Gotiklik, hâlâ onlara bağladığımız tozlu klişelerin çok ötesinde bir kavram. İddia edilen kimlik, sessiz talepler ve fethedilen özgürlükler arasında gotik tarz, dünyada var olmanın başka bir yolunu keşfetmek için, aslında verimli bir zemin. Ancak bu zeminde ortaya çıkan, “özgürlüğümüzü nasıl kullanmalıyız” sorusu, kimlik, isyan ve görünüm sorunsallarını baştan sona kateden kırmızı iplikle gotik kumaşı dokuyor.
Kültürel köklerine ve zengin tarihine rağmen, Got hareketi klişelerin kurbanı olmaya devam ediyor: “Gotlar karamsardır. Krizdeki gençlerdir. Depresyonda oldukları için siyah giyinirler. Ya ölüme taparlar ya da şeytandırlar.”: Bu stereotipleştirmeler, karanlık, karmaşık ve içe dönük olana karşı toplumsal bir korkuyu ortaya koyuyor. Oysa karamsarlıkta anlamını bulan şey gotiğin, üzüntü, öfke, varoluşsal boşluk gibi ötekileştirilmiş duygulara yer açması; siyah rengin sosyal, estetik ve sembolik anlamlarına göndermelerde bulunması.
Gotik, bana kalırsa, gizemin, hayatın kırılganlığının, hissin ve anlamın peşine cesaretle düşenin, düşünümde bulunanın; yürek, sanat ve şiir dolu bir arketipin keşfi. Got’un kendine dönük farkındalık geliştirmesi, bir şeyin sırf bilincine varmaktan daha fazlası.
Gotik terimi, 18. Yüzyılda karanlık ve romantik bir edebi türü (Mary Shelley, Bram Stoker, Edgar Allan Poe vb.) tanımlamadan önce, ilk olarak Orta Çağın estetik kabullerinden ve mimarisinden esinlendi.
Harap kalelerin, terk edilmiş şatoların, eski hapishanelerin, kasvetli manastırların, katedrallerin gizli kapılarının, tehditkâr kulelerinin, labirent gibi tünellerinin, korkunç mahzenlerinin, terk edilmiş mezarlıkların karanlık, rahatsız edici ve gizemli çağrışımları, modernitede faşist erkin işkence mekânlarına ve dikey iktidar örüntülerinin tezahürlerine bağlanıp, siyasi alegoriler kurulmasını sağlıyorlar. Karanlık orman, mağara, dolunay, sis, fırtına, azgın deniz vb. doğal unsurlar da, korku, gizem, melankoli, çöküş, varoluşun kibri ve kaçınılmaz ölüm duygusu kışkırtısının imgelerini tahkim ediyorlar.
Faşizan erk, Gotik’in mimarisinden alacakaranlığını, tonozlarının ojivini (dik kenar), gövdelerinin dikeyliğini, kapatılma mekânlarını ve ataerkil otoriteyi ödünç aldı. Ataerkil gücün taşlaşmış hâli olarak gotik şato, onu yöneten kişinin hem yasak koyucu hem arzulanan otorite olması bakımından, Lacanyen, Baba’nın Yasası’nı akla getiriyor. Şato’nun gizli odaları, bastırılmış arzuların ve iktidarın karanlık yüzünün alegorisi. Mimarisi, “erkek” soyunun sürekliliğini ve ‘babasal’ kontrol alanını temsil ediyor. Kadın karakter, bu mekânda çoğu zaman hapsedilen, gözetlenen, susturulan bir figür: Otranto Şatosu’nun Isabella’sında, Thornfield Malikanesi’nin Bertha Mason’unda, Rebecca’nın Bayan de Winter’inde olduğu gibi.
