DEVRİMDEN KARŞI DEVRİME, KARŞI DEVRİMDEN YENİDEN KURULUŞA

Bir ülke düşünün: En karanlık çağında bile “aydınlık” kelimesine tutunarak ayağa kalkmış, gaipten gelen sesleri değil, halkın iradesinin üstünde başka bir kudret tanımamış…

Bir ulus düşünün: Küllerinden yeniden doğmakla kalmayıp, tarihini aklın terazisinde yeniden kurmuş. O ulus devletin adı Türkiye, o aklın adı Cumhuriyet’tir.

Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, bir insanlık hamlesidir. 29 Ekim 1923’te, mazlum bir halkın alnından damlayan terle, Anadolu toprağına düşen her şehit kanının üstüne kuruldu.

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” sözü, sadece bir anayasa maddesi değil, bin yıllık kulluk zincirinin kırıldığı andır. Atatürk’ün dehası, halkın bilinciyle birleşince tarih, ilk kez doğuya değil, aydınlığa doğru akmaya başladı.

Cumhuriyet, ümmetten ulusa, kuldan yurttaşa, tebaadan özgür bireye geçişin adıdır. Bu geçiş, yalnız bir siyasal sistem değişimi değil, topyekûn bir uygarlık sıçramasıdır. Kadının kamusal hayata katılması, eğitimin laikleşmesi, aklın rehber kılınması… Hepsi aynı zincirin halkalarıydı. Ve bu zincirin her halkasında bir devrim, her devrimde bir insanlık iradesi vardı.

Ancak tarih, sadece ilerlemenin değil, direnişin de sahnesidir. Cumhuriyet doğduğu andan itibaren karşısında, geçmişin iktidar alışkanlıklarını, dinsel tahakkümü, feodal ayrıcalıkları yeniden diriltmek isteyen bir karşı devrimci damar buldu. O damar, kimi zaman siyasal partilerin arkasına gizlendi, kimi zaman “milli irade” perdesine büründü, kimi zaman da “inanç özgürlüğü” kisvesiyle Cumhuriyet’in kalbine yürüdü.

1950’lerle birlikte, Cumhuriyet’in halkçılık, kamuculuk, laiklik sütunları birer birer törpülendi. Üretim yerine tüketim, emek yerine rant, yurttaş yerine cemaat yüceltildi.

Cumhuriyet, kendi çocuklarının ellerinde, kendi okullarında unutturulmaya başladı. Bu, karşı devrimin sessiz darbesiydi: İçi boş müfredatla, televizyon dizileriyle, fetvalarla yürütülen bir kültürel kuşatma.

Bugün geldiğimiz yerde, Cumhuriyet’in 102. yılında, bir zamanlar yıkmayı göze aldığımız hilafet özlemi yeniden dillendiriliyor; türlü gösterişler, halkın yoksulluğunu perdelemek için kullanılıyor; “egemenlik milletindir” ilkesi, imtiyazlı zümrelerin tekelinde şekilsizleştiriliyor.

Ama tarih bize şunu defalarca kanıtladı: Cumhuriyetin devrimci ruhu, hiçbir iktidarın lüksüne sığmaz. Çünkü Cumhuriyet, bir kez doğmuştur artık. Ve doğduğu gün, insan aklının, kutsaldan ari kılınan “yabancılaştırılmış Tanrı” korkusuna, kulun efendiye, yurttaşın sultana meydan okuduğu gündür. Bugün bize düşen, o meydan okumanın anlamını yeniden hatırlamaktır.

Her devrim, kendi karşı devrimini de doğurur. Cumhuriyet’in kaderi de bu tarihsel yasadan azade olmadı. Ne zaman ki devrim, halkın bilincinde kök salmadan, kurumların çeperinde hapsoldu, işte o zaman karşı devrim, sessiz bir rüzgâr gibi içeri sızdı.

1946’da çok partili hayata geçiş bir demokrasiden çok, bir rövanşın başlangıcı oldu. Cumhuriyet’in “halkçılık” ilkesi, “oy çoğunluğu” bahanesiyle sığ bir oylamacılığa indirildi. 1950’lerin Demokrat Partisi, halkın iktidarını değil, tüccar zihniyetini iktidar yaptı. Köy Enstitüleri kapatıldı; Halkevleri, “komünist yuvası” ilan edildi. Laiklik, “dine düşmanlık” olarak yaftalandı. Ve o günden sonra, Cumhuriyet ile halk arasına sistematik biçimde din, tarikat, cemaat ve çıkar ağları örüldü.

