Yirmi yıl önceki bir aşkın tarafları için son dakikalar   

Düşünce ve sanat, biçimsellik ve toplumsallıkla kaynaşınca ortaya doğrusu büyülü yapıtlar çıkıyor.

Felsefe geliştikçe, çağdaş teknolojik ve yapısal değişiklikler oldukça, sanattaki anlatım biçimleri de –çağa tanıklık etme anlamında– klasik ve direkt bir dilden ayrılıp felsefi bir anlatım biçimine yöneldi. Tiyatroda Eugene O’neill, Henrik Ibsen tarzı anlatım dili, edebiyatta Virginia Woolf, James Joyce tarzına doğru kayış gösterdi. Neredeyse bir çağ öncesinde yaratılan bu dil, önündeki çağa temel oluşturarak, bir anlamda öncü kimlik üstlendi. Modern Sinema ise, tiyatro ve edebiyatın açtığı yolda ve onlara paralel bir yol almaya çalıştı son elli altmış yıllık serüveninde.

Çokseslilik, sözgelimi Taviani Kardeşler’in Kaos, San Lorenzo Gecesi; Alain Resnais’nin Geçen yıl Marienbad’da; Akira Kurosawa’nın Düşler (Dreams) adlı filmlerinde ses buldu. Daha yakın dönemlere bakarsak, BBC yapımlarıyla tanınan Stephen Poliakoff’un Mary’yi Yakalamak, Takeshi Kitano’nun Dolls, Darren Aronofsky’nin Siyah Kuğu benzeri filmleri, hem kamera teknikleri, hem de düşünsel anlam içermeleri bakımından önemli örneklerdi. Bazen psikolojik sinema da felsefeyle örtüşür. Söz gelimi, David Lynch’in Mulholland Drive filmi de bu olayla ilgili bir çalışma.

DÜNYANINI SÜREÇLERİNDE ROL ALMAK

Bugün üzerinde durmak istediğim film, çok ilgi çekici bir özelliği olan tarzıyla benzerlerinden ayrılan bir yönetmenin, Leos Carax’ın Holy Motors (Kutsal Motorlar) filmi. Sözünü ettiğim biçimsellik bu filmde felsefi ve kavramsal bir yapı içeriyor. Carax, birkaç deneysel asistanlık çalışması dışında, çok ses getiren Köprü Üstü Âşıkları (1991) filmiyle doğrusu pek çok zihni allak bullak etmişti. Bu filmi çekerken de henüz 31 yaşındaydı. Onun uzun süre sonra çektiği Pola X filmi ise beklediği beğeniyi bulmasa da sözünü ettiğimiz sinemasal anlatım biçimini içeriyordu. Carax sinemasal zekâsını bir seri üretim için kullanmıyor. Bu yüzden son filmi Kutsal Motorlar’a gelinceye kadar tam on üç yıl bekledi. Kutsal Motorlar aslında Köprü Üstü Âşıkları gibi çağın ve kapitalist dünyanın sevgiye ket vuran trajedisine bir bakış iletiyordu.

Kutsal Motorlar, sözünü etiğimiz gibi, çok ses getirmeyen Pola X deneyiminden sonra, Köprü Üstü Âşıkları’nın çok çok sonrasında ortaya çıkan, yeni sayılabilecek bir Leos Carax filmi (2012) . Asistanlık sürecini saymazsak yönetmenin son yirmi yıldaki gelişimi konusunda çok ince ipuçları veriyor bize bu film. Carax, gerçek ile hayalin, rüya ile gerçeğin karşıtlıklar içeren tuhaf uyumuna bırakmış kendisini. Dünyanın trajedisine kederli bir bakış fırlatıyor sadece: “Yaşam nedir? Dünyanın oluşumunda aldığımız rol mü?” Eğer bu doğruysa, ortak paydaları olan hayatların içinden gün gün gelip geçme rolünü üstlenen Bay Oscar’ı (Denis Lavant) tanımak ve izlemek ilginç olacaktır.

Her gün limuzini ile değişik kılıklara girip toplumun arasına karışan bir insanın yaşam şekli anlatılırken şu da söylenmiş olabilir yönetmen tarafından: “Hayat zaten bir trajedi değil de nedir?” Bu farklı kılıklar içerisinde, bazen değneğine zor tutunan yaşlı kadın, bazen yoksul ve halktan ekibiyle sokaklarda çalan bir akordeon ustası, kendi kendisinin hayaline ateş eden bir cellat… Ya da ‘kurbanı mı kraliçesi mi olacağının belli olmadığı’ bir görkemli ayinden güzel bir kızı çalan meczup…Ve de ölüm döşeğinde, seveni ile son anlarını yaşayan yaşlı adam rollerine bürünen bir insanın hikayesi…Burada olan şey toplumun hikayesinden de bağımsız bir durum değil. Bu roller ve hayat öylesine iç içe geçmiştir ki, dünyanın sahneye koyduğu bir oyunda rol kesmektedir Oscar. Denis Lavant, ustalar ustası bir trajedi oyunculuğu sergiliyor burada. Kapitalist dünyada öldürülen o kadar çok duygu vardır ki, trajedi her an her sokakta karşımıza çıkmaktadır. ‘Beklenmedik oyuncu’ Kylie Minogue (daha önce bu rol için Juliette Binoche düşünülmüş), şarkıcılık geçmişine felsefi bir oyunculuk performansı ekliyor gözyaşlarıyla okuduğu ‘son şarkısında’:

“kimdik biz önceleri

ve kim olabilirdik şimdi

bir şeyleri farklı yapsaydık eğer”  …derken.

HAYATA VE AŞKA VEDA

Filmin son bölümünde, yirmi yıl önceki bir aşkın taraflarının, bunu sonuçlandırmak ya da an olarak yaşamak için sadece yirmi dakikalarının olması da roller ve gerçek hayatın iç içe geçmesi ile ilgili bir durum. Ve filmin yakasını hiç bırakmayan sonsuz acılar, duyarlıklar ve tahliller masalı. İki sevgilinin son kez eski ve terk edilmiş Paris’in bir eski alışveriş mekânının (sonraları bir otel yapılması düşünülüyormuş) virane döküntüleri ve karanlığı içinde, hayata mı birbirlerine mi veda ettikleri bilinmeyen bir son replikte ya da sahnede buluşmalarının hazin hikâyesi.

Düşünce ve sanat, biçimsellik ve toplumsallıkla kaynaşınca ortaya doğrusu büyülü yapıtlar çıkıyor.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.