Bir Kitabın Hayatıma Girişiyle, Hayatımdan Çıkan Bir Evin Gidişi Üzerine…
Bir hafta boyunca, kişisel eşyalarımı, iki bavulun içine tıktım. Elbiselerimi battal boy poşetlerin içine doldurdum. On üç yıl, altı ay yaşadığım evimde bulunan hatıralarımı, bu evden sonra taşınacağım eve götürüyorum. Evimin yanındaki parktayım. Bir saat sonra, nakliye aracı gelecek. [Evi, eşyalı tutmuştum.] Sonrasında evime dönüp kedilerim; Portakal ve Turunç’u taşıma kutularına koyacağım. Tam olarak on üç yıl, altı ay yaşadığım evden ayrılıyorum. Şimdi de evime çok yakın, yaklaşık yetmiş yaşında ağaçlarıyla, yemyeşil muhteşem bir parkın içindeyim.
Kiralık olarak yaşadığım evimi düşünüyorum. Bu süreç içinde yaşadığım ev, kahrımı çok çekti; izlediğim filmlere, yaptığım yemeklerin kokusuna, çamaşır makinesinde yıkadığım elbiselerimin gürültüsüne, okuduğum kitaplara, gözyaşlarıma kısacası hayatımın önemli bir dönemime tanıklık etti. O süreçte yaşadığım ev, hep bensiz hareket eden bir dev gibiydi. Bu duyguyu, her an derinden hissettim. Şimdi parktayım, zamana meydan okuyan ağaçların altında elimde tuttuğum bir kitapla duruyorum. Kitaba, geleceğim. O kitap, önemli.
Bu parkın benim için üç türlü önemi var. İlk ikisi; ilk taşındığımda kedilerim Maya ve Elizabeth vardı şimdi burada ağaçların altında yatıyorlar. Az değil, Maya ile on bir yıl, Elizabeth’le on yıl yaşadım. Benim güzel yavrularımı, kızlarımı şimdi oturduğum parkta bir ağacın altına farklı zamanlarda defnettim. Veteriner Uğur Bey, son dönemlerinde yapacağımız bir şey kalmadı dediğinde, son zamanlarımızı ikisiyle de her zaman olduğu gibi mutlu geçirdik. İçim sökülerek, onları toprağa bırakmıştım. Şimdi, yan yana uyuyorlar. Uyudukları yere bakıyorum. Gözlerimden, yaşlar dökülüyor.
Üçüncüsü, bütün bir Covid sürecinde bu parkta kedileri, köpekleri, bilumum kuşları besledim. Elimle kuruttuğum iki dilim ekmeği, un ufak yapıp karıca yuvarına yakın bıraktım. Kapımın önünde bulunan kaplara, sular doldurdum. Kitaplar okudum, hafta sonları sabahları kahvaltılar yaparken, karşı komşum Erdoğan abiyle parkta, semtin tarihi üzerine konuşmalar yaptık. Ki eşiyle evi kedilerle doludur. Ondan öğrendiğim bilgi; Metin Oktay bu parkta yetişmiş. Onun vurduğu topu izlemiş. Az şeyler değil bu tarih. Unutmak, alçaklıktır çünkü. Erdoğan Abi’me geçen gün dedim ki; “ayrılıyorum evden” dedim. “Eşim ve ben çok üzülüyoruz” dedi. “Üzülme, Abi” dedim. “İki şartım var, birincisi gitmeden elini öpeceğim.” “Yok” dedi, “ben kimseye elimi öptürmem.” Sustum. “İkincisi ne?” dedi. “Evimden taşınırken, kapımın önüne bir sandalye koyacağım sadece orada oturacaksın.” “Bak, buna tamam” dedi.
Söz’le anlaştık ama aklım o an hala, Erdoğan Abimin elini öpmemekle anlaşamamıştı. İkimizde sustuk. Hava, hafif rüzgarlıydı, ağaçların yaprakları esiyordu. Ağlamamak için, susuyorduk. Az bir tarih değil, on üç yıl altı ay. Kişisel, hukuk var. Dayanışma var. Kediler var. Var, var, var. Buraya döneceğim. Bu nokta, hayatımın dönüm noktası. Döneceğim.
Ev, Hayat ve Zaman
Hayatım hakkında da bazı kararları, evimin içinde aldım. Kararlarım hakkında; ne evimden ne de hayatımdan, bir toz taneciği kadar pişman olmadım.
