John Ruskin’in Eseri Modern Düşünce ve Yaşama Etkisi – III

Çeviri: Deniz Gökduman

Ruskin’in genel teorisi ve uygulamalarının pek çoğu hakkında ne düşünürsek düşünelim, gerçek şu ki: “hakikat” üzerine yazdığı bölümlerde, barbarca bir söyleyişle “doğanın tipolojisi” diyebileceğimiz pek çok alanda yeni bir standart belirlemeyi başarmıştır. Örneğin, tüm zamanlar için şunu göstermiştir: Yalnızca insan, hayvan, kostüm ve binalar değil, toprağın şekillenmesi, dağların profili, farklı ağaçlar, çalılar, çiçekler, hatta yapraklar ve dallar bile kendine özgü bir karaktere sahiptir ve bu karakter bizim dikkatli gözlemimizi hak eder. Ressamın tablosunda bu özellikler yeterince işlenmeli, karikatürize edilmemelidir.

Ruskin haklı olarak dikkatimizi şu gerçeğe çeker: Bir ressamın, tablosunun arka planında bile olsa, bir atı öyle çizdiğini görürsek ki onu bir insanla, bir ineğe ya da bir kaya parçasıyla karıştırabiliriz—hemen öfkeyle geri döneriz. Oysa eski ustaların çok beğenilen pek çok tablosunda ağaçlar ve kayalar yalnızca bireyselliklerinden yoksun bırakılmakla kalmamış, farklı nesnelere ait özelliklerin anlaşılmaz bir karmaşa içinde birleştirilmesiyle ortaya çıkan ucube bir bileşik karakter de yüklenmiştir. Halkın bu yöndeki gözlem gücü büyüdükçe—manzara ressamlarının daha yüksek hakikat standartlarıyla beslenerek ya da onları standartlarını yükseltmeye zorlayarak—manzara resmi sanatı da bu yönde yükselecektir. Bu yükseliş yalnızca doğru çizim açısından değil, aynı zamanda ışık, gölge ve renk işlenişi açısından da gerçekleşecek ve bunları tek tip bir atölye ışığının kısıtlayıcı bağlarından kurtaracaktır.

Ruskin’in araştırmasının salt bilimsel ruhunu bozan unsurların (bunların hepsi “kişisel denklemin müdahalesi” ifadesiyle özetlenebilir) girmesiyle, onun bir sanat tarihçisi olarak değeri de azalmıştır. Aslında tam da burada, yani sanat tarihi alanında, sempatilerinin kapsamı özellikle dardır. Bu daralma, kendisinin ahlaki ve dini ilkeler tutkusunun yönlendirdiğini sandığı kişisel tercih görüşlerinden kaynaklanır. Ancak gerçek bir tarihçinin ağırbaşlı çalışmasına bu tür değerlendirmelerin dâhil edilmesinin haklılığını kabul etsek bile, bu ahlaki ve dini ilkelerin geçmişin uzak olaylarına (ki bunlar zaten hakikat ve berraklık içinde kavranması zor şeylerdir) uygulanmasında pek çok yanlış adım atılması mümkün, hatta muhtemeldir. Örneğin, Venedik tarihinin ve sanatının çoğunu belirli ahlakî başlıklar altında özetlemek—gerçekler olduklarından çok daha net olsa bile—bana göre büyük bir hayal gücü becerisi gerektirir. Kanımca Ruskin, tarihle ve sanatla ilişkilerinde, bu önceden tasarlanmış bilim dışı çıkarlar ve güdüler yüzünden, farkında olmadan olguları kırpmış, düzenlemiş ve bu olgular için en ufak bir doğal eğilimi ya da seçici yakınlığı olmayan bir gruplama içine zorlamıştır. Bu tarih dışı ve bilim dışı zihin önyargısı—ki Bacon‘ın[4] putlarından biridir—olguları, kendi kişisel ahlakî bilincinin görmek istediği sıraya göre görme arzusunu sergiler ve çoğu zaman açıkça ve safça kendini ele verir. Örneğin, Venedik Taşları adlı eserinde Venedik tarihi üzerine bir pasajda şöyle der: “Barbarossa’ya[5] karşı III. Aleksander’ın[6] davasını benimsemelerinin, yalvaran kişinin karakterinin uyandırdığı dindarlıktan ve İmparator’un küstahlığını kışkırtan asil gururdan daha yakın bir nedenini bulmaya çalışan araştırmacının hayal kırıklığına uğrayacağına içtenlikle inanıyorum.”

