Tereddüt ve çizgi sözcüklerinin bir araya gelişindeki şiirsellik bütün filme yansımış gibi. Biri kararsızlık, belirsizlik, müphem (tereddüt) diğeri keskinlik, kararlılık (çizgi) içeren iki sözcük…
Katı bir sistem içinde (neredeyse yaşamsız, katı kurallar; yasalardan nihai sona yani ölüme kadar) oradan oraya koşturan bir çıkış yolu arayan insanın, günümüz insanının parçalanmış hikâyesini, yaşam çabasını görüyoruz filmde.
Karakteri kararlılıkla kurmuş olması, tereddüdün altını çizer nitelikte; her şeye rağmen mücadele eden, vazgeçmeyen avukat.
Film günümüz toplumunun sıkışmış halini yansıtıyor. Hiç boşluk yok. İnsanlar… İnsanlar… Binalar… Binalar… Arabalar… Arabalar… Mevkiler, makamlar, formalar… Yasalar, görevler… Hep bir toplumsal kimlikle yaşamak zorunda olan, giderek, üniformasızken kim olduğunu unutan insanlar…
Filmde en çok etkilendiğim sahne, Canan’ın yoğun bakımda annesinin elini tuttuğu sahne oldu. Bütün bu keşmekeşten kurtulmak isteyen, kendini bulmak isteyen insanın sessiz yardım çığlığı gibiydi. Sanırım bu sahneyi ağlamadan izleyebilen çok az insan vardır. O sahnede birden tıbbın ve adaletin öldü gözüyle baktığı insanın orada olduğunu fark ediyoruz. Annenin. Sevginin gücünü fark ediyoruz.
İkinci en etkileyici sahne, avukatın savunmasının deyim yerindeyse kreşendo yaptığı yerde mahkemenin tavanının çökmesi. Bir adalet sistemi eleştirisini güzel vermiş.
Film hukuk ve sağlık sistemi içinde sınıf mücadelesini, kadın, erkek eşitliğini hep bir tereddüt ve keskinlik içinde, tıpkı günümüzde çoğumuzun örneklediği bir tavır içinde anlatmayı başarmış.
Mahkeme sahnesinde, sinema salonunda perdenin önünden geçermişçesine geçen mübaşir, filmin hikâyesini bir anda dışsallaştırdı. Filmin dramatik hikâyesini epik bir forma dönüştürdü. Mübaşirin geçişi ile mahkeme sahnesindeki seyircilerle filmin seyircilerini birleşti. Yönetmen kamerayı birden bizim elimize verdi sanki ve tam o sırada kameranın önünden “çekil önümden” dediğimiz biri geçti. Bu çekim tekniği aynı zamanda şunu sorgulatıyor. “Gerçekten özgür olanlar kimler?” Hepimiz bir mahkemedeyiz sanki ve adaletin tecelli etmesini bekliyoruz. Vicdan denilen güneşin bir anlık tereddütten sonra çok net bir şekilde doğuşunu.
Adaletin doğru işlemesi için taşların baştan doğru dizilmesi gerek. Kötü bir eğitim almış, kötü şartlarda yaşamış, yanında işçi olarak çalıştırdığı biri ile eşit olabilir mi? Öyleyse suç dediğimiz şey, gerçekte bir dengenin sağlanmaya çalışılmasının doğal sonucu değil midir? Önce hepimizin içinde yer aldığı, tavanı çökmeyen sağlam bir yapı ihtiyacımız olan. Herkesin eşit olduğu bir toplumda suçlar da herkese eşit uzaklıkta durur böylece… Belki de giderek yok olur.
Eğer sistem çökmüşse, buna bir şekilde herkes dahil oluyor. Dolayısı ile vicdan sözcüğünün tıpkı bir güneş gibi parladığı bir yeri işaret ediyor film. Tereddüt çatışma içeren bir felsefi ve dramatik bir sözcük. İnsanın içine döndüğü, kendiyle baş başa kaldığı bir ürperti gibi niyetinin belirdiği, bir anlık son takati ile belki de iyiliğine geri döndüğü… Vicdanının sesini duyduğu…
Selman Nacar’ın Tereddüt Çizgisi filmini Bayetav söyleşisi öncesi gösteriminde izledim. Film sonrası söyleşi için toplandığımız alanda söyleşinin başlamasını beklerken, yanımda oturan biri şöyle dedi: “Adaletin ne olduğunu unutmuşuz, film adaletin ne olduğunu hatırlattı” Gerçekten ben de böyle düşünüyordum. Eski Türk filmleri sahnelerinde hayal meyal hatırladığım Hulusi Kentmen’li Nubar Terziyan’lı Kenan Pars’lı mahkeme sahneleri vardı aklımda hayal, meyal…
En etkileyici yanı filmin, görünmezleri göz önüne getirmesi oldu. Bir sürü kumaş torbası arasında iki işçi kadını gördük. Kamerayı nereye kurduğumuz, neyi gördüğümüz, neredeyse her şeyin görüntü olduğu günümüz yaşantısında çok önemli.
Adalet sisteminin nasıl çalıştığını bir fabrikaymışçasına teknik anlamda ve içerik olarak gördük. Tıpkı gerçekte akan tavan gibi içerikte de bir şeylerin yolunda gitmediğini…
“Tereddüt çizgileri” diye somut bir gerçeklik olduğunu da film yolu ile öğrendim. Kierkegaardvari bir bilgi. Yaşamı güzel kılan şeylerden biri de bu galiba… Bilmediklerimiz, birbirimizden öğrendiklerimiz. Her yaşam formunda ortaya çıkan o alana ait dil…
Film bana Carl Drayer’in, 1955 yapımı Ordet filmini hatırlattı.
Biçim, içerik ve oyunculuk anlamında bütünsel, şiirsel gerçekçi, günümüze ayna tutan, çok güzel bir film olmuş. Başta filmin yazarı ve yönetmeni olmak üzere tüm ekibe teşekkürler.
İyi seyirler.
Bir Cevap Bırakın