Navigasyon uygulamalarına ne kadar güveniyorsunuz? Sorumu şöyle daraltayım: Acil bir geri dönüş yolunda, gecenin kör karanlığında, kuş uçmaz kervan geçmez bir köy yoluna balıklama dalacak kadar güvenir misiniz? Özellikle de araçta 4 Romalı lejyoner, 2 palyaço ve Drakula’ya benzeyen bir sihirbazla yolculuk ediyorsanız.
Evet, bahsetmiş olduğum bu arkadaş grubu alışmış olduğunuz insan profillerinden epey farklı, farkındayım. Fakat biz düşündüğünüz gibi çer çöp süper güçlere sahip, pespaye bir Marvel evreni süper kahramanları değil, katıldığımız bir sünnet düğününde -sanki her düğünün olağan aktivitesiymiş gibi- oyun havaları eşliğinde linç edilmekten son anda kurtulmuş bir animasyon grubuyuz.
Olay şöyle cereyan etti: Törensel bir etkinlikle pipisinin ucundaki deri parçasının kesildiği küçük kardeşimizin halası, bizim lejyonerlerden bir tanesini ‘gladyatör’ sanıp ilişkisini ilerletmek istedi. Lejyoner dostumuz da başlarda bu ilgiye mukabele etse de sonradan lejyon komutanı olarak, onu örnek bir yurttaş lejyoner onuruna davet ederek aklını başına almasını tavsiye ettim. Lejyonerimiz kendisine çekidüzen verse de durumu kadına bir türlü anlatamadık. Bizim köle gladyatörler değil Roma hukukuna tabi onurlu yurttaşlar olduğumuzu söylesem de kadın ‘Sezar diyor, kayser demiyordu’. Olay tabii ki kısa sürede düğünün diğer davetlilerine de aksedince Emir Kusturica filmi tadında büyülü gerçekçi ve kolektif bir meydan dayağının bizi beklediği aşikardı. Taraflar bizi nasıl döveceklerine karar vermek için kendi aralarında kavga etmeye başladıkları bir harala gürele anında ekibi toplayıp otoparktaki aracımızla basıp gittik oradan.
Arabayı palyaçolarımızdan Kansız Enver kullanıyordu. Size kansız lakabını biraz açıklamak isterim. Enver kendisine ‘kansız’ denildiğini tabii ki bilmiyordu. En azından biz lakabıyla çağırmıyorduk. Fakat kansız lakabını hak edecek derecede zayıf ve soluk benizliydi ve yine kansız lakabını hak edecek derecede vampir tabiatlıydı. Tek farkla; Enver kan ile değil hak yiyerek beslenirdi.
Detaylarla sizi yormak istemem. Biz bir minibüs dolusu yorgun ve anakronik fantastik kahraman, takip edilme durumuna karşı Kansız Enver’in bir anlık kararıyla navigasyonun gösterdiği yoldan çıkıp Marmara Ereğlisi tarafına doğru bir köy yoluna saptık. Katıldığımız düğünün de Tekirdağ’da olduğunu belirtmeliyim tabii ki.
Tanrının ilk kez ‘Canım Kardeşim’ filmini izliyor da gözyaşı döküyormuşçasına yağmur yağıyordu. Köy yoluna sapınca da navigasyonumuzun ekranı uzay boşluğunda yolculuk ediyormuşuz gibi bomboştu. Enver’e en güzel bayramlık küfürlerimizi ettiğimiz bir anda araç aniden salladı ve birkaç metre sonra da durdu. Gerçekten de uzay boşluğundaydık. Sonsuz bir karanlık, tek bir ışık yok ve araçtaki kimsenin telefonları çekmiyordu. Bu düzlemde tek belirgin şey, aracımızın hemen yanında durduğu tümülüstü. Enver’in söylediğine göre, aracın ön tekerlekleri balçık gibi bir çamura saplanmıştı ve biraz omuz atarsak çıkabilirdik. Aracı oradan kurtarmak için omuz verdik, yürek verdik. O da yetmedi sihirbazımız ve ben aracın ön lastiklerine pelerinlerimizi verdik ama yok! Araç isteksiz köpek gibi yerinden kıpırdamıyordu. Tüm lejyonerler, sihirbaz ve iki palyaço çamurla kaplanmıştık. İki saate yakın aracın içerisinde birbirimize en koklanmamış küfürlerimizi boca ettikten sonra ben biraz daraldım ve otoyol kenarına doğru yürümeye karar verdim. Belki telefonum çeker ya da yardıma gelecek birisini bulurum ümidiyle. Tabii ki gecenin bir körü yol kenarında Romalı bir lejyoner görseniz yardım çağırmak yerine Felak ve Nas okursunuz.
Bu mantıksızlık ikliminde benim bu mantıksız kararım artık araçta bekleyen diğerlerine nasıl mantıklı geldiyse, aracı kilitleyip tarlaların arasından otoyola doğru yürümeye başladık.