Bir tarihsel çağ, eski bir usta ya da bunların eserlerinden biri yahut bu çağın, ustanın ve eserin bir yönü ve özelliği, Ruskin’in ahlakî doğasının baskın özelliğiyle örtüştüğünde, onun sempatisi derinleşir ve araştırıcı hale gelir. Böylece daha önce görülmeyen gizli güzellikleri keşfetmeyi başarır ve soğuk karanlığa gömülü olanın üzerine parlak ve ışıldayan bir ışık saçar. Başka bir deyişle, Ruskin ancak hayranlık duyduğu şeylere adil davranabilir. Onun zihni bu yönüyle, Spinoza’nın[7] veciz bir biçimde özetlediği ideal bilimsel zihne taban tabana zıttır: “neque flere, neque ridere, neque admirari, neque contemnere — sed intelligere”“ne ağlamak ne gülmek, ne hayran olmak ne hor görmek, sadece anlamak.” İnanmaktan kendimi alamıyorum ki, Ruskin’in tarih yorumu—özellikle sanat tarihi yorumu—etkili olduğu ölçüde, geçmişin gerçekten bilimsel araştırmasının ilerlemesini geciktirmiştir. Oysa diğer ülkelerde, bilhassa Almanya’da, bu bilimsel araştırma tam olarak yerleşmiş, gelişmiş ve zengin bir hasat vermiştir. İngiltere doğa bilimlerinde bilimsel yöntemin yerleşmesinde ne kadar büyük pay sahibi olmuşsa, tarihsel bilimler—bazı bireysel çabaların dikkate değer istisnaları dışında—geleneksel olarak, yöntemsel bilgi edinmenin en yüce amacına yabancı ve onu yıkıcı olan edebi, siyasi ya da etik çıkarların karışmasıyla gelişmekte gecikmiştir. Sanat tarihi çalışması açısından sonuç şu olmuştur: Ruskin’den ilham alanlar, ağırbaşlı tarihsel araştırmayı ve bilimsel gözlemi küçümsemişlerdir. Diğer bilgi alanlarındaki gerçekten bilimsel araştırmacılar ise bu konuyu ağırbaşlı ve yöntemli bir işleyişe elverişli görmemişlerdir. Dolayısıyla, örneğin bu çalışmaların, tanınmış araştırma yuvalarına—yani üniversitelere—ciddi düşünce konuları olarak girmesi gecikmiştir.

Göreceğimiz gibi, Ruskin doğaya yaklaşımının ana eğiliminde romantik değildir, ancak insana ve onun eserlerine—hem bugünde hem de geçmişte—yaklaşımında kesinlikle romantiktir. Bundan sonra gelecekleri anlamak için, çok gevşek ve sık kullanılan “romantik” teriminin daha açık bir şekilde tanımlanması gerektiğini düşünüyorum.

Romantik ruh, insanların var olan durum düzeninden hoşnutsuz oldukları zamanlarda hep ortaya çıkmıştır. Öncelikle olumsuz karakteriyle kendini gösterir: Yaşayan ve şimdiki zamanı reddeder, gerçek olana gözünü kapamaya çalışır ve bu yönüyle tatsız olana karşı körlük sergiler. Bu nedenle romantik olan şeyde her zaman bir gerçek dışılık dokunuşu vardır. Gerçek ve şimdiki zamandan duyulan bu olumsuz itme, romantizmin olumlu özelliklerine de temel rengi verir: Yani kendi çemberine giren her şeyi, yaşamda alışılmış olarak bulunan şeylerden esaslı biçimde farklı kılar. Romantik kişi böylece geçmişe bakar çünkü geçmiştir ve şimdiki zaman değildir; hayal ürünü şeylere bakar çünkü hayalidir ve gerçek değildir. Ancak her ikisi de onu bunaltıcı gerçeklikten, ondan farklı olana taşıyabilme gücüne sahip olmalıdır.