Gotik olmak aslında dünyaya karşı bir duruşu simgeliyor; patolojik anatomi müzesi haline gelen, çivisi çıkmış bir dünyaya karşı bir duruşu… Her şeyin standartlaştığı ve algoritmik hale geldiği bir zamanda gotik, farklı olma hakkını haklı çıkarmak zorunda kalmadan farklı olma hakkını, kapitalizmin ölümcül telaşını, aceleciliğini kıran yavaşlığı, dünyanın uğultusuna karşı sessizliği, mutluluk ideolojisine karşı melankoli hakkını, gölgedeki güzelliği, yargılamadan sevme hakkını, ikilikler ve tekdüzelikler üzerine inşa edilmiş bir dünyada karmaşıklık ve derinlik hakkını talep ediyor. Kısacası Gotik, tektipliğin, mutluluk kültünün, performatik kapitalizmin döngüselliğinin ve gürültünün soluk alıp verdiği bir uzamda, trajik zaman çevriminin temsil biçimlerini oluşturmayı iddia ediyor. Gotik, kapitalizmin yıkıcı teleolojisini oluşturan, üretkenlik kültünü ve cilalı bir imaja yönelik kitsch estetiğini sessizce kınayan bir hareket olmanın yanı sıra üyelerine, içsel bir özgürlük ufku da sunuyor. Gotik, Foucault’nun “Panoptikon”unun büyütecini kullanmadan, yargılamadan ve geçici heveslerden uzak, bir özgürlük alanı açıyor.
Bu bağlamda Gotların, ülkemizde, gündelik yaşamın ritminde özgürlüğün ırzına geçmenin kurbansal tekrarını kanıksayan bir kolektif belleğe itiraz etmesi bekleniyor. Ancak neo-Gotik’in, bir aidiyetten ziyade kişisel bir iddiaya dönüştüğü gözleniyor. Başka bir deyişle, yasağı ortadan kaldırmadan, onu askıya almak olarak sınırı aşma deneyimlerinin bir gösterisine dönüşüyor. Bu bağlamda, temaşa edenin, olup biteni kıyıdan köşeden seyredenin hayat tarzı, konfor alanından çıkmadan direnmeye dair yeni bir politik temsiliyet problematiği ortaya çıkarıyor: müesses nizamın gerçeği rafine edişine eylemle değil, bir seyirle, bir dış görünüm estetiğiyle, bir tefekkürle itiraz.
Gotik hareket açıkça politik olmasa da, toplumsal uyumu reddetmesi açısından, son derece yıkıcı bir direniş alanı. Siyah giymek, kendini ‘okült’ sembollerle veya korkunç şiirlerle çevrelemek, bağırmadan ‘hayır’ demenin bir yolu gibi duruyor: Başka bir deyişle, bakış ve görmenin özgüllüğü içerisinde dile gelen, samimi, görsel ve sembolik bir direniş eylemini imliyor.
Bir rengin anlamı her zaman bağlama göre değişiyor. Gotik üslubun ‘siyah kuzgunu’, sarkaç benzeri bir hareketle çevresindeki çok renklilikle çatışmaya girip burjuvazinin giyiminde en sevdiği renk haline geldi. Anarşizmi veya faşizmi temsil ettiğinde anti-burjuva, anti-kapitalist bir duruşun sembolü oldu. Siyah “aşırı” bir renk, “nüanssız, uzlaşma nedir bilmeyen bir renk. Bu renk, aslında, “müesses” her şeyin yok olma arzusunu temsil ediyor. Fakat yıkımın ardından, tıpkı geceyi takip eden gündüz, kışı takip eden bahar, kaosun karanlığını kovan ışık gibi, yeniden doğuşu da simgeliyor. Siyah bayrağın nihilist gizemi, işte bu yeniden doğuşun usaresinde kuluçkalanan “anarşist” ütopyada açığa çıkıyor.
Gotiğin siyasallığı, onun belli bir bilişsel uyumsuzluğa dayanmasından geliyor. Taassup ve her türlü ayrımcılık, ilerici ve kapsayıcı olan bu topluluk içinde genellikle reddediliyor. Bu reddiyeler, eksantrik olması sebebiyle ayrımcılığa maruz kalmaya yatkın olan gotik kültürünün doğasıyla yakından ilişkili. Ayrıca, androjenliğin gotik kültürde son derece yaygın olduğunu da belirtmek gerekiyor. Irkçılığı, kadın düşmanlığını, queerfobiyi veya başka herhangi bir ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğü hoş görmek, çifte bir paradoks telakki ediliyor: hoşgörüsüzlük paradoksu ve gotik kültürünün, topluluğunun doğasına saygısızlık paradoksu.
