Ahmet Haşim’in Nâzım Hikmet’e kini çok öncelere dayanıyordu. Bu kinin ilk ayağı Nâzım Hikmet’in Mehmet Emin’in milli şair olamayacağına dair yazdığı makaledir. Gerçekten de Nâzım Hikmet edebiyatta putları yıkıyordu. Bu kadar düşman kazanması da olağandı.
Nâzım Hikmet deyince akla ilk gelen özelliklerden biri de onun gerek edebi gerek de siyasal alanda bulunduğu noktaya dövüşerek, bedel ödeyerek gelmesidir. Siyasal alanda bu bedeli yıllarını hapishanede geçirerek ödeyen Nâzım Hikmet; edebi sahada da eskinin o kalın, köhne duvarlarına kafa atarak ve onları teker teker yıkarak bugünlere gelmiştir. Bu yazıda Nâzım’ın edebi alanda eskinin ve burjuvazinin ağababalarına nasıl meydan okuyarak yükseldiğine dair örnekler vermeye çalışacağım.
Aşağıda da göreceğiniz üzere, yeni bir edebiyat anlayışı getirdiği için Nâzım Hikmet’e eskilerden ve hatta bir süre sonra yenilerden de (Peyami Safa gibi) türlü sataşmalar gelmiştir.
Nâzım Hikmet 1929 yılında Babıali’de bütün genç edebiyatçıların lideri olarak yer almıştı. Yeni bir şiir, yeni bir sanat anlayışı, yeni bir edebiyat anlayışı ile bütün gözleri üzerinde toplamış, yeniciliğin sembolü olmuştu. Babıali’de eskiden olduğu gibi ‘yeniler – eskiler’ grupları teşekkül etmiş, Güzel Sanatlar Birliği Edebiyat Şubesi bu ‘yeniler – eskiler’ gruplarının mücadele ocağı halini almıştı. Türk Ocağı da bu tartışma içinde Hamdullah Suphi’nin liderliğinde eskiyi savunanların merkezi olarak görülüyordu.
Nâzım Hikmet hem Resimli Ay dergisinde çalışıyor hem de Hareket’ e yardım ediyordu. Nâzım Hikmet’in dilden dile dolaşan şiirleri ile Babıali’ye hakim olması eski edebiyatı savunan edebiyatçıları çileden çıkarmaya başlıyordu.
Resimli Ay dergisinde yeni sanat anlayışının ilkelerini ve özelliklerini “Putları Yıkıyoruz” (Haziran 1929) başlığı altında açıklamaya çalışan Nâzım Hikmet, yazılarından birinde Abdülhak Hamid Tarhan’a “dahi âzam (son derece zeki)” diyenleri eleştirerek Resimli Ay’ın Haziran 1929 tarihli sayısında şöyle diyordu: “Dahi sanatkarın umumi vasfı mensup bulunduğu milletin içtimai inkişaf merhalesini, beynelmilel bir ehemmiyet alacak derecede ifade etmektir. Fakat kendisi sarayından çıkmayan bir beyzadedir. Hamid Bey devri için yeni, ancak geleceği görememiş, halkıyla bütünleşememiş kuvvetli bir Osmanlı şairidir, işte o kadar!”
Hamdullah Suphi Tanrıöver, Vâlâ Nureddin ve Nâzım Hikmet’e Açıktan Saldırıyor
Nâzım Hikmet’in “Putları Yıkıyoruz” yazılarına Hamdullah Suphi Tanrıöver oldukça sert bir cevap yazdı. Bu cevabın bir yerinde diyordu ki:
“… Bazıları ipten ve kazıktan kurtulmuş kaşarlı sabıkalılardır. …Anadolu harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan ürkerek, maarif vekaletini dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz’i aşıp Bolşeviklere iltihak eden iki vatansızdan bir tanesi şimdi Akşam gazetesinin sütunlarında bir halayık ismi ve orta oyunu soytarılığı yaparak halkı güldürmeye çalışıyor. …Biliyorsunuz ki bu taarruz yalnız bana karşı değildir. Bu salyalı dişler sıra ile Abdülhak Hamid’e, Ahmet Hâşim’e ve Falih Rıfkı’ya karşı da aynı gayz ile hırladılar. …Karşımızdakiler kimlerdir? Bolşevik kapısının müseccel köpekleri ! Putları kıranlar bunlardır“ (7 Temmuz 1929 İkdam).