Romantik ruhun bir diğer temel özelliği, arzulayan zihin tutumudur. Romantik kişi geçmişe geçmiş olduğu için, hayali olana gerçek olmadığı için baksa da, onlara tarafsızca bakmaz, tersine özlemle, yarı bilinçli olarak hissettiği, onları şimdiki zaman ve gerçek kılma konusundaki boş bir arzuyla bakar. Bir yandan Rousseau’cu[8] çıplaklık içinde dolaşırken ya da Werther’in[9] samur pelerinini sıkıca sarınırken, hastalıklı derecede güçlü hayal gücüyle şimdiki ve gerçek olanı canlılığından soyar; öte yandan arzuları, geçmişin ve fantezi diyarlarının uzaklığını azaltmamıştır. Hem geçmişin hem de fantezinin üzerine, coşkulu özlemlerinde kendine özgü özel ışığı saçmış, şimdiki zamana dair görüş berraklığını yok etmiş ve onun adil oranını bozmuştur. Bununla birlikte, geçmişe nüfuz etme gücünde de artış sağlamamıştır; çünkü tarafsız geriye bakış enerjisini zayıflatarak geçmişi de gerçek tutarlılığından yoksun bırakmıştır.

Romantik olan, tarihsel olan ile karıştırılmamalıdır. Bence romantik dönemden çıkalı çok uzun zaman olmadı ve bizimkinin başlangıcı olduğu çağın başlıca entelektüel özelliklerinden biri tarihsel zihin alışkanlığı olacaktır. Çağımızın bilimsel bir çağ olduğu, başlıca da çevremizi saran canlı şeylerin dikkatli tümevarımsal gözlemiyle üretilen ve teşvik edilen zihin alışkanlığıyla damgalandığı sık sık söylenir. Bu doğru olmakla birlikte, çağımızın entelektüel olarak eşit ölçüde geçmişin değerlendirilmesiyle damgalandığı ve bilimsel ve insancıl olduğu kadar tarihsel de olduğu bana aynı şekilde doğru görünüyor. Biz de geçmişe bakıyoruz, belki de önceki herhangi bir çağdan daha fazla. Ancak kesinlikle romantik ruhla değil. Bu geçmiş ilgisine hiçbir arzu karışmıyor, ona kaçmaya, şimdiki zamandan uzaklaşmaya dair bir çaba yok. Çünkü biz geçmişi sürekli şimdiki zaman kıldık, onu zihinsel mülkiyetimizin gerçek ve fiili bir parçası haline getirdik. Geçmişte, önümüzdeki yaşayan gerçekliklerde olduğu kadar salt entelektüel ya da duygusal açıdan sempatik bir zevk alabiliriz. Gitgide daha fazla, tüm insanlar arasında, geçmişe dair bilginin ortak bir miras olduğu duygusu yayılıyor. Bu, düşünen tüm insanların bilincinin temel bir parçası haline geliyor; onsuz hiçbir zihin tamamen gelişmiş ve eğitimli sayılmayacaktır. Şiir örneğini verelim—romantizmin en çok dolaştığı en yakın alan. Bana öyle geliyor ki Robert Browning[10], geçmişi ele alışında bu yeni tarihsel tutumun dönüm noktasını güçlü bir şekilde işaret ediyor. Onun için geçmiş, yaşamıyla birlikte büyük bir madendir; oradan hazineler şimdiki zamanın yüzeyine çıkarılabilir, günümüzün entelektüel ve sanatsal zenginliğine eklenir, ama ahlaki ve faydalı zihinsel endüstrimizin işletme sermayesini azaltmaz. Ve böylece geçmişin kapılarını aşarken, hastalıklı arzuların melankolik ağırlığından kurtulmuş olduğu için, gerçekten derinliklere nüfuz edebilir. Oradan geriye, çanak çömlek kırıkları, cam ve macun parçaları—romantizmin sisli diyarının belirsiz gerçek dışılığında kapının bu tarafında yatan şeyler—ile değil, hakiki mücevherlerle döner. Ne kadar az romantik olursak, şimdiki zamandan o kadar az korkar ya da ona karşı çıkarız. Geçmişin tanınmasını ararken arzularımız tarafından o kadar az yanlış yönlendiriliriz. Ve tarihe adalet etme olasılığımız o kadar artar.