Özetle, bir birey gotik müzik dinleyip transfobik olabiliyor, çünkü onun istediğini dinlemesini, istediği gibi giyinmesini engellemek, belli bir hoş gürü ilkesini ona dayatmak anlamına geliyor. Ama bu tür hoşgörüsüz kişiler yine de, gotik mekanlarda ve etkinliklerde “persona non grata” muamelesi görüyorlar.
Bu toplulukta din konusunda belirgin bir çoğulculukla karşılaşıyoruz. Gotik’in Pantheon’unda, Hristiyan ya da Müslüman Gotların yanı sıra, farklı inanç biçimlerine mensup figürler de yer alıyor. Bu ‘Pantheon’ inanç alanında, ateizmden agnostisizme, çeşitli paganizm türlerinden tek tanrılı dinlere kadar uzanan zengin ve renkli bir yelpaze sunuyor. Bu çeşitlilik, Gotik’in geleneksel dinlerin katı sınırlarından uzaklaşmakla sağladığı özgürleşmeyle açıklanıyor.
Neo-gotikte, uç gotikleştirme, abartılı klişeler, anlamsız estetikleştirme gibi, anlamı, özgünlüğü ve aktarımı felç eden bazı ‘kitsch’ aşırılıklar bulunuyor. Oysa bir festivalde korse giymeniz gotik olduğunuz anlamına gelmiyor. Karanlık selfiler paylaşmanız da gotik olmadığınız anlamına gelmiyor. Gotik olmak, içinizdeki en insani, en ham ve en derin olana yaklaşmanız anlamına geliyor. Yüzeysel olana hayır, yoğunluğa, tuhaflığa ve farklı güzelliğe evet demek anlamına geliyor: klişelerin geçiciliğini, derinliğin kalıcılığını tescil eden bir kümeyi işaretliyor. Çünkü gotik olmak, içsel bir yolculuk; bir feragat değil; ahlaki ya da ideolojik bir filtre hiç değil.
Gotik stil, ikinci bir cilt gibi, bir görünümden fazlasını temsil ediyor: Gotik aykırılığın bu sunumunda, toplumsal cinsiyetle, güzellik standartlarıyla ve estetik diktelerle alay ediliyor. Vücudu, yaşayan bir sanat eseri olarak sergilerken, alternatif bir güzellik anlayışını savunuyor.
Gotik’in cazibesi, uyandırdığı güçlü hislerde yatıyor. Tehdidin şehvetli, dehşetin büyüleyici hale geldiği muğlak bir hazda yatıyor. Burada güzelliğe başka bir estetik kategori ekleniyor: Yüce, Yücelik. Güzellik, sonlu, pürüzsüz, düz, berrak, uçucu, hoş ve rasyonel olanla; “Yüce” ise, sonsuz, pürüzlü, düzensiz, karanlık, devasa, rahatsız edici, hayali ve irrasyonel olanla ilgili. Yüce bu bağlamda, ‘bir uzam, bellek ve imge hırsızı’ olarak boy gösteriyor. İmge, tam da bu noktada, tüm dönüştürücü gücüyle ortaya çıkıyor.
Karanlık romantizmden, mimariden ve Hristiyan imgelerinden ilham alan bu stil, bugüne ait bir kültürel kimlik, özgün bir kompozisyon oluşturarak kendini bir geleneğe kazımayı amaçlıyor. Haç, bir çeşit masumiyeti imleyen messiyanik zamanın bir temsiline; siyah ruj, bedenin, toplumsal çürümeye dair bir hafızayı sakladığına ve güzelliğin ölümle temas etmesine işaret ediyor. Kadınsı, çekici tonların reddedilerek kadınlığın karanlık, tehditkâr, özerk bir yüzünü vurguluyor. Siyah dudak, varoluşsal bir suskunluğu temsil ediyor. Gümüş yüzükler, takılar, ölüm sonrası dünyanın soğuk parıltısıyla ilişkili. Gümüş, hissizliğin asaleti, bir tür ölüm estetiğinin takısı olarak öne çıkıyor.
