Klasik dönem ana akım sinemadaki kadın temsillerinin esas itibariyle “melek ya da şeytan” veya “rahibe ya da orospu” ikiliği içinde, yani ya kötücül ya da “saf, masum” karakterler üzerinden olduğu kabul edilir. Benzer minvalde, korku sinemasının sessiz sinema döneminden 1970’lere dek sürdüğü söylenebilecek klasik döneminde kadın temsilleri şayet canavarlar üzerinden perdeye yansımıyorsa kadın karakterler daha çok “kurban” pozisyonu içindeydiler. Bu dönem korku filmlerinin büyük çoğunluğunun anlatılarında kadının işlevi, canavar tarafından tehdit edilip erkek kahraman tarafından kurtarılmaktan ibaretti; kadın, özne değil nesne konumundaydı. Tehdidin kaynağını dışsal değil içsel, hatta doğrudan çekirdek aileye ilişkin olarak temsil etmesi başta olmak üzere pek çok açıdan klasik Amerikan korku sineması kalıplarından radikal bir kopuşa denk düşen Sapık (Psycho, 1960) bile korkudan tir tir titrerken erkekler tarafından son dakikada kurtarılacak kadın klişesinin dışına çıkamamıştı. Amerikan korku filmlerinde kadına dair bu geleneksel ve gelenekçi toplumsal cinsel temsil kalıbının esaslı biçimde dönüşümünün miladı olarak Teksas Katliamı’na (The Texas Chain Saw Masacre, 1974) işaret edilmesi gerekir. Tobe Hooper’ın zamanında ülkemizde sansürden geçememiş ve ancak 40. yıldönümü vesilesiyle onyıllar sonra vizyona girebilmiş bu modern başyapıtında psikopat ve yamyam bir aileye esir düşen bir grup genç içindeki bir genç kadın, telef olmaktan kurtulamayan kadınlı-erkekli diğer gençlerden farklı olarak canavar aile fertlerine en elverişsiz koşullarda bile direnerek, mücadele ederek kaçmayı ve hayatta kalmayı başarıyordu. İlerleyen yıllarda pasif kurban değil direngen, mücadeleci kadın kahraman figürü slasher filmleri başta olmak üzere modern korku filmlerinin demirbaşlardan biri olacaktı.
Geçen hafta vizyona giren Avustralya ağırlıklı ortak yapım Tehlikeli Hayvanlar (Dangerous Animals) da kurbanlarını köpek balıklarına yem yapan psikopat bir katil tarafından kaçırılan sörfçü bir genç kadının hayatta kalmak ve kurtulmak için verdiği mücadeleyi perdeye getiriyor. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin bir yan dalında yapmış olan Tehlikeli Hayvanlar bu yıl sinemalarda şu ana dek gösterime giren korku / dehşet filmlerinin en iyilerinden biri; hatta Fransız yapımı Other ile birlikte bu yılın en beğendiğim iki korku / dehşet filminden biri olduğunu söyleyebilirim. Konusu itibariyle Tobe Hooper’ın az bilinen, hakkı yaygın biçime teslim edilmemiş filmlerinden, psikopat bir otel sahibinin kurbanlarını bir timsaha yem yapmasını öyküleyen Krokodil’i (Eaten Alive, 1976) anımsatan Tehlikeli Hayvanlar arada dehşetengiz mizansenler de içeren ana gövdesi itibariyle heyecanlı bir seyir deneyimi sunmanın ve bu arada finaline doğru son derece kalburüstü su altı çekimleri de perdeye getirmenin yanısıra direngen, mücadeleci kadın tiplemesine ve bu tiplemenin içine oturduğu anlatı kalıplarına ilginç, kaydedeğer takviyeler ve varyasyonlar getiren bir film.
Nick Lepard’ın yazdığı senaryodan Sean Byrne’in çektiği Tehlikeli Hayvanlar’ın giriş bölümünde psikopat katilin tutsak ettiği bir önceki genç kadının, annesinin sözünü dinlemeyip çıktığı tatilde başına bu olayın gelmiş olduğunu diğer tutsak geç kadın Zephyr’e beyan etmesi üzerinden filmin muhafazakar bir yönelimi olup olmadığı kuşkusu uyanıyor. Ancak filmin baş kahramanı olan Zephyr’in ona kendine haksızlık etmemesi minvalinde karşılık vermesi ile bu kuşku zayıflıyor. Bilahare Zephyr’in tutsaklıktan kurtulma çabaları bir yandan sonuçsuz kalırken diğer yandan paralel kurguyla Zephyr’e gönlünü kaptırmış ama Zephyr’in ‘ekmiş olduğu’ genç erkek Moses’in onu arama ve nihayet izini bulma çabalarını izledikçe bu kez Tehlikeli Hayvanlar biçare kadını son anda kurtaran kahraman erkek şablonunu mu bize sunacak ve böylece korku sinemasının Teksas Katliamı ile başlayan evrimini tersine mi çevirmeye yeltenecek kuşkusu doğuyor ama olaylar hiç de öyle gelişmeyerek direngen, mücadeleci kadın figürü bilakis perçinleniyor.
Öte yandan Tehlikeli Hayvanlar’da direngen, mücadeleci kadın figürüne gerçekten de bir farklılık getirilmesi sözkonusu. “Özgür ruhlu” Zephyr başlangıçta kimseye bağlanmak istemezken, daha doğrusu aslında Moses’le birlikte sörf yapmayı kendisi de içten içe istemesine karşın bu isteğini bastırmışken, sonuçta yalnızlık Allah’a mahsustur noktasına gelerek evinden uzak yalnız kovboy tiplemesinin kadın varyasyonu olmaktan çıkıyor.
Bir Cevap Bırakın