Bana öyle geliyor ki Ruskin, hem şimdiki zamana, gerçekte var olana karşı gerçek bir sempati eksikliğinde, hem de geçmiş çağlarla ya da antik sanat eserleriyle uğraşırken kişisel tercihlerini bir kenara bırakamama yetersizliğinde, hâlâ güçlü bir şekilde romantizmin kölesidir. Örneğin, Antik Hellas’ın[11] ruhunu takdir edemez görünüyor ve kasıtlı olarak gözlerini ona kapatıyor. Yunanlıların ahlakî ve entelektüel yaşamı, onun kişisel olarak bulmak istediği şeyi sunmuyor gibi görünüyor ve bu nedenle tarihlerini adil bir şekilde takdir edememiş, sanatlarını hissedememişti. Ve Havanın Kraliçesi adlı eserinde olduğu gibi, onların dini eserlerinden biriyle uğraştığında, onu dönüştürüyor ve söylemeliyim ki çoğu zaman karikatürize ediyor—her tarafı mistik sim simlerle süslü bir manken haline getiriyor. Bu sanatsal ırkın sağlıklı parlaklığı ve neşesi, onun zengin hazinesine ışıldayan mücevherlerinden hiçbirini eklememiştir. Hatta bana öyle geliyor ki, kısmen bu tarihsel sempati eksikliği yüzünden, mimaride Gotik’e dair güçlü ama münhasır övgüsü, aynı zamanda onu Rönesans yapılarındaki Helen unsurlarını kötülemeye itmiştir. Aynı duygu onu, siyasi toplulukların yaşamı ve sanatlarında, kendi değerlendirmesine göre, yüksek gelişme dönemleri ile mutlak çöküş dönemleri arasında keyfi olarak katı ve kesin çizgiler çizmeye yöneltmiştir; aynı şekilde bu duygu, kısmen, onu bütün ulusların sanatındaki—Hollandalılar gibi—büyük güzelliklere karşı körleştirmiştir. Bu tutum, onu ve onunla birlikte pek çok başkasını, çocuksu sadelikteki tartışmasız güzelliği gördükleri için (ki sağlıklı zihin bunu romantik kadar takdir edebilir), eksik sanatın erken dönem çabalayan çabalarının erdemlerini abartmaya ve iğrenç karşılaştırmalar için örnek göstermeye, gerçek ilişkiyi çarpıtmaya yöneltmiştir. Bu eksiklik sadece icrada değil, çoğu zaman (çabada bulunan sadelik önerisi dışında, eserin kendisinde değil) gerçek sanatsal tasavvurun yüceliğinde bile geçerlidir. Ve onun kişisel dini önyargısının romantik projeksiyonudur ki, Venedik Taşları’nın II. cilt, VI. bölüm, § 25’te yaptığı gibi, hiç şüphesiz tüm dünyevi şeylerde hâkim olan kusurluluğu bir sanatsal erdem olarak değerlendirmesine yol açar. Günümüzde daha ilkel sanatın nitelikleri ve teknik kusurlarındaki güzellik konusunda pek çok yanlış yönlendirilmiş yargı ve yüzeysel yapmacıkla karşılaşıyoruz. Bu bulanık beğeni dalgası, sanat üretimi ve imalat üzerinde zararlı bir etki yaratmıştır. “Daha vahşi sanatın” erken aşamalarında kaba bir nitelik olabilir ve bu nitelikleri takdir edebiliriz, ancak “vahşi” oldukları ölçüde eksik olduklarını asla unutmamalıyız. Sanatın erken veya arkaik dönemleri ilginç ve belirli bir tür güzellikle doludur; ancak en yüksek sanatsal bakış açısından değerlendirildiğinde, kesinlikle en gelişmiş biçimlerden daha aşağıdadır. Örneğin, Onatas[12] gibi erken dönem bir Yunan heykeltıraşının eserinin niteliklerini takdir edebilsek de, bu insan çabasının en yüksek ruhsal ifadesi hâlâ Fidias’ın[13] eserlerinde bulunur; erken çabalar ona doğru eğilim gösterir. Bu durum, sanatın tüm dalları ve dönemlerinin eserleri için geçerlidir. Daha az mükemmel sanatın tuhaf biçimlerinin erdemini, gelişmiş aşamalara ait eserler pahasına paradoksal bir şekilde büyütme modası—geçmişte var olan ve hâlâ yaygın olan—ya samimiyetsiz yapmacıklığa ya da bazı bireysel erdeme veya tercih nedenine uygun yer ve oranı verme hatasına bağlıdır. Daha da yaygın görünen, teknik kusurların bulduğu iltifattır. Venedik cam işçiliğinin bazı parçaları günümüzün makine işinden şüphesiz üstünse, bu, el işinin “kusurluluğundan” ya da onu icra ederken insanın emeğinin öne çıkmasından değil, çizgilerin daha az sert olmasından ve insan işinin gerçekten daha ince doğrusal etkiler ve daha güzel ışık kırılmaları üretmesinden kaynaklanır. Ancak geçmiş çağlardaki cahil işçilerin, eğer araçlara ve süreçlere sahip olsalardı memnuniyetle düzeltecekleri yapısal kusurları yeniden üretmek; yeni binalarda mimarinin sağlıklı yaşamını, antik yapılardaki zamanın patolojik kazalarının düşüncesizce yeniden üretilmesiyle bozmak; “mimariyi” sürekli olarak “resimsel” olanın yüzeysel bir karışımıyla sulandırmak—şimdi çok sık yapıldığı gibi—yanlış yönlendirilmiş halkın ve sanatçıların Ruskin’in yazılarında pek çok pasaj bulabileceği hastalıklı bir beğeni durumudur. Sanat tarihiyle, ulusların, dönemlerin ve bireylerin eserleriyle uğraşırken, Ruskin’in eserlerinin genel değerlendirilmesine dair altın kural her zamankinden daha güçlü bir şekilde geçerlidir: Hayranlık duyduğunda onu takip edin, onaylamadığında ondan kaçın.