Darbeler, aslında Cumhuriyet’in değil, o Cumhuriyet’in yozlaştırılmış karikatürünün bekçiliğini yaptı. 12 Mart, 12 Eylül… Gericiliği geriletmek yerine, halkı siyasetten uzaklaştırarak o gericiliğin zeminini genişletti. Üniversiteler susturuldu, sendikalar dağıtıldı, toplumsal hafıza törpülendi. Böylece Cumhuriyet, kendi yurttaşının elinde yavaş yavaş teknokratik bir kabuğa dönüştü. Halktan kopuk, elitin tekelinde, bir tür “bürokratik laiklik” hâlini aldı.

Sonra 1980’lerin neoliberal fırtınası esti.

Kenan Evren’in anayasasıyla birlikte, 12 Eylül faşizmi sadece siyasal hakları değil, Cumhuriyet’in ekonomik ve toplumsal temellerini de hedef aldı. Devletin “sosyal” niteliği tasfiye edilirken, piyasanın tanrısı kutsandı. Atatürk’ün kurduğu kamusal ekonomi —şeker fabrikaları, demiryolları, SEKA, Etibank— “verimsiz” denilerek özelleştirme mezatlarında yok pahasına satıldı.

Cumhuriyetin “yurttaş” tipi, yerini, “tüketici kimliği”ne bıraktı. Ve halk, devletin ortağı değil, müşterisi oldu. İşte bu, karşı devrimin ekonomik evresiydi. Artık egemenlik, halkın değil, sermayenin kayıtsız şartsız elindeydi.

2000’lerle birlikte karşı devrim siyasal, kültürel ve dinsel biçimde iç içe geçti. Kimi odaklar, Cumhuriyet’in birikmiş çelişkilerini ustalıkla kullandı. Laikliği “dine düşmanlık” olarak gösteren propagandayı, demokrasi maskesiyle birleştirdi. Ve bu topraklarda ilk kez, sandık meşruiyetiyle rejim değişikliği yapıldı.

Cumhuriyetin laik eğitim sistemi, imam hatipleştirme politikasıyla delik deşik edildi. Yargı, basın, üniversite, hepsi tek sesin uzantısına dönüştü. Daha da vahimi, Cumhuriyet’in temel kavramları —“halk”, “millet”, “vatan”, “adalet”— iktidarın ideolojik malzemesine çevrildi. Artık karşı devrim yalnız siyasette değil, dilde, müfredatta, estetikte, gündelik hayatın dokusunda ilerliyordu.

Tarihin en büyük ironi anlarından biri yaşandı:

Cumhuriyet’in kurduğu okullardan mezun olanlar, Cumhuriyet’e düşman odakların kadrolarını oluşturdu. Köy Enstitülerinin yetiştirdiği aydınlar bir zamanlar “halkı aydınlatmak” için mücadele ederken; bugün o köylerde, “tarikat kursları” açılıyor. Bu ihmaller, karşı devrimin en büyük cephanesi oldu.

Ve şimdi, 102. yılda, Cumhuriyet bir kez daha sınanıyor:

Bir yanda yoksulluğu kutsayan, inancı siyasallaştıran, biatı özgürlük sanan bir zihniyet; öte yanda, aklı, emeği ve eşitliği yeniden diriltmeye çalışan bir halk var. İki ayrı tarih, iki ayrı vicdan, iki ayrı Türkiye. Ama bu yarılma aynı zamanda bir yeniden doğuşun eşiğidir. Çünkü Cumhuriyet, en çok sıkıştırıldığı anlarda yeniden nefes alır.

Cumhuriyet’in 102. yılında artık şu gerçeği saklamanın anlamı yok:

Biz, bir yandan Cumhuriyet’in çocuklarıyız; öte yandan onun yetimleri olduk. Yoksulluğun kutsallaştırıldığı, adaletin kişiye göre tartıldığı, eğitimin sorgusuz itaate dönüştüğü bir ülkede, Cumhuriyet’in “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesil ideali, yalnızca duvarlara asılmış bir cümleye dönüşmüş durumda.