Son günüm; oturduğum parkta, ağaçlara bir daha baktım. Gitmeden elimde Mustafa Orman’ın, Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim* kitabından altını çizdiğim cümleleri okuyorum. Birazdan nakliye aracı gelecek. Geride, kişisel tarihimin bıraktığım izlere ve ömrüme bakıyorum. Ev öldü, ağaçları seyrediyorum Mustafa Orman.
Maya’yı, Elizabeth’i bu ağaçların gölgesine defnettim. Şimdi benimle yolculuğa çıkacak olan; Portakal ve Turunç kedilerimin ömrü çok olsun istiyorum. Maya ve Elizabeth’in, bir ağacın altında yattığı yere gittim. Uyuduğu topraklara dokundum. Üzerlerini örten bir parça toprağı alıp, yüzüme sürdüm. Onların üzerinde bulunan yeşil bir tutam otları aldım. Usulca, “Yine geleceğim yanınıza. Hiç ayrılmayacağız” dedim. Şimdilik vedalaşmak, canımı çok yakıyor.
Yazarın kitabına tekrar baktım, şu satırları zihnime bir bıçak gibi saplanıp kaldı; “Ev neresi bir yer biliyor musun? Ev, gitmek için gücünü yitirenlerin, dönmek için çaresiz kalanların yeri.” s. 66. Bu cümle, ruhumu paramparça etti. Evimle, ruhumu paramparça eden bu cümleyle, vedalaşıyorum. Var ol, Mustafa Orman. Cümlelerinle…
Hayatım boyunca böyle güzel bir cümleyi kitabın olmasaydı, bulamazdım. Bu cümle ruhumu bir tarafıyla serinletiyor. Sakinleşmeye çalışıyorum. Elim, ayağım tutmuyor, titriyor. Sakin ol diyorum kendime. Hayatım daha ne kadar sakin olabilir ki? Cümleyi tekrar okuyorum, “Ev neresi bir yer biliyor musun? Ev, gitmek için gücünü yitirenlerin, dönmek için çaresiz kalanların yeri.”
Az kaldı, kiralık evimdeki yavrularım ve elbiselerimle giriyoruz evden. Bir de antika, küçük masalık. Erdoğan Abim, “bu bizim sana hatıramız olsun” dedi. “Kırma bizi” dedi. Öyle şahane bir anı ki o masa; oymaları olan ayakları büklüm büklüm bir sanat eseri.
Yazarın yazdığı cümle, acının kişisel tarihini anlatıyor. Bitmeyen ve hiç bitmeyecek acının derin bir bakışın odaklandığı noktasına dönüyor. Tıpkı, Theo Angelopulos filmleri gibi… Bilirim, ev bir kaos olduğu kadar, kişisel bir tarihin kavgasıdır. Eve dönmenin huzuruyla, orada yaşamanın kaosunu yaşamanın dertleri de acısı da vardır. Ve o acı zaman zaman bir kahıra, zaman zaman gözyaşlarına, zaman zamanda hüzne, sessizliğe dönüşebilir. Mustafa Orman, tıpkı Angelopulos filmleri gibi zamanın ve ruhun coğrafyasının izlerini sürüyor.
Bir dostum dostum söylemişti; kıymet bilmeden değer kazanamayız, değersiz olursak, hayat derinleşmez diye. Zihnime, mıh gibi çakılı kalmıştı bu söylediği.
İtiraf edeyim, kedilerimi ve kişisel eşyalarımı alarak ve bu evi yakarak gitmek istiyorum. On üç yıl, altı ay bu evde yaşadığım zamanlar kaybolsun diye… Maya ve Elizabeth dışında bu evimdeki kişisel tarihimin bu dönemini öldürmek istiyorum. Hiçbir hatıram kalmasın bu evde. Ama derin izlerim var.
Dün gece, Angelopulos’un Leyleğin Geciken Adımı filmini izledim. Bir daha içim parçalandı. Mustafa Orman’ın kitaplarını, Angelepolus’un filmleriyle kardeş olduğunu düşündüm. Dahası, yönetmenin senaryolarıyla, yazarın cümleleri arasındaki ruh arkadaşlıklarını…
Var o duygu.
Var o ruh kardeşliği.
Var o bakış ruhu.
Var o zamanın suskunluğu.