  1. Doğanın Fenomenolojisinin Kurucusu Olarak Ruskin, Romantik terimi doğa için de kullanılır ve burada da tarihe uygulandığındaki temelde aynı anlama sahiptir. Doğaya dair romantik zihin tutumu, yine insanı çevreleyen gerçeklikten kaçınmakla ayırt edilir. Tarih ve hayal dünyası söz konusu olduğunda, tanıklığını kendinde taşıyan ve duyulara mevcut olanı değiştirmek ya da çarpıtmak mümkün olduğu halde, doğa söz konusu olduğunda bu mümkün olmasa da, romantizmin bu olumsuz eğilimi doğa sahneleri arasında yapılan seçimde kendini gösterir. Ve bu romantik manzara, sıradan olmayan bir şeye, insanın gündelik yaşamındaki gerçek çevresinden farklı olan bir şeye sahip olduğu için seçilir ve bu ölçüde onu sevmediği ya da takdir edemediği gerçeklikten uzaklaştırır. Nazikçe yükselen çayırlar, düzenli çiçek bahçesinin ötesindeki uzanımlar, yakındaki köyün hareketli yaşamıyla yankılanan yerler romantik değildir—belki göreceli bir derecelendirmeyle, metropol sakinleri için hariç; çünkü çok tanıdık ve fiilen yaşayandırlar. Ancak uzak, yalnız kayalık ve vadi, pürüzlü hatlarının sıra dışılığıyla, fiili insan yaşamının hiçbir imasını taşımayan bir ıssızlık sahnesine yerleştirilmiş olarak, sahip olabilecekleri yücelik niteliğinden ve içsel biçimlerine ekleyebilecekleri şüphesiz özgül yenilik cazibesinden ayrı olarak, daha çok romantik sayılma olasılığı taşırlar. Bu, aşina olunan yaşamla ilişkilendirilen sahnelere zıtlıkları ve tanıdık olmayışları ile şimdiki zamandan yorulmuş romantik kişinin hayal gücünü önünde olandan kaçışında bağlayan çağrışımların yokluğundan kaynaklanan gerçeklik dışılık karışımlarından dolayıdır.