Düşünün şimdi; geçenin bir körü yeraltından çıkmış gibi çamurlar içinde Romalı askerler, palyaçolar görseniz ne yapardınız? Bu yüzden yakın köylerin en uzağından geçmeye ve jandarmaya yakalanmamaya çok dikkat ediyorduk.
Yine de sakınan göze çöp batar hesabı -kimin aklına uyduk bilmiyorum- bir ayçiçeği tarlasının içinden yürüdüğümüz bir vakit yakınlarda bir makine sesi işittik. Birkaç dakika sonra duyduğumuz sesin bir balya makinesine ait olduğunu anladık. Bizim ekip tarladan fırlayıp makineye doğru giderken makine birden durdu. Sanırım adam ayçiçek tarlasından gelenlerin ‘kim’ değil de ‘ne’ olduklarını anlamaya çalışıyordu. Bilenler bilir, Balkan ve Trakya bölgelerinde cadı, vampir, cin, peri hikayeleri oldukça boldur. Balya makinesindeki adam atalarının beynine ektiği bu korku tohumlarının meyvelerini o an yemeye başlamış olacak ki biz makineye doğru yaklaştıkça adamın mırıltılarının sesi de artıyordu. Elbiselerimiz suyu ve çamuru iyice emdiğinden oldukça ağırlaşmıştı. Elbiselerimiz saatlerdir yürüyen bizlere o kadar yük oluyordu ki filmlerdeki zombiler gibi yıkıla yıkıla yürüyorduk. Makinedeki adamla aramızda on, on beş adım mesafe kaldığında işittiğimiz yüksek sesli mırıltıların Felak ve Nas sureleri olduğunu anladık.
Makinenin yanına vardığımızda Kansız Enver yorgunluğundan beklenmeyecek bir çeviklikle traktöre tırmandı. Bakın sonra Enver’e neden vampir diyoruz! Hem bizi o yola sokup helak etti. Hem de enerjisini dengeli kullanıp yorulmamış. Neyse! Traktörün yanına vardığımızda adamı direksiyona kapanıp ağlamaklı vaziyette yüksek sesle Felak ve Nas surelerini okurken bulduk. Enver biraz sinirli bir ses tonuyla sordu: “Birader bi’ bakar mısın?” karşısındakinin cevabı ‘Kul e’ûzü birabbinnâs’ oldu. Enver iç çekerek üsteledi: “Birader Allah kabul etsin ama bi’ yüzüme bak! İnsan yerine koy bizi!” buna karşın karşıdakinin cevabı bu sefer ‘’Min Şerril vesvasil hannas” oldu. Enver daha fazla dayanamayarak kızgınlık seviyesini ‘lan’a çıkardı ve “Lan! Hasta etme adamı düğünümüz vardı, yolu kaybettik. Bi’ yer soracağız!” der demez adam “Min şerri ma halak!” deyip olduğu yere yem çuvalı gibi yığıldı. ‘Halak’ derken son kelimeyi çok vurgulu tonlamıştı. Sanırım Enver düğün deyince bizi düğünden dönerken yolunu kaybetmiş cinler sanmıştı. Kansız Enver adamın boynundan nabzına bakıp ‘ölmemiş’ dedi. Biz de adama dualarının karşılık bulduğu mutluluğunu yaşatmak için oradan hızlıca topukladık. Sonuçta adam yaşıyordu ve gözünü açtığında yeniden cinlerini görüp, dualarının korumadığına inanmasını istemedik.
Yaklaşık yarım saat kadar daha yürüdükten sonra otoyola yakın bir kamyoncu durağına rastgeldik. Alanın ortasında ‘Öz Kardeşler’ isminde bir lokanta bulunuyordu. Bu arada lokantanın sahipleri neden anne ve babalarının aynı olduğunu vurgulamak istemişlerdi acaba? Neyse, aç karnına felsefe yapılmaz. Bomboş tır parkında zombiler gibi yıkıla yıkıla Öz Kardeşler Lokantası’na girdik. Üstleri başları perişan lejyonerler, iki palyaço ve bir sihirbazın ağır aksak adımlarla lokantasına girdiğini gören lokantacının benzi, sanırım biz dükkâna girmeden önce o kadar sarı değildi. Bizim ekip köşedeki bir masaya postu serdikten sonra ben ağır adımlarla tezgâha kadar gidip kırk yıllık müdavimler gibi gözlerimi tezgâhtan kaldırmadan “Neyin var şimdi senin?” diye sordum. Adam titreyen pos bıyıklarının arasından “Af buyurun! Sabahtan beri bir üşüme bir ateş sormayın gitsin” diye cevapladı. Sanırım bizi ateşten kaynaklı halüsinasyonlar sanıyordu. Bir süre boş gözlerle adama bakıp “yemek olarak!” dedim. Adam toparlanarak saymaya başladı: “Kuru var abi! İsterseniz pilavla… Elbasan tavam da size gelir. Sonra Taze fasulye…” diye sayarken sanki her kelimede adamın bir bıyık teli daha beyazlıyordu. Bu arada gözünüzde canlansın diye adamı biraz tarif edeyim: Şahin K.’nın sinüsleri kıl doluymuş da bir hapşırmış ve o kıllar dudak üstünde kalmış gibi düşünün. Öyle bir bıyık! O kadar yoğun bıyık kökünden bitemez ancak sümkürmekle olur gibi. Sanki dudakları bir antlaşmayı bozmuş da bıyıkları dudak bölgesini işgal edip yakıp yıkmış gibi.