Trendlerin baş döndürücü bir hızla birbirini takip ettiği son derece standartlaşmış bir dünyada gotik stil, tutarsızlıkta, uyumsuzlukta saklı olan kişisel yaratıcılığı savunuyor. Gotik bir görünüm yaratmak, bireyin, dünyaya karşı kendi zırhını inşa etmesi biraz da. Darkwave müzik dinlemenin, ruhu beslemesi gibi. Gölgelerde yazmanın, çizmenin, dans etmenin ve yaratmanın, bireyselliği yeniden doğrulayan etkinlikler olmaları gibi.
Bu aykırılıklar, toplumun güzellik normlarına meydan okuma anlamına da geliyor. Bu bağlamda, beden farklı zamansallıkların uyumlaştırılması için tercih edilen bir araç haline geliyor. Ve bunun, estetik konfor alanından çıkmayanın zamansal ritminde bir kırılma yaratması bekleniyor.
Günümüzde minimalist gotiklerden, renkli gotiklerden, makyajsız gotiklerden, queer gotiklerden, gotik ebeveynlerden, gotik araştırmacılar ve gotik sanatçılardan çoğul bir gotik kolektif mevcut. Onları birleştiren şey, artık tek bir estetik değil; ortak bir iç titreşim. Bu, klasik kalıplara uymayanların ama yoğunlukla kendi dünyalarını yaratanların gotik çoğulculuğu ki, derinlikle birleşen bir tutarlılığı öne çıkarıyor. Bu külliyatta, imgenin, müziğin ve sözün çoğulluğundan meydana gelen ve düşünümsellikle iç çoğulluğa bağlanan bir yapıdan söz etmek mümkün.
Gotik akımın mensupları, ayrı bir dünyaya ait olma hissini yüceltiyorlar. Bu son derece ‘teatral evrende’, karanlıktaki güzelliği görmek ön planda. Bu heterojen kümede güzellik arayışı, bir ‘marazilikle’ yakından ilişkili. Bu bağlamda, beden, bir sanat nesnesi olarak kabul ediliyor.
Gotikte ölüm takıntısı, kısmen ölümsüzlük ve her yerde bulunma arzusuyla şekillenen toplumlarda, bedenin en dış sınırlarını açığa çıkarma arzusuyla açıklanıyor. Bu bağlamda Gotik estetik, hastalıklı (morbide) imgelerin kullanımıyla nihai sınırı belirliyor: Yaşamın değerli doğasını hatırlatmak için, size bir ölüm alegorisi sunuyor.
Dolayısıyla, beden ve ölüm hakkındaki baskın söylemden açıkça ayrılıyor; çünkü gelecekteki bir ceset ve kadavralaşma sürecinde kendine rağmen kendini bir aktör olarak görme, modernitenin bedensel imgelerinde sıkça ihmal ediliyor. Modernitenin bedensel imgeleri, saf çizgilere sahip, pürüzsüz vücutlar. Ancak pürüzsüz ve saf olana bu saplantı, kişinin kendi içinde, içinde bulunduğu bedende yerleşik bir ölüm musallatını, sürekli olarak zihne geri çağırıyor.
Kısacası, gotiğin ortaya koyduğu gerçeklik, zamansal temsil biçimlerini de yedeğine alarak, aykırılığın arzu düğümleri içinde, bedenin ölümsel kipliğinin fetişleştirmesini kapsıyor.
Gotik kültür, toplumsal alanda bir yer edinmeyi; tanınma arzusunu somutlaştırıyor: yaşama arzusunu ifade eden davranışları, ‘patolojik olmaktan çıkarma girişimini’ yansıtıyor.