Dönmek Yok, Hatırlamak Hep Var
[… Seni bir fotoğraftan çıkarıp, güldürmeyi nasıl da isterdim… Biz şimdi ve devam ediyor olduk biliyor musun? Biz sevginin yüreğini acıtan bir yara olduk. Kabuk atmayan, hiçbir yere gitmeyen bir yara: Yüzün.]- s. 51
Walter Benjamin. ‘Hatırlamanın yasaları’ ne olduğunu da anlatıyor; “Yaşanmış olaylar sınırlıdır, hiç değilse tek yaşantı bölgesiyle sınırlıdır; hatırlanan olaysa sınırsızdır çünkü kendisinden önce ve kendisinden sonra olup biten her şey için bir anahtardır sadece.”**
Bazen durmak gerekiyor. Bir değil, ömrümce çok kitapta durdum. En çok, Stendal’ın Parma Manastırı romanında. Sadece ömrümün ağır ağır geçmesi için durdum. ‘Ağır geçişleri’ bir romanı sevmeyi işte tam da orada başladım. Neden? Kelimeler ve cümleler bazen hayatımı değiştiriyor da ondan. Bazen de susmak için. Susup, zamana bakmak ancak zamanı okuyanların işidir. ‘Zamanı okumak’ tuhaf olduğu kadar, içli bir bakıştır. John Berger’den öğrendim bunu. İnsanın ‘bakış açısı’nı değiştiriyor bu bakışları.
Neşet Ertaş bir röportajında, “En güzel yüz, gözyaşlarınla yıkanmış bir yüzdür” demişti. Ne zaman bu cümleyi hatırlasam, ağlarım ve gözyaşlarımı silmem. Şimdi de ağlıyorum ama gözyaşlarımı silmiyorum, yüzüm yıkansın diye…
İnce Memed, ölür mü? Ölmez. Bir Fransız film eleştirmenin, Yılmaz Güney’in Duvar filmi için yazdığı cümle kulaklarımda yankılanıyor; “İsyan onlara gururu öğretiyor.” Milan Kundera’nın Ölümsüzlük kitabındaki kahramanı Agnes’i kim öldürebilir ki? Joan Baez’ın şarkılarını, Sartre’ın, Requentin’i, Yusuf Atılgan’ın Zebercet’ini, dahasını söyleyeyim Tezer Özlü’nün ruhunu kim öldürebilir ki? Dahası da var, Rembrant’ın tablolarındaki rengi, Brahms’ın notalarını, Antony Quenn’in Zorba filmindeki ölümcül bakışlarını kim öldürebilir? Zamanın öldüremediğini, siz öldüremezsiniz. Bütün bu sözünü ettiklerim, zamanın sınavından geçtiler. Zaman, onları yenemedi. Bunlara şunu ekleyeyim ki kayda geçsin; Mustafa Orman’ın kitabı, zamanı yenmeye, yemin etmiş bir kitaptır ve yazdıklarını zaman yenemeyecek. Bunu bütün yüreğimle söylüyorum. Tarih, beni haklı çıkaracak bu konuda da hiç bir şüphem yok.
‘Yazmak’ ve yazmanın o sınırları tehlikeli sınırlardır. Susmayı da becermek gerekiyor. Bu yazıyı yazarken, biliyorum çatlaklarımdan sızıyorum. Bağışla beni, Mustafa Orman. Tehlikeli şeyler söyleyebilirim. Bağışla. Vedat Türkali ve Gülten Akın’ın izlerinden yürümen bir okur olarak bana çok büyük bir güç veriyor. Var ol.
Neden bu kitap için yazıyorum; bir ‘ağıt’ ve yazarın ‘kavram’ları için. Tam burada durma zorunluluğum var. Yazar, burada bizlere bir şey söylüyor. O söylem ‘aralığı’nı açmak, okur olarak bir derdim olsun isterim.
Ağıt ve Yas
Ağıt demiştim, oradan başlayayım. ‘Ağıt’ ve ‘Yas’ kardeş kavramlardır. Yıllar önce lise edebiyat öğretmenlerim Nadide Subaşı ve Halil Çilingiroğlu da bunu onayladılarsa, bunu kimseyle tartışmam. Bu iki kavram, kardeşlik olduğu kadar da ‘ruh paralayıcı’ bir alandır. Buraya dönmeden önce bir ruh haritası çıkarmak istiyorum. Kitap ve yazar için.
Yorulduğumda, hep dönüp baktığım dört yazar var; Walter Benjamin, Stendhal, Elias Canetti ve Tery Eagleton. ‘ruh haritası’ kelimesi üzerinden yürümek ve sonra da kavramlar üzerinden yürüyeyim.