Oysa Hamdullah Suphi de iyi biliyordu ki Nâzım Hikmet de, Vâlâ Nurettin de hükümetten harcırah almamış, kaçmamışlardı. Hamdullah Suphi’nin Bakan olduğu sıralarda, Vâlâ Nureddin’in öğretmenlik maaşları vaktinde ödenmemiş, biriken aylıkları almak için Ankara’ya giden Vâlâ, Hamdullah Suphi’ye durumu anlatmıştı. Bakan da -yani bizzat Hamdullah Suphi- biriken maaşının verilmesi emrini imzalamış, Valâ’ya vermişti. Nâzım Hikmet de Vâlâ’nın bu parasından faydalanarak şarka, oradan da Rusya’ya geçmişti. Yani kaçma söz konusu değildi. (bknz . Bu dünyadan Nâzım Geçti – Vâlâ Nureddin).
Hamdullah Suphi’nin konuyu rayından çıkaran bu hakaret dolu metni Türk Ocağı bünyesindeki gençleri ateşledi. Milliyetçi gençler, Nâzım Hikmet’in Resimli Ay dergisinin önünde 7 Temmuz günü kalabalık guruplar halinde gösteri yapmışlardı. Putları Yıkmak kelimesi Nâzım’ın ve dergisinin ısrarla komünistlikle alakası yok biz sadece edebi putları kastediyoruz demesine rağmen özellikle milliyetçi cephe de büyük infial yaratmıştı. Eskileri temsilen Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu var güçleri ile yenilerin temsilcisi Nâzım Hikmet ve yayın organı Resimli Ay’a saldırıyorlardı.
Tüm bu saldırılara karşı Nâzım Hikmet en iyi cevap olarak şiiri seçiyor ve Hamdullah Suphi’ye bir şiir ile yanıt veriyor:
“ …
ben ki ilmikleri sabunlu iplere bakıp
kıllı kalın ensemi kaşımışım
tehdidine pabuç
bırakır mıyım hiç?
behey!
kara boynuz gibi kaşlı
mukaddes apis başlı adam
behey yüzü kara!
ruhunu zenci bir esir gibi çıkardın pazara
bir orospu odası yaptın kafatasını
haki ceketli ölülerin ceplerinden
çalarak parasını
satın aldın kendine
İsviçre dağlarının havasını
… “
Nâzım’ın bu şiiri o zamana kadar görülmedik bir yankı uyandırdı. Kartal dergisi de karikatürlerle polemiğe katıldı. Cepheler genişliyordu. Başlarda yalnız olan Nâzım Hikmet’e bu kez Vâlâ Nureddin, Halit Fahri ve Sadri Ertem yeni edebiyatı savunan ortak bir yazı yazarak destek çıkmışlardı. Karşı cephede ise Yakup Kadri , Ahmet Hâşim ve Hamdullah Suphi’nin önderliğinde eski edebiyat savunucuları yenileri ‘komünistlikle’ suçluyorlardı.
Ahmet Haşim’in Nâzım Hikmet’e kini çok öncelere dayanıyordu. Bu kinin ilk ayağı Nâzım Hikmet’in Mehmet Emin’in milli şair olamayacağına dair yazdığı makaledir. Gerçekten de Nâzım Hikmet edebiyatta putları yıkıyordu. Bu kadar düşman kazanması da olağandı.
“Cevap No 2” adlı şiirinde Nâzım Hikmet bu kez de Ahmet Hâşim’i yerden yere vuruyor ve edebiyat dünyasında Ahmet Hâşim’in kurtulamayacağı bir sıfat olan “Bağdadi Şaklaban” sıfatını Hâşim’e yapıştırıyordu:
“ …
iki serseri var
ikinci serseri
atlas yakalı sarhoş sofralarında
Bağdatlı bir dilencinin çaldığı sazdır
Fransız emperyalizminin
idare meclisinde ayvazdır.
