Ana Sayfa Kritik Rönesans’tan Aydınlanma’ya Geçişte Kadın-Erkek Eşitliğini Savunmak: Marie de Gournay

Rönesans’tan Aydınlanma’ya Geçişte Kadın-Erkek Eşitliğini Savunmak: Marie de Gournay

Rönesans’tan Aydınlanma’ya Geçişte Kadın-Erkek Eşitliğini Savunmak: Marie de Gournay

Montaigne’in Denemeler’i Türkiye’de iyi bilinen ve tam metniyle olmasa da çok okunan klasik eserlerdendir. Bu kitabın derlenip nihai halini alma sürecinin ardındaki gizli kahramansa pek tanınmaz. Montaigne’le tanıştığı 1580’lerde yirmili yaşlarının başında genç bir kadın olan Marie le Jars de Gournay, ünlü Rönesans düşünürünün manevi kızı haline gelmiş, onun ölümünden sonra da Denemeler’in editörlüğü görevini resmen üstlenmişti. Gournay’nin dönemin şartları dikkate alındığında uzun denebilecek bir ömrü olmuştu; 1645’te seksen yaşında öldüğünde ardında pek çok eser bırakmıştı.

Aristokrat Sieur de Fierville’in kaleme aldığı Kadınların Kötülüğü Üzerine adlı kitapçığın 1617’de yayınlanması kadınların erdemleri ya da erdemsizliği üzerine, 1635 civarına kadar sürecek olan bir büyük tartışmayı başlatmıştı. Ortaçağ sonlarından beri kadınları şeytanlaştırma, hayvanlara benzetme ya da tam aksine bir tavır alıp onların zihinsel ya da ahlaki yetilerini övme çabasında olan yazarların fikirlerini neredeyse birebir tekrarlayan pek çok metnin arasında biri teorik derinliğiyle göze çarpıyordu: Marie de Gournay’nin Erkeklerin ve Kadınların Eşitliği Üzerine’si (1622). Gournay, Montaigne’in Tanrı-doğa-insan ilişkileri üzerine ontolojik görüşlerini devralıp geliştirmişti. Denemeler’in yazarı Yeni Platoncu ve skolastik geleneklerin hiyerarşik ontoloji anlayışını reddediyordu; Tanrı’yı ve şeylerin doğasını tam olarak bilemeyeceğimizden, insanı Tanrı’ya yakın özelliklerinden dolayı üstün ya da doğaya yakın özelliklerinden dolayı alçak olarak konumlandırmamız mümkün değildi. Dolayısıyla insan, üstün bir varlık olmadığı gibi aşağılık bir varlık da değildi, bu dünyada var olan pek çok şey arasında yer alıyordu.

Gournay bu fikri alıp kendi döneminde kadınların üstünlüğü ya da aşağılığı üzerine üretilen argümanları eleştirmek için yeniden yorumlamıştı: Kadınları tanrısal varlıklar olarak görüp yüceltenler de, hayvani bir doğaya yakın oldukları gerekçesiyle aşağılayanlar gibi hatalıydı. Bu iki görüş dönemin tartışmalarında sık sık gündeme getiriliyordu: Lucrezia Marinella ve Pico Della Mirandola gibi yazarlar Yeni Platoncu ontolojiden hareketle kadınların güzellik ve iyilik gibi üstün, tanrısal özelliklere yatkın olduklarını iddia ederlerken pek çok başka yazar kadınların hayvani tutkularına yenik düşmeye meyilli olduklarından ontolojik ve toplumsal hiyerarşinin alt kısımlarında yer aldıkları kanısındaydı.  Kadınlar ve erkekler eşittiler ve onların arasında ya da onlar ve diğer varlıklar arasında bir üstünlük ilişkisi kurmak mümkün değildi.