Gotik hareket, şiddeti kendine yöneltme olgusuna, hem toplumsal hem de sanatsal bir biçim kazandırıyor. Marilyn Manson tarzında yara izi bırakma ve hatta bedenin modifikasyonu gibi, bedene yönelik farklı saldırı biçimlerini açığa çıkarıyor. Ve o uğrakta şiddet amili, artık dilsel bir yaratım olmaktan çıkıp bedensel bir görüngüye dönüşüyor.
Beden/ benlik dediğiniz olgu, akışkan bir şey: çokluk, zamanın ruhuna ya da Lacancı tabirle, simgesel alanın (Le Symbolique) kümesinde olan dilin, yasanın, ve kültürün, öznenin arzularını şekillendiren manipülasyonlarına ve iktidarın kurgularına göre şekil alıyor. Diğer taraftan insan, kendi bedeninde içselleştirdiği düşünme, davranma, hissetme ve kavrama şemalarından oluşan ‘bedensel bir habitustan’ ibaret. Bu bağlamda gotik akım, toplumsal normlardan bağımsız olarak kişinin bedenine sahip olma hakkını da içeren daha geniş bir tanınma arayışında: Bedenin, kimliğin dayanağı olduğu toplumsal söylemi kabul edip, baskın estetik kodları reddeden bir tanınma arayışında.
Özetle Gotik, Foucault`nun bahsettiği iktidar ilişkilerinde etkili olan ve bedene sirayet eden kısıtlamaları, baskıları, disiplin örüntülerini yine beden üzerinden reddetmenin bir öğretisine dönüşürken, ‘Simgesel’ olanı aykırılıkta çözen bir ivme yakalıyor.
Kültürel değerin üretimi dediğiniz şey, ‘üreticilerin’ ve ‘tüketicilerin’ uzamı hesaba katılmadan gerçekleşmiyor. Ülkemizde artık, değerin üretimi alanının aktörlerinin (devlet, halk) arasındaki nesnel ilişkilerin bozulduğu bir bağlam söz konusu. Demem o ki, modernlikle birlikte ortaya çıkan otonom/ özerk birey kurgusu ile erkin baskın muhafazakar kimlik dayatması arasında ters bir koşutluk işliyor. Bu da, ne kadar özerk birey, o kadar muhafazakâr refleks anlamına geliyor. Muhafazakârlığın zamana dair tahayyülü, imgelemi ve onu tecrübe etme biçimleri, özerk olmaya meyleden gotik öznenin zaman kayıtlarını darmadağın ediyor. Çünkü politik erkin gerileme eksenine oturmuş zamansallık algısı/ tarihselliği, ilerleme ve aykırılık ufkuna oturmuş gotik bir zamansallığı dışlıyor: Öznenin sınırlı varoluş süresini aşmasına, kendini sosyo-politik bir gelecek ufkunda bedeninin yaşam süresinin ötesine yansıtmasına olanak tanıyan bir zaman kaydı modelinin yokluğu, gotik özneyi yeni bir zamansallık arayışına itiyor. O çatışmalı (antagonist) aralıkta gotik imge, otonom bir öznelliğin sınır bölgesi veya ufuk çizgisi; modernlik tahayyüllünün bir parçası olarak konumlanıyor.

Dünyayla ilişkiyi yeniden sembolize etme girişimi, genç Gotların zamansallıkla olan ilişkilerinde kendini gösteriyor. Hareketin önerdiği anlam ufku, genç nesillerin anlam yüklü bir zamansallığa yeniden girme aciliyetini hatırlatıyor. Ancak, bilhassa ülkemizde, genç Gotlar, diğer ilerici kümenin tüm bireyleri gibi, bugün bir zamansallıktan yoksun olmaktan muzdarip. Başka bir deyişle, piyasanın veya kapitalizmin dışında kendi varlık alanını bulan ve bu alanda kendi için var olmaya çalışan özne, Leviathan’ın kıskaçları arasında, özgürlüklerinin sakatlandığını düşünüyor.