Ayrıca, romantik kişinin doğa takdirinde zihnin arzulayan tutumu unsuru vardır. Bu kendini, romantik kişinin kendisini—yani insanı—bu şekilde hayran olduğu doğaya yansıtması gerektiğinde gösterir. Geçmişin sesine tarafsız bir kulak vermediği gibi, doğanın hikâyesinin bütününü tamamen kendi dilinde anlatmasına izin vermez. Bu doğa görüşünde, ister şimdiki zamandaki ister geçmişteki insanın kaderiyle ilgili olsun, insan çağrışımlarının hâkimiyeti vardır ve romantik kişi, doğal manzaraya, yabancı düşünceler tarafından bozulmadan biçim, renk ve yoğunlaşmış yaşam izlenimleriyle veren belirgin ruhsal organizasyonun tamamını ve saf halini almaya muktedir değildir.

James Ward, Gordale Geçidi, Yorkshire, (1811-15), T.ü.y.b. 332 cm x 421 cm. Tate Britain.

Romantik kişinin doğal manzara seçimindeki bu iki unsurun yanına bir faktör daha eklenir: Doğayı takdir etmesine, daha önce romantik olarak tanımladığımız insan ilgisi alanından çağrışımları karıştırır; şimdiki zamana ait olmayan, arzulanan ve tercih edilen geçmiş kesitine ait çağrışımları hatırlattıkları ölçüde, doğanın o sahnelerini ve etkilerini yeğler. O zaman denize çıkıntı yapan kaya kendi başına hayranlık duyulan şey değildir; ancak gururlu ve şövalye ruhlu şövalyelerin ve güzel hanımefendilerin yaşadığı harap kalenin sağlam temeli olarak dikkatini çeker. Sallanan buğday başaklarıyla tarla ve içindeki büyümenin tüm narin renkleri ve zarif çizgiler dünyasıyla çit sıraları, orman ve vadi ile çevrelenmiş halde değil; ama Yuvarlak Kafalılar ile Süvarilerin Parlamento veya Kral Charles[14] için savaştığı tarla. İlkbahar, kendi iç güzelliği için güçlü ve zengin dönüşümüyle giyinmemiştir, aşk mevsimidir; sonbahar en fazla insanın başlayan çöküşüne benzetilir; bulutlar, şişkin cübbeleri altında yalnızca yıkımın habercisi olan şimşek oklarını barındırır; atmosfer parlak, berrak ya da kasvettir—pelerine sarınmış yalnız atlıya en uygun olduğu gibi.

Ancak Ruskin’de gerçekten doğanın yeni bir ışıkta vahyine sahibiz ve bu zihin tutumu belirgin biçimde moderndir ve başlıca gelişiminde ağırlıklı olarak İngiliz’dir. Belki Wordsworth’le[15] paralel giden, Amerikalı şairler Bryant[16], Longfellow[17], Whittier[18], Emerson[19], Lowell[20] ve hepsinden önemlisi Thoreau[21] ve Burroughs[22], doğayla ilişkileri ve New England ile Orta Eyaletlerin bol miktarda güzel ağaçlarla dolu zenginliğine olan sevgileri ve yakınlıkları ile anılabilir. Ancak onlar, tıpkı Keats[23], Southey[24] ve Tennyson[25] gibi, bundan sonra gelen dört ismin işaret ettiği belirgin dönüm noktalarını oluşturmazlar. Yunanlılar, hiçbir şekilde romantik olmasalar da—aslında bu zihin çerçevesine belirgin biçimde karşı olsalar da—tüm zihinsel organizasyonlarında o kadar derinden ve belirgin bir şekilde insansıydılar ki, bu takdir biçimini geliştirmediler. Sürekli olarak insanı—gerçek, şimdiki zaman insanını—doğaya yansıttılar ve ona kendilerininkine benzer bir yaşam bahşettiler, öylesine canlı ki onunla her zaman dostane bir birliktelik içinde olabildiler. Dahası, doğa tanrılarının yaşamını barındırıyordu ve tanrıları böylece onlara aşina bir şekilde mevcut idiler. Ancak onu, tıpkı insan bedenini kendi saf uğruna inceleyip hayranlık duydukları gibi, kendi iç güzelliği, biçim ve rengi için incelemek ve ona hayranlık duymak, ulaşmadıkları bir estetik gelişme aşamasıydı. Ve günümüze kadar tüm edebiyat yelpazesinde—benim aşina olduğum ve doğaya yaklaşımını hatırlayabildiğim kadarıyla—doğayı, insan çağrışımlarından bağımsız olarak, kendi uğruna betimleme ve onunla uğraşma konusunda alışılmış ve sürekli bir çabanın tezahürü yoktur. İlkbahar ve yaz, vadiler ve dağlar, çayırlar ve çiçekler, yağmur ve güneş ışığı elbette ele alınır; ancak bunlarla uğraşırken onların biçimlerinin gerçek gözleminin bir tezahürü yoktur, onlara kendi başlarına saf ve yoğunlaşmış bir ilgi yoktur. Kendileri antropomorfik[26], tarihsel veya romantik olmasalar bile, işlenişlerinde en fazla pastoral veya pastoral bir yaklaşım sergilerler.”

