Tane tane anlatalım: Arabesk müziğin içinde doğduğu, büyüdüğü ve doruk noktasına ulaştığı dönem, Türkiye’nin 70’li yıllarıdır. Bu süreç, öznenin varlık nedeni olan iç göçün de zirvesini oluşturur.
80’lerin son çeyreği. Okul çıkışı. Bir grup arkadaşla Üçgen Mahallesi’nden TRT’ye doğru yürüyoruz. Urfalı Osman, kulaklarımızı tedirgin edici tiz bir sesle bir İbrahim Tatlıses şarkısını terennüm ediyor: “O eski halimden eser yok şimdi…” Gecekondudan apartmana henüz taşınmamızla, ezgiler de farklılaşmaya başlamış; Ferdi’den Ümit’e geçiş yapmışız. Kalanlar hala “Huzurum Kalmadı”yı söylemekle meşgul, bizler artık “Nikâh Masası”ndayız. O sırada sınıfın cici kızları dil çıkararak geçip gidiyorlar önümüzden. Babası otoriter bir öğretmen olan Mehtap, “Sen Ağlama”yı söylerken Sevilay, ilk kez duyduğum yabancı bir şarkıya ses veriyor, “I just called…” diyor.
Reel Politik Sosyolojiye Karşı
Ferdi Tayfur’un vefatının ardından yeniden canlanan arabesk tartışmalarına kendi cephemden anılarla katılıyorum. Ama bu hatıraların pek çoğu kişisel değil; Hasan Hüseyin’ce söylersek, “yaprak dökmekle bahar bahçe arasında gidip gelen” bir kuşağın izdüşümü.
Son olarak gerek bir TV sunucusunun, fikir özgürlüğü çerçevesinde ele alınabilecek, Tayfur’un müzikal mirasına getirdiği sübjejtif eleştiri ve RTÜK’ün konuyu “manevi şahsiyete hakaret” olarak değerlendirmesi bir tuhaflığa işaret eder. Nedense en tepeden tabana kadar yapılan tartışmalar, konjonktürel / reel politiğin sosyolojik analizi yere çalmasıyla sonuçlanmıştır. Konu ekseninde, kimisi arabesk müziğin 12 Eylül yönetiminin doğal bir sonucu olduğunu yazabilirken, tam tersi bir cepheden bakan bir başkası, olguyu tarihsel arka planı hiçe sayarcasına işi güzellemeye vardırmıştır.
Arabesk 12 Eylül Ürünü mü?
Tane tane anlatalım: Arabesk müziğin içinde doğduğu, büyüdüğü ve doruk noktasına ulaştığı dönem, Türkiye’nin 70’li yıllarıdır. Bu süreç, öznenin varlık nedeni olan iç göçün de zirvesini oluşturur. İçerdiği “yoksulluk” ve “tutunamama” kavramları darbeciler tarafından hoş görülmemiş; o dönemde Müşerref Akay’ların temsil ettiği, yelkenini “milli / hamasi” bir garabetin şişirdiği Türk Sanat Müziği desteklenmiştir. Arabesk, 70’lerde yalnızca müzikal birikimiyle değil, Yeşilçam sayesinde de kitlesellik kazanmıştır. Televizyon ekranının yasaklanmasına sinemayla yanıt veren dönemin şarkıcıları, Tayfur başta olmak üzere gişe rekorlarına imza atmışlar, korsan baskılarla birlikte kaset satışlarında zirveyi bu dönemde görmüşlerdir. Aynı oranlar 12 Eylül sonrasında yakalanamamış, iç göçün yerleşik bir hale bürünmesinin ardından, Özal’ın verdiği desteğe rağmen yükselen tür arabesk değil taverna olmuştur. Dolayısıyla “darbe desteği” söylemi, hep vurgu yaptığımız tırnak içi “aydın”ın ezberlenmiş klişesinden öte bir şey değildir.