Geçmişte, modern toplumların mitolojileri, ütopyaları, Gotlara/ gençlere “nereden gelip nereye gidiyorum” sorularını yanıtlama olanağı sağlarken, yavaş yavaş çökerek yok oldular. Ütopya vakumunda, özne artık kendini “Büyük Tarih” anlatısına yerleştiremez, geçmişi ve geleceğiyle ilişkisini kuramaz, kökenlerini, kimliğini ve kaderini belirleyemez hale geldi: bundan dolayı, özellikle zamansallıkla farklı ilişkiler deneyerek, kendi inşa edeceği, samimi ve kişiselleştirilmiş bir model arayışına girdi.
Gotik bu bağlamda, müesses nizamın zamanla kurduğu ilişkisinde önemli çatlaklar yaratan alanlardan bir tanesine dönüşüyor: Şiddetin ve estetiğin tekelini bünyesinde barındıran müesses nizamın mitlerini çözen, bir tür ‘mit-çözücü’ haline geliyor. Başka bir deyişle Gotik, bir çeşit arzu dolayımlayıcısı olarak, nihilizmden ve anarşizmden ödünç aldığı ‘arzularla’ mimetik bir konstellasyon oluşturup, farklı toplumsal düzlemlerin kesiştiği bir arzu ikamesi içerisinde var oluyor.
“Gotik terör”, alegorik, soyut, ima edilen, muğlak, hayal edilen, saklı olan tarafından uyandırılan, belirsizlikten beslenen bir olgu olup Edmond Burke[1] kökenli bir kavram. Bu açıdan “yüce” (sublime) ile uyumlu olup onun estetiğine katkıda bulunuyor. Korku ise, fiziksel bir canavarlıkla doğrudan ve somut bir yüzleşmenin uyandırdığı bir his. Bu bağlamda gotik canavar, erkin yozlaşmış biçimlerinin bir alegorisi olup, toplumun bastırdığı ya da ötekileştirdiği kimliklerin (kadın, queer, yabancı, alt sınıf, muhalif) şeytanlaştırılmış kipi olarak toplumsal sahneye geri dönüyor. Vampir ise, soyluluk ve sömürü ilişkisini, erotize ederek temsil ediyor. Gotik’te hayaletler, yer yer ceset görünümü alan canavarca figürler olup, saldırgan ve ‘şeytanidir’. Bu ‘şeytanlar’, toplumsallığın kör noktalarının alegorileri aslında: kameranın ulaşmadığı kör noktalarda bir gazetecinin, Ahmet Minguzzi’nin, bir kadının bıçaklanmasının, bir muhalife komplo kurulmasının, kamunun malının hortumlanmasının, karanlık mafya örüntülerinin alegorileri…
Gotik terör, büyük ölçüde 18. Yüzyılın feodal aristokrasinin bir icadı. Akıl çağının aşırı titiz yargıçları, Shakespeare ve çağdaşlarının kullandığı hayaletlere ve sadist vahşetlere hiç ihtiyaç duymamışlardı. Ancak Aydınlanmanın sonuna gelindiğinde, bu bastırılmış hayaletler, intikamla geri döndüler. Aydınlanmanın gölgeli yüzü, Batı düşüncesini “karanlık” tarafından rahatsız edilen yeni bir duyarlılık biçimine açtı. Ancak gecenin ışığı nasıl istila ettiğinin öyküsünü, tarih yazmaya devam ediyor. Aydınlanma Çağı, bana kalırsa, ortaya çıkabilecek kaosu savuşturmak için müthiş bir ‘kurguydu’. Marki de Sade olsaydı muhtemelen, “insanlar aklın, onların meşalesiyle kendi meşalesini tutuşturduğunu düşünmeden, tutkulara, entropiye karşı çıkıyorlar” derdi.
