Sansür Merkezinden, Basın Müzesine: #Ey Özgürlük Sergisi

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi’nin kapısından içeri adım attığınızda, sadece bir sergi salonundan ziyade, hafızası ağır bir binanın içine giriyorsunuz aynı zamanda. Neo-klasik çizgileriyle 1865’te Maarif Nazırı Saffet Paşa tarafından inşa edilen bu yapı, yıllar boyunca Maarif-i Umumiye Nezareti’ne ve İstanbul Darülfünunu’na ev sahipliği yapmış, hatta 1875’te şehrin ilk uluslararası resim sergilerinden biri yine burada açılmış. Sonrasında II. Abdülhamit döneminde bina, sansür merkezi olarak kullanılmış; kelimelerin ayıklandığı, metinlerin budandığı, haberin karanlık duvarlara çarpıp geri döndüğü o uğursuz odalar hâlâ taşların soğukluğunda gizli diyebiliriz.

1908 yılında Şehremaneti’ne devredilen yapı, 1983’e kadar belediyenin çeşitli birimlerine ev sahipliği yapmış. Ta ki dönemin Belediye Başkanı Abdullah Tırtıl ve Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu başkanı Nezih Demirkent’in öncülüğünde aldığı kararla, yeniden kendi kaderine kavuşana kadar. 1984-1988 arasında kapsamlı bir restorasyonun ardından, 9 Mayıs 1988’de Basın Müzesi olarak açıldığında, bu bina yalnızca eski bir yapının onarımı değil, basının belleğinin de yeniden kurulması demek olmuş.

Bugün #Ey Özgürlük Sergisi’nin dördüncüsü tam da bu tarihle örülü duvarların arasında gerçekleşiyor. Bir binanın serüveni ile bir ülkenin ifade özgürlüğü serüveni iç içe geçmiş durumda ve her iki hikâyenin de ortak noktası şu: Özgürlük kesintiye uğradığında, sessizlik asla masum değildir.

Sanat, bu kez estetik bir bakış sunmakla yetinmiyor; unutturulanı hatırlatıyor, susturulmaya çalışılanı kayda geçiriyor. Basın özgürlüğünün olmadığı yerde sanatın soluksuz kalacağını belirten Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Vahap Munyar, aslında serginin duvarlarına asılı tüm işlerin ortak parolasını da hatırlatıyor: Özgürlük yoksa geri kalan her şey de yarım.

Basın ve ifade özgürlüğü yok ise, insan haklarının da olmadığını belirten bu yaklaşım, esasında serginin ruhunu oluşturan şey. Çünkü bu işler; zayıfın sesini, duyulamayanın çığlığını, görünmeyenin varlığını görünür kılıyor.

Sergide eserlere dalıp gezmeye başladığınızda; Atay Gergin, Religious Type adlı eserinde daktilo tuşlarıyla sansüre, Paper, Scissors, Rock adlı eserleriyle ölüm-yaşam-doğa üçgeninde sorgulayıcı göndermelerde bulunmakta. Seramik sanatçısı Canan Temizelli; sistemi durdurmayı amaçlayan Acil butonlarıyla ve Çetele eserleriyle tüm baskılara rağmen kalem yazmaya değer demekte. Heykeltıraş Deniz Çobankent ise; Koza ismini verdiği çalışmasıyla, hareket etmekle beraber özgürlüğü elinden alınmış bir ortamda sıkışıp kalmış figürlerle özgürlüğe dair özlemi yansıtıyor. Seramik sanatçısı Hatice Ünlü gazeteci Uğur Mumcu’nun kırık gözlüğünden yola çıkarak seramiğin kırılganlığına hem de dirençliliğindeki çelişkili doğasını yansıtıyor. Yayıncı ve fotoğraf sanatçısı İsmet ArslanMartıların semahı” fotoğraflarıyla evrenin işleyişi ve döngüsellik konularına, “Anafor” fotoğrafıyla ekonomik sıkıntılar, demokrasi karşıtı uygulamalar ve özgürlüklerin kısıtlanması gibi türlü sıkıntıların girdabında dibe çekilen Türkiye fotoğraflarına göndermeler yapıyor. Meşhur Heykeltıraş Mehmet Aksoy, Mitler ve Şamanlar serisinden “Toprak Ana” adlı eseri doğanın gücünü ve üretkenliğini vurguluyor. Fotoğraf Sanatçısı Serhat Gökçaylar objektifindeki özgürlüğe kanat çırpan kuşlarla her türlü baskı ve tek tipleşmeye karşı direnişin mesajını aktarıyor. Karikatürleriyle yıllardır ilgiyle izlediğimiz Tan Oral çoğu kez trajikomik demokrasimize acı da olsa tebessüm etmemizi sağlıyor. Gırgır ve Cumhuriyet’ten tanıdığımız karikatürist Zafer Temoçin’nin basın temalı çizgileriyse çok yerinde.

Bu sergide 26 sanatçının ürettiği değerli eserleri tek tek anlatmaya sayfalar yetmez; kalanlarını keşfetmek izleyiciye kalıyor. Yine de hepsi, kendi sanat diliyle ortak bir çağrı yapıyor: “Özgürlük olmadan hiçbir şey tamamlanmaz.”

Sergi 12 Aralık’a kadar görülebilir.

Ama mesele şu: Bu sergiyi görmekle bitmiyor iş.

Bu sergi, dışarıda esen rüzgârın yönünü değiştirmiyor belki ama rüzgârın sesini duyuruyor. Ve belki de en önemlisi: Özgürlüğün hâlâ mümkün olduğuna dair o ince, kırılgan ama ısrarlı umudu hatırlatıyor.

#Ey Özgürlük bazen hepimizin ihtiyaç duyduğu tek kelime oluyor.

Yorumunuzu şu adrese bırakın Cevabı iptal Et

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.