Bu yeni dönemin başlangıçları oldukça yenidir ve bence, ana özellikleri bakımından başyapıt romantik sayılan bir yazarda, yani Byron’da[27], “Childe Harold”[28] adlı eserinde bulunabilir. Elbette bu şiirde romantik başlığı altına girecek pek çok manzara betimlemesi vardır; yalnızca onda, manzaraların üzerinde durma ve onların kendi iç uyumunu sanatsal ilginin ana noktası kılma konusunda tasarlanmış ve yoğunlaşmış bir arzunun başlangıçlarına sahibiz demek istiyorum. Bu gelişimin bir sonraki aşamasını Shelley’de[29] buluyorum. Onda, lirik dehasına damgasını vuran insancıl ilgisinin sıcaklığı, özellikle doğayı betimlerken kullandığı insan imgeleri, her zaman gücünü hissettirir; yine de ister dağ doruklarının korkunç sessizliğinde, ister kuru yaprakları süren batı rüzgârının hücumunda, ister Alastor’un[30] dağ yarığının fantastik betimlemesinde olsun, gerçek sempatik gözlemcinin hakiki dokunuşunu hissederiz. Bir sonraki belirgin adım Wordsworth tarafından atılır; o, gözü basit küçük çiçeklerin taç yapraklarını bile izlemeye ve algılamaya eğitir, ancak onda yine öğretici alışkanlığın bir ağırlığı vardır. Fakat bu yönde ulaşılan en yüksek aşama, aslında insanın gözlem karakterinde yeni bir çıkış, Ruskin tarafından yapılır. Bu dört adam bana ilerlemeyi işaretleyen kişiler gibi görünüyor. Pek çok kişinin iddiaları değerlendirildi ve ya bu başlık altına hiç girmedikleri ya da bu ilerlemede belirgin adımlar işaretlemedikleri için reddedildiler. Örneğin Scott’un[31] iddialarını dikkatlice değerlendirdim; ancak betimlemelerinin ya romantik olduğunu ya da en azından şiirde veya hikâyedeki bir ana insan ilgisine bağlı kalmakla her zaman işaretlendiğini hissettim. Özellikle dikkat çekicidir ki, bildiklerim arasında Alman, Fransız ya da İtalyan şairlerden hiçbirini bu sayıya dâhil edemedim. Goethe[32], Schiller[33] ya da Uhland’dan[34] betimlemede daha az romantik olsa da, onun betimleyici lirikleri daha doğrudan, betimlenen nesneler tarafından uyandırılan ya da üzerlerine ışıklarını saçan ruh hallerinin ifadeleridir; Lamartine[35] ve Victor Hugo[36] ise bana romantik, pastoral ya da öğretici olarak görünüyor. Bu zihin alışkanlığının başlıca geliştiricileri böylece tamamen İngiliz’dir; İngiltere’nin en yüksek biçimiyle manzara resmi sanatının gelişiminde tuttuğu önemli konum hesaba katıldığında, bilimsel kanıt ağırlığı iddiasıyla bir genelleme formüle etmeyi haklı gösterecek yeterli derecede veri toplamanın zor olduğu bir durumda bireysel deneyimimi sunmaya cesaret edebilirim. Dikkatimi bu konuya yönelttiğimde, seyahatlerimde şunu buldum: İngiliz olmayan gezginler yalnızca daha çarpıcı ve alışılmadık manzaralar üzerine yorum yapıyor ve genellikle tarihsel çağrışımları ya da insani, şiirsel veya bilimsel ilgi özelliklerini arıyor ve onlar üzerinde duruyorlardı; oysa onlara denk gelen İngiliz gezginler, her tür manzaraya daha nüfuz edici bir ilgi ve biçimlerin kendilerini gözlemlemek ve böylece takdir etmek konusunda daha alışılmış bir güç gösteriyorlardı. Belleklerinde, gözlerinin önündeki şeyi daha akıllıca ayırt etmelerine olanak sağlayan çizgiler, renkler, ağaçlar, bitkiler, bulut biçimleri ve çeşitli ışık niteliklerine sahip günlerin bir deposu var gibi görünüyorlardı. Bu durum şu gerçekten kaynaklanıyor olabilir: İngilizlerin daha eğitimli sınıfları büyük sayılarda kırsalda yetişmiş ve yaşamışlardır; bahçede uğraşılar, özellikle sulu boya çiziminin aşina ve sık bir başarısı, kadınların yürüyüşleri ve erkeklerin kır sporları böyle bir gözlemi teşvik etmiştir. Ayrıca İngilizlerin gezgin bir ulus olması gerçeği de bu güce katkıda bulunmuş olmalıdır; son olarak belki de, sıklıklarının beklendiği kadar sık olduğu ve kırsalda yaşayanların boş zaman uğraşları için önem taşıdığı bir ülkede atmosferik değişimlerin sahip olduğu önem, dikkatlerini bu olgulara yöneltmiş ve kişisel konfor ya da fayda dışında, tamamen sanatsal bir ruhla kullanılabilecek bir alışkanlığın oluşumuna ve bir yeteneğin büyümesine yol açmış olabilir.