…
anlaşılan
bağdadi şaklaban
unutmuş
mösyö bilmem kimle beraber
Adana – Mersin hattında o kuşu yolduğumu
koca göbeklerin Russell kuşağı sen,
sen uşşak murabbaı
sen uşşak mik’abı
satılmış uşşakların uşağı sen !!!
… “
Bu şiir ile Nâzım Hikmet eski şiire karşı kesin zaferini kazanıyordu. Her ne kadar eskiciler Nâzım’ı türlü jurnallerle suçlasalar da gençlerin çoğunluğu Nâzım şiirlerini ellerinden bırakmıyorlardı. İkdam, Milliyet ve Hakimiyet-i Milliye gibi gazeteler sütunlarını Nâzım şiirlerine açıyorlardı. Çünkü hayran kitlesi oldukça genişlemişti.
Nâzım Hikmet’e Şimdi de Peyami Safa Saldırıyor!
Peyami Safa eleştiri oklarını yönelttiği ilk metni şöyle bitiriyordu:
“ … Nâzım fikirleri yüzünden değil kendi istediği için takip edilmiştir. Bu psikolojik nokta, eski dostumuzun ruhunda bütün ihtirasları idare eden bir tek faal merkezdir.
… Nâzım’ın yazısındaki şişkinlik ve gaz dolu bir göbeğin çıkardığı gurultu, onun kabiliyetsizliğinden değil, belki aslında kıt olan cevherini bir bumbar gibi şişirerek daha geniş ve okkalı bir hacimde göstermek için hava tabakalarıyla doldurmak istemesindendir.” (Hafta-15 Temmuz 1935)
Nâzım’a açıktan yeteneksiz diyemeyen Peyami Safa, cevheri az gibi kelimelere başvurarak kaçak dövüşüyordu.
Peyami Safa, Nâzım’a düşman kesildikten sonra anlayamadığı bu şairi elbette ki şöyle küçültmeye çalışacaktı: “Bizim Nâzım kolay fikir, kolay sanat , kolay şöhret peşindedir.”
Oysaki aynı Peyami 6 yıl önce (1929’da) Nâzım’ın kitaplarını, şiirleri öv öve bitiremiyor ve gençlere tavsiye ediyordu.
Peyami, eleştiri tefrikasının ikincisini şu satırlarla bitiriyordu: “Nâzım su katılmamış bir burjuvadır ve en sahte tarafı komünist tarafıdır.”
Bu sataşma üzerine Nâzım Hikmet, Peyami Safa’yı asıl çileden çıkartacak olan “Bir Provokatör Üzerine Hiciv Denemeleri” isimli şiiri yeni yazmış ve tüm kamuoyuna duyurmuştu:
“ sen çıkmadın
çıkardılar karşıma seni!
kıllı,kara elleriyle tutup enseni
gövdeni yerden bir karış kaldırdılar
sonra birden bire
seni pantolonumun paçasına saldırdılar!
bir düşün oğlum
bir düşün ey yetimi Safa
bir düşün ki son defa anlayabilesin
sen bu kavgada
bir nokta bile değil,
bir küçük, eğri virgül,
bir zavallı vesilesin !
…
bir düşün oğlum
bir düşün ey yetimi Safa
bir düşün ve benden öğren ki son defa
fikir dediğin şeyin
karabet ustanın uduna benzemez suratı
o ne şapırtılarla çiğnenen bir sakız
ne “vatan-silistre” de Abdullah çavuşun tiradı
ne de “Bir akşamdı” da müteverrim bir bayan ilacıdır.
o, şahlanmış bir kavga atı
kalın kabzalı bir savaş kılıcıdır
bu ata atlayacak yürek
ve bu kabzaya bilek
gerek !
… “ (1935)
Farkındayım, oldukça uzun bir yazı oldu. Bu yazının geniş halini “Allahını Seven Defansa Gelsin” (Düşeyazanlar Yayıncılık,2014) kitabımda bulabilirsiniz.