmaksa, metalaşan bir özne haline bile gelse orada olmak bireye rahatsızlık vermediği gibi bundan memnuniyet de duyabilir. Bir yerlere dâhil olma, var olduğunu hissetme arzusu elbette ki bireyi arayışa sürüklüyor. Ancak bu arayıştan önce gerçek anlamda neyi istiyor? Ne yazık ki günümüzde neyi arzulamamız, neyi istememiz ve onları nasıl almamız gerektiğine dair popülist yığın söylemler söz konusu. Bazıları bu söylemleri uygulamadığında dışarıda bırakılma, yalnızlaşma türünden korkularla baş başa kalıyor. Kabul görmekle yok sayılmanın eşiğinde kriz baş gösteriyor. Kabul görmek için anlamı bulmadan, anlamı yitirdiği bir tüketime yöneliyor. Pek tabi gösteri toplumunda, sahne ışığı altında olmak uğruna kendilerine gerçek anlamı hatırlatacak, onları doğru bir yerden eleştirecek olanları yok saymaktan, dışarda bırakmaktan geri kalmayacaklar da söz konusudur. Elbette popülist söylemler neyin nasıl tüketilmesi gerektiğini gösterirken, sahnede kalmanın yollarını da anlatır. Nasıl olursa olsun, bir önemi yok! Bu yüzden her şeyden önce bireyin kendisine zaman zaman çelme takması gerektiğini düşünüyorum. Düşerken, dünyayı tepe taklak görürken, kendini ve ona verilmeye çalışanları sorgulamalı.
“Aristo’nun Rüyası”nı öncelikle bir tiyatro metni olarak kaleme almışsınız. Kültür Bakanlığı Sesli Oyun Kategorisi desteğinden sonra ise novella türüne dönüştürerek okuyucularla buluşturdunuz. Tiyatro metninden novella türüne uzanan yolculuğunuzu merak ediyorum…
Aristo’nun Rüyası kaleme aldığım ilk tiyatro metni. Öncesinde tiyatro metni şeklinde yazacağım diyerek başladığım bir metin değildi. Kendimi bir anda tiyatro metni şeklinde yazarken buldum diyebilirim. Tiyatro sanatçıları Damla ve Togay Kılıçoğlu’na okuttum metni. Seslendirmeleriyle Karma Drama tiyatro bünyesinde Kültür Bakanlığı Sesli Oyun Kategorisinde yerini aldı. Sonra neden bir öykü ya da romana dönüşmesin diyerek metni yeniden kaleme aldım ve İnkılap Yayınevi tarafından yayımlandı.
Aristo’nun Rüyası’nı tiyatro metni olarak yazdıktan sonra, başka tiyatro metni çalışmalarınız oldu mu?
Evet, özel bir tiyatro çatısı altında kolektif olarak tiyatro metinleri yazdık. Bunlardan bazıları sahnelendi. Tiyatro metni yazmaktan çok keyif aldım. Yeniden yazmayı da arzuluyorum açıkçası. Uzun bir süredir farklı türden bir dosya üzerinde çalıştığım için erteliyorum diyebilirim.
Yeni bir dosya üzerinde çalıştığınızı söylediniz. Çalışmanızdan bahsetmek ister misiniz?
Şimdilik Duygu Felsefesi kapsamında, akademik, araştırma odaklı bir dosya üzerinde çalıştığımı söylemek isterim. Aristo’nun Rüyası’ndan çok daha farklı bir içeriğe sahip olacak.
Merakla bekliyor olacağım. Peki, kitabınızın kahramanı Aristo aslında yalnızlıkla da mücadele ediyor. Kalabalıklar arasında yalnız, geri çekilmiş. Siz bir yazar olarak yalnızlık ve yaratıcılık arasındaki bağı nasıl betimlersiniz?
Yaratıcılık, üretim süreci yazarı yalnızlığa çeker. Çekmesi de gerekir. Kendisiyle, yapacaklarıyla baş başa kalır. Bu tekillik ve soyutlanma halinde kendisiyle kavgaya tutuşur, küser, barışır. Kahramanlarına bakar. Onların kafasına girip o kahramanlarca düşünür. Dağılır, toparlanır. Birilerine akıl danışsa dahi günün sonunda yine yalnızdır aslında. Sadece üretim anlamında söylemiyorum. Sosyalleşme her ne kadar olumlu bir yerde dursa da zaman zaman geriye çekilip kişi kendiyle baş başa kalabilmeli. Zihninin çıkmaz sokaklarına tek başına girebilme cesareti gösterebilmeli.
AYSU ALTUNAY HAKKINDA
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu. Özel bir kurumda felsefe öğretmenliği yapıyor. 2017 yılında Ağdalı Maymunlar adlı öykü kitabı yayımlandı. 2016 yılında aynı kitapta yer alan Füze Şevket adlı öyküsü Sarıyer Edebiyat Günleri Öykü Yarışması’nda mansiyona değer görüldü. Çeşitli dergilerde şiir, deneme, eleştiri metinleri ile yer aldı. Özel bir tiyatro çatısı altında kolektif yazı ekibi ile birlikte kaleme aldığı oyunları sahnelendi. Aristo’nun Rüyası, özel bir tiyatro tarafından tiyatro metnine dönüştürülerek 2021 yılında Kültür Bakanlığı’nın başlattığı Dijital Tiyatro projesinde sesli tiyatro olarak yayınlanmaya hak kazandı. Yazın çalışmalarına devam ediyor.
Bir Cevap Bırakın