Çok uzatmadan, ben bir porsiyon pilav üstü kuru ve yanına da az elbasan tava alıp masaya döndüm. Diğerleri de kan şekerleri yerine gelince siparişlerini verdiler. Yemeklerimizi yedik, üzerine ikram olarak çaylarımız da geldi. Yalnız hakkını yemeyelim esaslı adamdı bizim saçaklı Şahin K. İkram çayı ölü diri fark etmeksizin her müşterisine dağıtıyormuş. Adam maddenin doğasını bilen usta ressamların bile ulaşamayacağı sarı bir benizle, elleri titreyerek çayları masaya bırakırken kalan son cesaretini toplayıp “So…Sorması ayıp! Nereden geliyorsunuz böyle giysiler hep çamur? Giysiler de acayip zaten” diye sordu. Kansız Enver, çamura bulanmış bembeyaz yüzüyle “Şu tümülüs mü ne var ya hani. Oradan işte” dedi. Adam anlamamış olacak ki “Tümülüs ne abi?” diye karşılık verdi. Ben de konuşmayı kısa kesmek için elimle havada bombeli bir şekil yaparak “Ya hani kralların ölünce gömüldükleri tepeler oluyor ya. Oradan işte” dedim. Cevabımla beraber adamın cilt tonu artık çok zengin kadınların sevdiği platin sarısıydı.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi sihirbazımız Harika Behzat ilk kez ağzını açtı. Gayet kibar bir tavırla ağzını tutarak: “Yavrum! Bak! Söylemeyim dedim ama bu ne tuz koymak böyle. Yaşlı adamım. Kalbim var, tansiyonum var. Dudaklarım kavruldu tuzdan. Vallahi mecburum diye katlandım yemeklerinize” dedi. Lokantacı korkudan normalde bir esnaf lokantasında kurulması hayal bile edilemeyecek bu cümleyi anlamadı bile. Adam, Harika Behzat’ın fani yani nefes alıp veren olduğunu teyit etmek umuduyla “Kalbiniz mi var gerçekten?” şeklinde sordu. Harika Behzat eski bir Teşvikiyeliydi ve tabii ki tüm eski İstanbul beyefendileri gibi bir konuyu en temelden ve tüm gereksiz detaylarıyla anlatacaktı.
Behzat, lokantacıya kalbinin rahatsızlığını araya küçük illüzyon numaraları da katarak kalbin yapısından itibaren anlatmaya başladığı sırada masada da küçük bir hareketlenme yaşandı. Yemeğini bitiren herkes dengelenmiş kan şekerini kutlamak için bir sigara yaktı. Fakat kısa bir süre sonra masanın Kansız Enver’in olduğu tarafından kesif bir koku aldım. Hani tütünle karıştırıldığında ilk başta anlayamadığımız ama solununca kısa sürede ortamdaki herkesi gevşeten ve anlamsızca güldüren o koku. Ortama ani bir neşe ve anlamsız kahkahalar yayıldı.
Ortamdaki dumanın görüş mesafesini iyice düşürdüğü bir sırada, dumanı kırmızı mavi bir ışık ve telsiz sesleri böldü. Ve sonra bir jandarma başçavuşu dumanları yararak uhrevi bir şekilde masaya kadar süzüldü. Yani, en azından bana öyle geldi. Zaten sonrasını pek hatırlamıyorum. O geceye dair hatırladığım son şey, Jandarma başçavuşunun “hepsini toplayın bu kalıbına tükürdüğüm soytarıların” sözüydü.
Sonradan öğrendik ki, korkudan aklını aldığımız balya makinesindeki o adam bacakları kıçına vura vura kendini köyün kahvesine zor atmış. Olayı anlatınca durumdan şüphelenen köylüler jandarmaya haber vermiş. Jandarmalar da esaslı bir aramayla lokantada bizi eliyle koymuş gibi yakalamış.
Tüm bu yaşananlardan sonra tabii ki bizim lejyon dağıldı. Palyaçolardan biri amcasının yardımıyla emlakçı oldu. Harika Behzat sadece çocuk doğum günlerinde sahne almaya karar verdi. Kansız Enver de birtakım narkotik problemlerden ötürü bir süre bir cezaevinde inzivaya çekildi.
Beni soracak olursanız, ben tüm bu yaşananları bir işaret kabul edip uhrevi bir yola intisab ettim. Artık bir umre organizasyonu firması için Mevlevi dervişi şeklinde sokaklarda dönerek broşür dağıtıyorum.
Resim: Ekrem Kahraman
Bir Cevap Bırakın