Yukarıda, başlıkta üç sorunun gerekçesini anlatacağım. Bir kitapla ‘derdim’ var. Neden? Çünkü, kavramlar üzerinden bu kitabın derdi var. Metne dönüyorum, o kavramlar nedir? Anne/Ölüm/Yas/Bahçe. Temelinde de, ‘Yas’. Ağır bir ‘yas’ kitabı. Bir kitabı ağlayarak okumak nedir, bilir misiniz? O kitabı, okuyup bitirdiğinizde bile ruhunuzda, bir türlü bitiremezsiniz. Anlatmak istediklerim için, biraz geriye döneceğim. Bir metne soru sormayı, Friedrich Engels’in metinlerinden öğrendim. Öğrendiğim şey şuydu; ‘etik’ ve ‘estetik’ alan. Bu ‘alan’a dikkatli yaklaşmayı önemsiyorum ve buradan, iz sürmek istiyorum.
Ruhun Hayata Dokunması
Varlık ve yokluk arasında bir dönüşüm ve geçişkenlik yoktur. Hayata dokunma/dokunabilme yakınlaşması vardır. O yakınlaşma, zamana bakmanın ve onu iyi okumanın gücüdür. İşte tam orada da geçmiş olan tarihin tünelinden geçersiniz. O yaşadığınız geçmiş, ne kadar hatırlamayı, hatırlatıyorsa işte o yürüğünüz tünel aydınlanmıştır. Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim kitabı elimde. Yüzümdeki toprağı kokusu, Maya ve Elizabeth’in yattığı yerden. Bugün, kişisel tarihimin bir tünelinden geçiyorum; Portakal ve Turunç olan iki kedim, yavrum çocuklarımla. Birazdan bir araç gelecek, hep beraber gideceğiz. Parktayım, ev öldü. Ağaçları seyrediyorum. [Mustafa Orman’ın öykü kitabında ev, Anne’siyle ilgilidir. Benim anlattığım ev, kişisel tarihimle. Bilinsin lütfen.] Bu kitap bana çok büyük bir güç verdi. Çok.
Susarak Susan Bir Ses: Anne/Ölüm/Yas/Bahçe
Yazar kitabının her satırında, yaşadığı cehennemi anlatıyor. Sesi ve sözcüğüyle, konuşsanız anlatamayacağı kelimeleri içinde tuttuğu yasla, yan yana getiriyor. Okurken beni yıkan şey işte bu. Tam da bu. Kahır var, gözyaşı var, yas var, bahçe ve ağaçlar var. Ne yok peki? Yok, yok. Ruh, var. Kitabın ruhunu özetlemem ama şunu söyleyebilirim; bu kitapta çok durdum. Neden, durdum? Kitabın, ruh coğrafyası var. Hem de susarak ve sessiz. Derinden gelen bir fay kırığı gibi patlamış ve çatlamış ama bir suskunluk var. Ölümün, yası, bahçenin sessizliği. Ses verememenin, sesliği var. Neden, işte şu; “Biz senle yarım kalmış bir ev, kapısı açık terk edilmiş bir odayız. Yarım kalan sen misin, terk edilmiş olan ben miyim? Bitiriyoruz, bizi bizden. Sen bir yaşam ağzısın ben ise dilsiz. Gittiğinden beri çiçek ekmiyoruz bahçeye.” s. 33 Ve devam ediyor Yazar; “Ben yaralı bir insanım. Senle dost değiliz. Hasım da. Ama beni sınırsız, sonsuz savaş meydanında bıraktın.” s. 43
“Evde dolaşamıyorum. Bahçeye bakamıyorum. Avluda oturamıyorum. Şimdi söyle ben hangi günün peşindeyim? Hangi akşamın ışığıyım. Benim perdem de ışığım da sendin. Gittin. Ev alevler içinde. Bir adım daha seni uzatıyor uzatıyor toprağın gözlerine. Bir ağaç büyüyor başında. Dumanlar içinde seni arıyorum. Evlere uğruyoruz, evlerden çıkıyoruz sana geliyoruz. Gelmelerin yerini gitmeler alır hep bir taş, bir tarih seni arıyor.” s. 65
Ruhumu söktü bu öyküler. Acının tarihi ancak böyle yazılabilir. Suskunluk ancak böyle biriktirebilir. İnsanın sesi ancak böyle, sessizce patlamaya dönüşebilir. Acı ve yas böylesine sessizliğin içinde fırtına kopan ruhla anlatılır.
İçimi söken şu cümleye beraber bakalım; “Sen iyileştin, şimdi sıra bende.” s. 132
İyi miyim? Değilim. Kitap ruhumu, paramparça etti ondan.
* Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim, Mustafa Orman, Everest Yay., 2024, 133 s.
** Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Yay. Haz. Nurdan Gürbilek, s. 102, Metis Yay.,1. Baskı, 1993.
Bir Cevap Bırakın