Göç ve Sonuçları
Söz göçten açılmışken şöyle bir tespit yapmak anlamlıdır: Bu müzik türü, yalnızca içerdiği Ortadoğulu nağmelerden dolayı değil, vurgu yaptığı meselelerden dolayı da kitlesellik kazanmıştır. Temel sorun kentte ne derece tutunulduğuyla alakalıdır. O dönemde marjinal sayılabilecek “Müslümcü”leri en altta konumlayarak, “Ferdici” ve “Orhancı” ayrımının da buradan doğduğunu söyleyebiliriz. “Orhancı”, biçemi bakımından zengin olduğu kadar, -diğerine kıyasla bir parça- konformist olana da işaret eder. “Ferdici” düz ve sadeye, doğrudan söyleme karşılık gelir. Karamsarlığı daha yaygın olup, çıkışsızlığa yaptığı vurgu, benzer bir hissiyata sahip yığınlarca sahiplenilir. Diğeri için umut vardır. Başka bir deyişle “Orhancı” kentin merkezine doğru ağır adımlarla ilerlemesini sürdürürken, “Ferdici” de bu gelişme çok daha ağır yaşanır.
Aydın İkiyüzlülüğü
“Acısız Arabesk” denilen bir ucubeliğe imza atılmış olmasında akla ziyan sosyolojik tespitleri bulunan kimi “aydıncıklar”, müziğin biçemi konusunda da ikiyüzlü davranmıştır. Bu ülkede popüler müziğin başlangıcı Türkçe Sözlü Türk Hafif Müziği denilen bir tuhaflıktır. Yabancı şarkılara yazılan -gerçekten başarılı- sözlerle tutunan tür, aynı aydın kesimince hemen hiç eleştirilmemiş; hatta uygarlaşmanın / kentleşmenin / Batılılaşmanın ölçütü sayıldığı için meşru hale getirilmiştir. Biri Arap müziğinden diğeri Avrupa / Amerika modelinden yararlanılan iki tür arasında tercihte bulunmak meselenin bir yönüdür. Diğer tarafta ise devlet ve ona muhalif olduğu varsayılan entelektüelin neredeyse aynı şiddetle arabeske tavır takınmasıdır. (Bu duruma bir örnek de 19 Nisan 1980 tarihinde Eurovision’da temsil edilen “Petrol” şarkısında kendisini göstermiştir. Atilla Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan’ın elinden çıkan ve Ajda Pekkan tarafından icra edilen şarkı, kuşkusuz bir ironi de içermektedir; ancak müzikal formun arabeskle ilişkisi mutlaktır.)
Bugün müziğimizin efsanelerinden sayılan Erkin Koray ya da Fikret Kızılok’un (ikincisi bu kültürel modele 80’lerde savaş açsa da kendisini popülariteye ulaştıran eserlerden olan “Haberin Var mı” orada öylece durmaktadır) arabeskle ilişkisi ortadadır. Söz konusu müziğin içeriği olduğunda durum daha da kaotik bir çehreye bürünür. Bu bağlamda 80 ortalarında Ahmet Kaya ile özdeşle “özgün müzik” ya da “sol arabesk” ile sözgelimi Sezen Aksu’nun müzikal yolculuğu arasındaki paralellikleri / ayrıksılıkları değerlendirmek başka bir yazının konusu olmakla birlikte anlamlıdır. Tıpkı günümüzde eski model arabeskin Türkçe Rap ile kurduğu akrabalık gibi.
Yüzey Kazınınca
Anılara dönelim: 80 sonrası kuşağı için korsan bir hadise olan “kaset doldurma”nın önemi büyüktür. Dönemin gençleri için Modern Talking ile Ümit Besen’in, Steve Wonder ile Ferdi Tayfur’un aynı kasette yer almasında hiçbir sorun olmamıştır. Tıpkı her mahallede pıtrak gibi açılan Kuran kurslarına gitmekle cinsel içerikli Tan gazetesini okumanın mesele olmaması gibi. Unutulmasın; bize özgü liberalizm, Türk İslam senteziyle başladığı yolculuğunu Erkekçe ve Playboy dergisiyle, Reagan, Thatcher ve Özal politikalarıyla sürdürmüş, başarısını “yetmez, ama…” diye sürdürebilmiştir. Bu Batıcı görüntünün yüzeyi kazındığında, müzikal olmasa da içerik bakımından tam bir “arabesk” çıkar!
Bütün bu tezlerden toplama ulaşmak bir yanıyla da zordur. Ama en klasik ifadesiyle arabesk, bir neden değil sonuçtur ve nedene kafa yormadan yapılacak her itiraz sosyolojik manada yetersizliğe işaret sayılır.
Bir Cevap Bırakın