Ancak tarih, yalnızca yıkılanların değil, yeniden kuranların da hikâyesidir. Ve Cumhuriyet’in hikâyesi henüz bitmedi.

Bugün Anadolu’nun en ücra köyünde bir kız çocuğu, akşam ders çalışmak için tek gözlü evin tek lambası altında defterini açıyorsa; bir genç mühendis laboratuvarda ülkesine fayda sağlayacak bir tasarım yapıyorsa; bir gazeteci, baskıya rağmen kalemini doğruluktan yana kullanıyorsa Cumhuriyet hâlâ yaşıyor demektir. Çünkü Cumhuriyet, saraylarda değil, halkın vicdanında sürer.

Yeniden kuruluş, ne bir nostalji ne de bir intikam projesidir. Yeniden kuruluş, hakikatin ve emeğin yeniden merkeze alınmasıdır.

Atatürk’ün “muasır medeniyet” hedefini tekrarlamak yetmez; onu yeniden tanımlamak gerekir.

Bugün “muasır medeniyet” sadece Batı’nın teknolojik düzeyi değil; eşitliğin, özgürlüğün, doğayla uyumlu kalkınmanın ve düşünce özgürlüğünün yeni evrensel ölçütüdür.

Cumhuriyet, bu çağın koşullarında, ekolojik, dijital, kadın öncülüğünde, emek temelli bir aydınlanmayla yeniden anlam kazanabilir. Yeni yüzyılın Cumhuriyeti, artık sadece devletin değil, halkın eseri olmalıdır.

Bir liderin değil, milyonların iradesiyle yeniden yoğrulmalıdır. Tıpkı 1919’da olduğu gibi, Anadolu’nun her sokağında, her üniversite amfisinde, her fabrikada birer “yeni Sivas Kongresi” ruhu doğmalıdır. Çünkü Cumhuriyet, yalnızca geçmişin mirası değil, geleceğin ahlakıdır.

Bugün, kimi denetimsiz çevrelerin hilafet özlemleri, eğitimdeki gericileşme, yargının çürümesi, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri elbette karanlıktır. Ama karanlık, ışığın yokluğundan değil, ışığı taşıyanların yorulmasından güç alır. Ve biz, o ışığı yeniden taşıyacak kuşağı, Cumhuriyet’in öz kaynaklarında bulabiliriz.

Unutmayalım:

Cumhuriyet bir hükümet biçimi değil, bir karakterdir. O karakter, eşitliğe, bilime, emeğe ve ahlaka inanır. Bu topraklarda o karakterin adı hâlâ Mustafa Kemal’dir. Her kuşakta, her kadında, her gençte yeniden doğan bir Mustafa Kemal vardır. Yeniden kuruluş, işte o “çoğul Atatürk” bilinciyle mümkündür:

Bir halkın, korkusuzca aklını ve yüreğini yeniden devreye soktuğu an. Ne geçmişin tapınağına hapsolmak, ne de bugünün rant düzenine teslim olmak… Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı, ancak bu iki uçtan da özgürleştiği ölçüde yükselebilir.

Ve biz biliyoruz ki:

Her karşı devrim, sonunda kendi sonunu hazırlar. Çünkü halk, bir kez özgürlüğün tadını aldı mı, bir daha kulluğa dönmez. Cumhuriyet’i biz kurmadık belki ama onu yeniden kurmak bize görevdir. Bu, yalnız bir siyasal görev değil, bir vicdan görevidir.

Sürdürülebilir görev bellidir:

Cumhuriyet’i korumak yetmez; onu yeniden tanımlamak, çağın gerçeğine uyarlamak, halkın eline, bilimin önüne, kadının yüreğine teslim etmek gerekir. Bunu yapabildiğimiz gün, o 29 Ekim sabahı yeniden doğacaktır. Ve o sabah, tıpkı 1923’teki gibi, yine bir ulus ayağa kalkacaktır:

Eşit, özgür, onurlu ve bağımsız.

Cumhuriyet ölmedi. Sadece bizden, yeniden yaşatmamızı bekliyor.

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.