Kurşunlu Han’ın Sessizliğinde: Nuray Özler Yolcu ile Ansız Anda Sergisi

Karaköy’ün tehna sokaklarında saklanan bir han kapısından içeriye adım attığınızda, avlusundaki tarihsel atmosfere bakıp geçmişi hayal etmemek zor değildir. Mimar Sinan imzalı Rüstem Paşa Kervansarayı bugünün Kurşunlu Han’ı olan bu yapı, 1561’den beri taşıdığı hikâyelerle ve fevkalade asma yapraklarıyla görenleri büyüleyiverir. Bir dönem St. Michele Katedrali’nin gölgesine komşu, sonrasında tüccarların, ustaların, seyyahların ayak sesleriyle yankılanan bu han; bugün aynı kemerlerin altında sanatçıları, zanaatkârları, tasarımcıları ve mimarları bir araya getiriyor. Kurşunlu Han’ın taşları hâlâ canlı: toz tutarak zamanı biriktiriyor. Ve tam da bu taş sessizliğinin içinde, Nuray Özler Yolcu’nun Ansız Anda sergisi kendi yankısını buluyor.

Spinoza’nın Ethica’sındaki conatus kavramından yola çıkan Nuray Özler Yolcu, varlığın kendini sürdürme eğilimini yalnızca bir direnç değil, yeniden doğma arzusu olarak kavrıyor. Ressamın fırçası olarak bu doğuşu, hem kalıcılığın izinde, hem de geçiciliğin gölgesinde arıyor. Tuvalin ağır katmanlı yüzeyiyle şeffaf malzemelerin kırılgan titreşimleri arasında kurulan ince denge, hayat, bir bakışta belirip kaybolan bir gölge, bir diğerinde kalıcı bir hatıraya dönüşen bir iz.

Serginin merkezindeki işlerden birinde, bir çocuğun dalgalı denizdeki çiçekleri olan bir kayaya derin derin baktığını görüyoruz. Solunda suyun med-ceziri, karmaşık duyguları; sağında ise kabullenişin dinginliği, huzurlu bir deniz var. Üst kata çıktığımda, sanki çocukluğumdan kalma bir hikâye kitabının kapağı aralandı, öyle hissettiğim bir andı. Uyku hâlindeki bir yarasa ve gece avına çıkmaya hazırlanan bir baykuşun şaşkın bakışı bu atmosferde belirdi. Girişteki eserler, daha da derin anlamlar barındırıyor. Beni karşılayan ilk eser, Yunan tanrılarına atfedilen mermer heykellerini andıran küçük bir çocuk figürü oldu. Başında bir kaya taşıyor; kayanın içinden çıkan o incecik bitkiler, ister istemez insanın direncini değil de, hayatın o tuhaf sabrını düşündürüyor.

“Karşılaşma” adını taşıyan üçlü seride ise, üç farklı an bize açılıyor. Birinde, çoğu insanın sevimsiz bulduğu ama benim her zaman ilginç bulduğum kuzgunların karşılaşmasını görüyoruz. Bu kavuşma bir başlangıç mıdır, yoksa bir veda mıdır? Bu üç eserde de, dikkat çeken başka bir detay daha var: her tablonun üst katmanında, şeffaf pleksi bir yüzeyde ikinci bir desen sanatseverleri sürpriziyle bekliyor. Kuzgunların üzerine düşen desen, aslında Kurşunlu Han’ın asma yaprakları. Diğer karşılaşmada, bir kadın ve içinden doğan bir gölgenin ilişkisi var; bu gölge bazen mucizeye, bazen de kişinin kendi içindeki canavara dönüşebilir. Üçüncü eserde ise gökyüzü masmavi, kargalar üstümüzde dönüyor. Nuray Özler Yolcu’nun sergisi anlatmakla bitmez; belki de her izleyici kendi “ansız an”ını yeniden keşfedecek.

Spinoza’nın Ethica’sından hatırladığım: “İnsanın arzuları, tutkuları, duyguları hep bu içsel conatus’un görünüşleridir. Neşe, bu çabanın güçlenmesidir; keder ise zayıflamasıdır.” Belki yanılıyorum ama Özler’in ışığı bana o çabanın sevinci gibi geliyor; gölgelerse insanın içinin yorulduğu anları hatırlatıyor.

Karaköy’ün tarihi Kurşunlu Han’ında yer alan ArtHan Galeri, Ansız Anda ile hem mekânın belleğini, hem sanatın belleğini iç içe geçiriyor. Mimar Sinan’ın yorgun taşlarının altında biriken yüzyıllar, Nuray Özler’in fırça izleriyle yeniden hayat buluyor.

Hanın çıkışına yönelirken, taşlarda saklanan hikâyelerin bir kısmı sanki peşimden geliyordu. Bir sonraki sergide kim bilir neye kulak kabartacağız?

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.