Aydınlanmanın ışığı, sadece içsel bir gölge tarafından tehdit edilmiyor. Canavar imgesiyle geri dönen şey aslında, sistemsel olana muhalif olarak konumlanan, kendini aykırı bir nazara ve zamana açanı ezen “Leviathan”ın, mezarlarından uyandırdığı, siyasi olarak kullanışlı, arketipleridir: Tek sesliliğin karşısında itiraz zamanının imkânını yaratmaya çalışanı ezen iktidarların, yeni maskelerle hortlayan unsurlardır.

Kısacası Gotik’in erk alegorileri, görünürde doğaüstü olanın ardında, iktidarın karanlık yüzünü gösteriyorlar. Şato, canavar, hayalet, delilik, toplumsal, cinsel ve kültürel iktidar düzenlerinin çatlaklarını temsil eden olgular. Kısacası Gotik, sadece korku ve terörün değil, erkin çözülmesinin ve dönüşümünün de sahnesi.
Karanlık romantizmin gotikle sentezlendiği edebi uğraklarda “ölümü çağıran dolunay” ya da “uluyan kargaşa” gibi yoğun simgesel temsiller, daha çok romantik-gotik geleneğin (örneğin Poe, Coleridge, Byron veya Wilde’ın çağdaşı dekadanların Baudelaire, Huysmans gibi) karakteristik ögeleri olup, “gece” izlenimleri uyandırıyorlar.
Oscar Wilde’da, dolunay, çoğu kez, güzelliğin çürümesi, arzunun günahla birleşmesi ve yapay estetiğin doğaya karşı kazandığı trajik zaferin simgesiydi. Örneğin Salome’de ay, hem Salome’nin masumiyetinin hem de arzunun ölümcül yüzünün bir yansımasıydı.
Neo-gotik, gotiğin ve karanlık romantizmin konakladığı durakları silmeyerek dile geldiği tüm arketiplerin kaydını tutmasıyla açığa çıkıyor. Bu kaydı, genellikle arzu kaymalarının sebep olduğu ve giderek isyan ve romantizm arasında sıkışmış bir ‘alacakaranlık estetiğiyle’ tutuyor.
Gotik, hem gizleyen hem gizi deşifre eden her şeyi seviyor: sisi, bulutları, karanlığı, geceyi örten peçenin üzerindeki sırrı deşifre eden ışığı, korkulanı ama aynı zamanda arzulananı, şiirselliğin tülden örtülerini, özneyi görüşten gizleyen perdeleri sıyırmayı, hayal kurmaya teşvik eden belirsizliği seviyor: çünkü belirsizlik, hayal gücünü kışkırtıyor. Ancak belirsizliğin, erkin kullanışlı siyasal bir aracına dönüştüğü uğraklarda, belirli bir gelecek ufkunu sahipleniyor.
Özetle Gotik, her şeyden önce estetik bir duygu; özellikle de yücelik mimarisinin kalıntılarıyla çağrıştırılan, ürkünç, karanlık ve gizemli bir geçmişin düşsel keşfi: mantık kurallarına kayıtsız, gündelik hayatın gerçekçiliğine karşı konuşlanan bir ‘harabe melankolisi’.
Ama aynı zamanda, ölümün, zamanın ıssızlığının, varoluşun hiçliğinin, geçmişin mitlerinin “Öteki” kimliğinde arketipsel geri dönüşünün, muhalif kümenin, muhafazakar söylemi tahkim etmek için vampir, canavar, vb. olarak şeytanlaştırılması girişimlerini akamete uğratan momentumun, masalsılıkla gerçekçilik sentezinin estetik bir kalkışmasıdır. Gotik bu bağlamda, modernitenin lanetli yönünü hâlâ içinde barındıran duyarlılıklarda, bir devrimin habercisi olabilir mi?
Kaynakça
Wilde Oscar. (1893). Salome. Çev. Murat Erşen. İmge Kitabevi: 2018.
Burke Edmund. (1757-59). Yüce ve Güzel Kavramlarının Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma. Çev. M. Barış Gümüşbaş. BilgeSu Yayıncılık: 2008.
[1] Gotik terörün estetik ve duygusal etkisinin Burke’nin “yüce” (sublime) teorisiyle ilişkisi olarak.


Bir Cevap Bırakın