Gournay’ye göre kadın-erkek eşitsizliği ve eril tahakküm doğal bir belirlenimin değil, tarihsel bir sürecin sonucunda ortaya çıkmıştı. Kadın ve erkek arasındaki tek önemli fark, cinsel organlarıydı ve bunlar yalnızca üreme için gerekliydi. İnsanı insan yapan, Aristoteles’in ve onu takip eden pek çok düşünce geleneğinin de savunduğu gibi, akıl sahibi bir canlı olmasıydı. Böylece, Aristoteles’in ve izleyicilerinin erkeklerin kadınlara beden ve zihin bakımından üstün olduğunu öne süren görüşlerini bir kenara bırakıp Aristoteles’i tüm insanların zihinlerinin eşit olduğunu savunan bir düşünür gibi yorumluyordu. Gournay’ye göre zihin açısından iki cinsiyetin arasında hiçbir fark yoktu. Tarih boyunca felsefe ve askerlik gibi çok çeşitli alanlarda mükemmel bir şekilde faaliyet gösteren kadınların olması, kadınların doğaları gereği erkeklerden aşağı olmadıklarının bir kanıtıydı. Erkekler hem genel olarak varlık alanı içinde, hem de toplumda hiyerarşik tabakaların olduğunu düşünmüş, sahip olduklarına inandıkları imtiyazlarla donanabilmek için kadınları evlere kapatmışlardı. Kadınların özgürleşmesi, bu türden görüşlerin ortadan kalkması ve rölativizmin yaygınlaşmasıyla mümkün olacaktı, böylece Tanrı’ya, evrenin hiyerarşisine ya da şeylerin doğasına dair hatalı kabullerimizi bir kenara bırakacağımız gibi erkeklerin kadınlara özleri gereği üstün olduklarına dair kabullerden de kurtulmamız mümkün olacaktı. Kadınların hükümdar olmalarını engelleyen monarşik veraset mevzuatı da büyük bir adaletsizlik anlamına geliyordu.

Marie de Gournay Hanımların Şikâyeti (1626) kitapçığında bu fikirlerini savunmaya devam edecekti. Aynı yıl yayımladığı bir diğer kitapçıktaysa 17. yüzyıl başlarından itibaren Fransa’da yaygınlaşan aristokrasi karşıtı tavrın ilk teorik temellendirmelerinden birini ortaya koymuştu. Aristokratlar artık savaşçı özelliklerini kaybetmeye başlamışlar, vakitlerinin çoğunu süslü saraylarda geçirmeye başlamışlardı. Bütün bu gelişmeler böyle bir tabakanın varoluş nedenini tartışmaya açmaya yeterdi. Askeri yetenekler, savaşçı özellikler aristokratlara has değildi, sıradan insanlar (ve bu arada tarih kitaplarından da teyit edilebileceği gibi kadınlar da) çok iyi askerler olabilirdi. Kaldı ki aristokrat ailelerin “safkan” oldukları iddiasının bir anlamı ya da değeri yoktu: Bu ailelerin kökenlerinde kimlerin olduğuna dair bilgilerimiz sınırlıydı.

Gournay’nin tarihsel modelleri Eski Yunan polis’leri ve Roma res publica’sıydı: Bu örneklerde yalnızca büyük aristokrat ailelerin çocukları değil, sıradan halkın çocukları da yükselme olanağına sahipti, öyle ki ilk imparator Augustus aristokrat olmayan bir aileye mensuptu. Gerçek asalet aileden intikal etmiyor, kişisel özelliklerle kazanılıyordu. İyi bir yönetim kurmanın yolu toplumun her sınıfından gelen erkek ve kadınları yönetim kademelerine almaktan geçiyordu. Gournay’nin krallığın lağvedilmesi gibi bir hedefi yoktu, ancak çeşitli düzeylerde kurulacak olan danışma meclisleriyle sıradan ve yetenekli kişilerin yönetime katılmasını mümkün görüyordu. İyi bir krallığın temel özelliği, güçsüzlerin konumun yükseltilmesi, güçlülerinse sınırlanmasıydı; bu “güçsüzler” arasında yoksullar en başta geliyordu. Yoksulluğun ortadan kaldırılmasının temel şartıysa lüks merakının dizginlenmesi ve savaş harcamalarının azaltılmasıydı.

Thomas Hobbes ve François Poullain de la Barre gibi Aydınlanma düşünürleri XVII. yüzyıl ortalarından itibaren tüm insanların zihinlerinin eşit olduğu kabulünden hareketle kadın-erkek eşitliği fikrini savunacaklardı. Ancak unutmayalım ki Aydınlanma felsefesi kadın-erkek eşitliği fikrini kendiliğinden getirmiyordu, aynı dönemin pek çok düşünürü kadınların aklî yetilerini erkeklerinkine kıyasla düşük düzeyde görmeye devam edecekti. Marie de Gournay ise pek çok Aydınlanma düşünüründen ileriye giderek kadın-erkek eşitliğinin kapsamlı bir teorisini ortaya koymakla ve henüz adı konmamış bir feminist düşüncenin başlıca kurucularından olmakla kalmamış, mülkiyet temelli eşitsizlikleri ve aristokrat tabakanın varlığını da tartışmaya açmıştı.

 

Gournay, Marie de, Œuvres complètes: Tome I-II, Paris: Garnier, 2007.

Krier, Isabelle, “Marie de Gournay, une philosophie des égalités, à l’aube du XVIIe siècle”, Cités, 89, 2022, s. 103-118.

Shapiro, Lisa, “Some Thoughts on the Place of Women in Early Modern Philosophy”, Feminist Reflections on the History of Philosophy, New York: Kluwer Academic Publishers, 2004, 219-250.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl