[Geçmişi tarihsel olarak kurmak, gerçekten kurmak onu gerçekten olmuş olduğu gibi tanımak değil, tehlike anında birden parlıyıveren anıyı ele geçirmektir… Hiçbir olay, tarihin içinde kaybolmuş sayılamaz.]
Son Bakışta Aşk, Walter Benjamin, Çev. Nurdan Gürbilek, Metis Yay., 1993, s. 41
Alıntıladığım bu cümle, kitabın ‘Tarih Kavramı Üzerine’ bölümünden. Buradan iz sürmeden önce bu alıntıyı, bir alıntıyla daha tamamlamak gerekiyor. Benjamin’in yukarıdaki Son Bakışta Aşk kitabının çevirisini yapan Nurdan Gürbilek’in İkici Hayat kitabında bir tesbiti var o da şu; “Bazı metinler vardır, okurken yalnızca ne anlattığını değil, neyi anlatamadığını da duyarsınız. Bir eksiklik gibi duran şey, zamanla bir çağrıya, bir sezgiye dönüşür. Anlatı, kelimelerle çizilmiş bir harita kadar, suskunluklarla açılmış bir boşluktur da. Bu boşluk bazen bir gecikmenin, bazen de hatırlanmak istemeyen bir şeyin yeridir. Benim için yazı, tam da bu boşlukla ilişki kurma biçimidir. Yalnızca söylenene değil, söylenemeye de kulak veren dinleyiştir. Ve belki de en çok orada, o eksik yerde düşünce kendini bulur.”
Alıntılarla başlayan bu yazının aralığını biraz kapamak istiyorum. Daryush Shayegan’nın Yaralı Bilinç kitabında zihnimizin derin dehlizlerinde unuttuğumuz anları, günlük yaşamımızda karşılaştığımız bir obje, bir an, bir ses, bir jest ve durumlar üzerine bize hatırlattığı, hatırlatan ‘anlar’ın olduğu çok kısa ve net anlatır. Kitap soruları aramaz, kendiliğinden yanıtları bulur.
Söz’ün hayata eşlik etmesini ve hayatla senkron olmasını, sanatın etik ve estetik olan her anlamında fazlasıyla önemserim. Tam da bu noktada Prof. Dr. İsmail Tunalı’nın öğrencisi olmayı zamanın içinde çok önemserim. Estetik kitabında, etik değerlerinde ne kadar önemli olduğunu bana öğrettiği kendisine minnettarım.
Bellek ve Ruh Anatomisi
Yazdıklarımı, bana bir çağrışımlar yoluyla hatırlatan bir kitap okudum. Ruhunu ve duygularını satırlarını çize çize okuduğum bir kitap, çalışma masamda duruyor. Yazdıklarında, yazarın hafızasını kanattığı bir alan duygusu var. Hafızanın, dinmeyen bir söz’ü bellek ve ruh anatomisi üzerinden yürüyen izler var. Yazarın söz’ü olan alanı önemsiyorum. Çünkü kitabının 78. sayfasında yazar şunu söylüyor; “Yaşananların çöp olma ihtimali yok, oracıkta bir yerde duruyorlar, izleri var” diyor Cem Davran’ın yeni kitabı, bu gidiş gidiş değil kitabında. Hatırlamanın, arkeolojisini bir sosyolog gibi kazıyor. Kitap, ‘bellek’ ve ‘ruh’ üzerinden, iki alan üzerinde de yürüyor; ‘vicdan’ ve ‘dert’.
Yazarın kitabı bana tekrar Benjamin ve Shayegan’ın kitabına tekrar baktırdı. Biriken/birikmiş bir zamanın izlerini gördüm; ‘hatırlamak=geçmişe uzanan yol’ ve ‘hafıza’ kavramları üzerine zihnin perspektifleri açan bir bakış açısı yazılarında görülüyor. Bu noktaya önemsiyorum, çünkü zihnin ve hatırlamanın yasaları vardır. Bunu ben söylemiyorum, zamanın manzarası olan yazarın tarihi söylüyor.
‘Dert’, ‘Vicdan’ kişisel hayatımda benim için müstesna kelimelerdir. İnsanın ruhuna bir bıçak gibi saplanmışsa, ‘söz’ ve ‘yazı’ tarihi/sanatı hep aydınlatmıştır.
Degas’ın, tablolarındaki manzaraya bakma fikri, Benjamin’in tek bir kelimesi, Şostakoviç’in bir notası, Leonard Cohen’in tek bir bakışı yaşadıklarının derin iz’leridir. İz sürmek deyince aklıma iki isim daha geliyor; Andrei Tarkovksy ve Ömer Kavur. Neden? Zihnimi hep kanattılar odan. ‘Derin’ olan yerlere gitme önce kavramlardan başlar. O kavramlar, bizlere birikmiş ve acımasız zamanın duygusunun izlerini önümüze serer/bırakır.
Cem Davran’ın yazıları gibi iz ve izi sürmek beni çok ilgilendirmeye devam eden bir ruh hali. Çünkü geçmişin derinliğine -ve zamanın manzarasına- bakmanın ‘bakış açısı’nı önemsiyorum. O derinlikte; ‘dert’, ‘vicdan’ gibi iki kavramın etrafında, hayatlarını ilmek ilmek örmek zordur. O zorluğu aşan metinleri, fotoğrafları, filmleri, mimariyi, heykelleri açıkçası kıskanıyorum. Susmadan yazmanın kurallarını, renklerini, o renklerin tonunu, notalarını dahası yaşadığımız bu hayata dokunuşları, o anları içtenlikleriyle dert dediğim, vicdan dediğim insani kavramlarıyla hayatın ortasına bırakıyorlar. Bu, benim için paha biçilmez bir duygu. Cem Davran, kitabında bu paha biçilmez duygunun değil duygularının izlerini sürmüş. Bir bellek ve ruh anatomisini, kanayan yaralarını durdurmak için yazılarını yazmış.
Susmayan İzleri Anlatmanın Mirası
Pirandello’nun tiyatro metinleri, Velasquez’in tablolarına tekrar okuyalım/bakalım. Bize fısıldayan kelimelere ve sahnenin seslerine ressamın tablolarında bulunan renklere bakalım. Bizlere ne/neler anlatıyor? Biz o ayrıntılarda ne/neler okuyoruz? Yaşadığımız hayatın anlamı ne? Ölüp gittiğimizde, arkamızdan ne konuşulacak? Geride kalan hayatımız için bir kültürel miras bırakmayacaksak, yaşadığımız hayatın anlamı var mı?
Cem Davran’ın yazdıklarından şunu okuyoruz; anlatmanın ötesinde, bizlere sadece kişisel tarihin dokunaklı izlerini bırakmıyor, ruh izlerini de bırakıyor. Bunun tam adı; kültürel mirastır. Zihnindeki susmayan izleri anlatmanın mirası tam da budur. Yazar bize, sokakları, mahalleyi, dahası hayatının toplamı ruhunu anlatıyorsa bu kültürel miras üzerinden konuşmak gerek. Neden? Sezen Aksu, ‘Son Sarduryalar’ [Işık Doğudan Yükselir, albümü yıl, 1995] şarkısında şöyle bir cümlesi vardır; “Ah kaldırımlar biliyor bir devir, muhteşemdik.” Bu cümle aklıma Güzellik Çağı [Fernando Trueba, Belle Époque, 1992] filmini getirdi. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim bir İspanyol filmi. Cem Davran’ın kitabının izleri işte bize kaldırımları da o kaldırımda yaşayan hayatta şık ve fiyakalı durmuş karakterlerinde de onların ruhlarını hatırlatıyor ve anlatıyor. Kitap, bunun için çok kıymetli.
Cem Davran’ın yeni kitabını, iz sürerek kanayan bir ruhun hafızasını dinlendirmek gibi okudum. Yazı bu kitapta, yazarın kendi hayatının seslerini dinlendirmek için yazılmış bir belgeye bakarak satır aralarına baktım. Bu alanı çok önemsiyorum. Bilirim, insanın içinde dinmek bilmeyen sesleri durdurması zordur. Yazar, sesini durdurmuyor. Birçok cümlesinde bu noktaya çok takılıp kaldım. Bunu düşündüm. Ne oluyor bu takılıp kaldığım alanda? Gerçekten ne oluyor? Kitaba dönüp tekrar baktım. Bir daha baktım. Bir daha. Bağlayayım.
Geçen sabah kahvaltı ederken sevgilim şunu söyledi; “İtiraf edeyim ki senden gizli bir şekilde o kitabı okudum. Mutlu oldum bundan. Hatta üç arkadaşıma tavsiye ettim, aldılar ve okuyorlar dedi. Sen aldığın kitapları okuduktan sonra kütüphanene koyarsın. Cem Davran’ın kitabını okuduktan sonra neden kütüphanemize kaldırmadın” dedi? “Sana daha önce söylemiştim unuttum galiba dedim; bazen bir kitap, bir insandan daha fazla kalıyor hayatımda.” dedim.
Bu kitabın varlığının en önemli izi, belleğin susmayan izleridir. O ‘iz’, yazarın yaşadığı hayatının mirasıdır. Kayda geçsin.
Yazar cümlelerini geçmişini özgürleştirerek onlarla konuşmaya, konuşturarak yaşadığı ‘anlar’ı sakinleştirmeye emek veriyor. Ne diyordu Sait Faik Abasıyanık; “Yazmasaydım, çıldıracaktım.” Cem Davran, işte bu yazılarını yazmasaydı, kendisini özgürleştiremezdi.
Yazı yazmak, yazıyla yürümek zordur. Emek ve bedel ödemek vardır o satırlarda. Bedeli ödenmiş ve yaşayanlar için bedeli ödenecek olan bir hayattır. Yazar, “… hatıralarımız yok olur diye üzüldük” diyor kitabın 14. sayfasında. Kitabı ilk okuduğumda, o an o sayfada durdum ve okumayı bıraktım. Gözlerim doldu. Oturduğum mekanın sahibi geldi. “Abi ne oldu?” dedi. Bir kelimeyle şunu söyledim; “ağlıyorum” dedim. “Kötü bir şey yok değil mi?” diye somuştu. O an aklıma gelen, Ron Howard’ın yönettiği Russell Crowen’ın, matematik dehası olan John Nash rolünü oynadığı Akıl Oyunları [A Beautiful Mind, 2001] filmindeki muhteşem sahneyi anlattım; bir poşet rüzgarda savrulurken aktörün diyaloğunu. “İnsan bu güzellik karşında nasıl ağlamaz ki.” Peşinen söyleyeyim, Cem Davran’ın cümleleri, unutturmamaya karşı bir duruştur.
Yazar; hayatında -sokakta, sahnede ve hayatta- yaşadıklarını, -zihninin ve ruhunda biriktirdiklerini- çok sarih, susmadan gürültülü bir şekilde değil usul usul anlatıyor. Dert ederek, dert ettiğini anlatıyor. Sustuğu derdini, sessizce yükseltiyor. Metni; belleğinin ne kadar derin bir kanayan bir yara olduğunu okuyoruz.
Cem Davran, kitabında sessizliğiyle büyüyen bir ses. O ses anlatısıyla, sessizliğini büyütüyor. Sokağın ve hayatın sesiyle konuşuyor. Hayatına baktığı gibi konuşuyor; içten, samimi ve sarih. Ruhunda uyumayan, hayatlara baktığı için… Roman olacak olan tanıklık ettiği yaşam hikayelerini, Usain Bolt gibi yüz metre koşucunun kıvamına getirmiş. Daha ne diyeyim Cem Davran!
Kelimelerle boğuşmak zordur. Tezer Özlü de öyle biriydi. Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabının okurken nefesim kesilmişti. Neyse bunu ayrı bir zaman diliminde anlatırım.
Yazarın kitabını, Sezen Aksu şarkıları eşliğinde bir solukta okudum. Tekrar okudum. Zaman zaman 19. sayfadaki ‘Göç Mevsimi’ni yazısını tekrar tekrar altını çizdiğim satırlara baktım. Yaşadığımız hayatın manzarasını, ruhuyla okuyan bir anlatı. Zamana bakmanın bu kıymetli bakış anlatısına bakmak bana şunu öğretti; insanlar, evler, kaldırımlar, sokaklar, hayatımıza dokunan ruhlar, sesler, sıcak bir çay, merhaba demek; işte bu metnin toplamında büyük bir hayat var…
John Berger’in dediği gibi, zamanın ve hayatın manzarasına bakmak. Yazarın zamanın manzarasına bakıp kullandığı üslupla, hayatın vicdanına ve ruhuna eşlik ediyor. Konu, budur.
Mehmet Fuat, Adam Sanat dergisinde bir yazısında; edebiyatın kelimesinin kökeni, ‘edep’tir demişti. Yazar bize, ‘edep’ kelimesini sadece yazıyla değil, hayatının dahası o hayatın öğrettiği perspektifle ruhumuza fısıldıyarak anlatıyor.
Hayata bakış ve o bakışı derinleştirmek önemlidir. Yazımı, alıntı ve yazı başlıklarıyla yazmamanın nedeni okuyacak kişilere çok ipucu vermemek. Bu tür yazıların tehlikeli olan tarafı, zaten bütün bir kitabı anlatıp, alıntıları arka arka sıralayıp kitabın okunmamasını sağlamaktır. Bunu yazdıklarımla yapmak, yazarın kendisine bir nezaketsizliğin ötesinde, saygısızlıktır. Bunu yapmak, hayata saygısızlıktır.
Derinde Kalan O Kanayan Yaraya Bakmak
Bakış, yazdıklarını derinleştirmektir. Yazar, yaşadıklarına bakıp, değiştirmeden ruhuna bakarak o ‘anlar’ı sadece yazmıyor, okuyor. Kitabında da bizlere şunu söylüyor, zaman/zamanınızın manzarasına iyi bakın demek. Susan Sontag’ın Fotoğraf Üzerine yazdığı metindeki söylediği cümle gibi, “studium ve punctum”. Cem Davran, kitabında yazdığı sözcükler, cümlelerle zamanı durdurmakta istiyor o geri dönüşlerinde. Hatırlamayı, durduramadığı anları ve susturamadığı repliklerinden tutun, yazılarında yaşadığı hayatı geçmişle yeniden canlandırmasına onları yeniden bu hayatın izlerine katması çok ama çok önemli. Çünkü yazar, derinlerinde kanayan hala o yaraya bakmanın bizlere öğreteceği o izlere bakmamızı da istiyor. Bakalım ve o izleri alıp ruhumuzda da kalbimizde de saklayalım.
Nurdan Gürbilek’in İkici Hayat kitabındaki bir tespiti var o da şu demiştim; “Bazı metinler vardır, okurken yalnızca ne anlattığını değil, neyi anlatamadığını da duyarsınız.” Önemserim bu tesbiti. Cem Davran kitabı, tam da bu tespitin merkezinde duruyor.
Yazının giriş cümlesinde, Benjamin’in alıntısındaki cümleyi tekrar hatırlatırım; “Hiçbir olay, tarihin içinde kaybolmuş sayılamaz.”
Yazarın kitabın son iki sayfasından alıntı yapayım; “Ben sahnenin ortasındayım kendimi bildim bileli. Hep mutlu oldum o ahşap zeminde, karnım hep doydu kırmızı kadifeli perdenin köşesinde. İlk replik dilimde döküldüğünden bu yana kırk yıl geçti. Kırk yedi yıl geçti, çok heyecanlanmıştım hala heyecanlıyım.” [s. 140]
Kitabın son sayfasında da, “Bütün mahalle beni arıyor, buradayım, saklambaç oynuyorum, sesleniyorum işte, beni bulun diye…” [s. 141]
Tanıdığım, bildiğim yazar, hayatın, O’na biriktirdiklerini anlatıyor. Bazen bir sahnede, bazen sokaktaki bir kahvede, bazen o anın hikayesi olan tek bir dizesinde. Her yerde ama her yerde o ana bakar. Ama şunu da bilirim sessizliği, kulaklarımızı sağır edecek kadar yüklü kelimelerle doludur.
Melekler ve Kumarbazlar filmimde de sesini esirgemedi. Susmadı da. Sustuğu zamanlarda, O’na hep uzaktan baktım. Saatlere varan sohbetlerimiz oldu. Bunu, yazdığı kitaba bağlayacağım, Cem Davran’ın karşısındaki kişiye içinde yazdıkları metinler gibi tek bir cümlesini esirgemez. Susmaz ve içinden de konuşmaz. Hayat ona ne öğretttiyse o kelimelerle konuşur; sarih ve sakin. Yazdığı cümleleri biriktirmiştir. Ama söyleyeceği cümleyi içine atıp biriktirmemiştir.
Kitabı okuyunca göreceksiniz ki Cem Davran, bir arkeolog gibi yaşadığı tarihi, zihnini ve ruhunu bir arkeolog gibi kazıyor. Yaşadığı dönemin, hayatın ‘ruh coğrafyası’nı kitabının satırlarında anlatıyor. Anlattığı döneme/dönemlere unuttuk demiyor, hatırlatıyor. İşte kıymetli bir duygu bu.
Hatırlamak, hafızanın kanayan yarasıdır. “Yara kapanır, acı kapanmaz. Yas, üç yıl sürer.” demişti Anderi Tarkovsky bir söyleşisinde. Üstelik İtalya’da, sürgündeydi. Çocuğuna mektuplar yazıyordu. Hayatı bu kadar acıları kaldıramadı. Hayatı bunu kaldırmadı diyorum. Sürgünde öldü. Buraya neden geldim? Anderi Tarkovsky’in Günlükler kitabından.
Zamanın ruhunu da böyle tutmak ve ona bakmak gerekir. Ne yaşadık? Neredeydik? Ne konuştuk? Bakmak, soruların yanıtı olmalı. Cem Davran, kitabında bunlara yanıt vermiyor, olanları kanayan zihninde ve ruhunda kalan anları ve izleri okuyor. Üstelik, etik ve estetik alanlarına bakarak.
Karmakarışık bir yazı oldu biliyorum. Hayat, öyle değil mi? Böylesine insanın kalbine ve ruhuna dokunan kitaplarla karşı karşıya okuyup/konuşunca yazdığım yazı da darmadağınık oluyor. Yazar, beni bağışlasın.
Sinema, tiyatro alanında oyuncu olmak, hayatın karakter olan ruhlarına can vermek çok ağır bir yük olmanın ötesinde ciddi bir sorumluluktur. Yön vermektir, bu kuşaklara. Hayatın dertleriyle karşılaşırken, söz söylemek zihin anlamında büyük bir emek ister.
Kitabın 78. sayfasında şöyle bir cümle var; “Yaşananların çöp olma ihtimali yok, oracıkta bir yerde duruyorlar, izleri var.” Evet, var. Yazarın o izleri sürmesini, çok kıymetli buluyorum. İz sürmek, izlere bakmak, kişisel bir tarih olmanın yanında, zamanında ruhunu okumaktır. Kişisel ve kıymetli tarih işte budur.
Evet, hatırlamak; hafızanın kanayan yarasıdır. Kitabın susmadan hatırlamanın belleğinin konuşmasını, belleğinin kanayan o yarasını ve o izleri sürmesini çok önemsiyorum.
Bir Cevap Bırakın