 

 

[1] Sör Charles Waldstein, (30 Mart 1856 – 21 Mart 1927); bir İngiliz – Amerikan arkeolog.

[2] John Ruskin, (08 Şubat 1819 – 20 Ocak 1900); XIX. yüzyılda yaşamış İngiliz yazar, şair, sanat ve toplum eleştirmenidir.

[3] Waldstein, Dr. Charles, “The Work of John Ruskin. Its Influence Upon Modern Thought And Life”, Harper’s New Monthly Magazine, Vol. 78, February, 1889, No: 465, S.392-398

[4] Francis Bacon, (1561-1626); İngiliz filozof, devlet adamı ve modern bilimsel yöntemin kurucularından biridir.

[5] I. Friedrich veya Friedrich Barbarossa, (1122 – 10 Haziran 1190); 12. yüzyılda yaşamış Alman kralı ve Kutsal Roma Cermen İmparatoru.

[6] Papa III. Aleksander, doğum adı: Roland, 07 Eylül 1159’dan ölümüne kadar papa. Aleksander, Bizans İmparatoru I. Manuil’in Doğu-Batı Ayrılığı’nı sona erdirme teklifini reddetti, Kuzey Haçlı Seferleri’ni onayladı ve Üçüncü Laterano Konsili’ni düzenledi.

[7] Baruch Spinoza, (doğum Benedito de Espinosa, sonradan Benedict de Spinoza; 24 Kasım 1632 – 21 Şubat 1677); Yahudi kökenli Hollandalı filozof. Aydınlanmanın erken dönem düşünürlerinden olan Spinoza, evren ve insan hakkında modern fikirler ileri sürerek öncü ahit eleştirileri yapmış ve zamanla 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Descartes’ın fikirlerinden etkilenen Spinoza, Hollanda Altın Çağının önde gelen filozofu olmuştur.

[8] Jean-Jacques Rousseau, (28 Haziran 1712 – 02 Temmuz 1778); Cenevreli filozof, yazar ve besteciydi. Onun siyaset felsefesi, Avrupa’da Aydınlanma Çağı’nın ilerlemesinin yanı sıra Fransız Devrimi’nin yönlerini ve modern siyasi, ekonomik ve eğitim düşüncesinin gelişimini etkiledi.

[9] Werther, Johann Wolfgang von Goethe‘nin 1774 yılında yayımlanan ünlü romanı “Die Leiden des jungen Werthers” (Genç Werther’in Acıları) adlı eserinin başkahramanıdır.

[10] Robert Browning, (07 Mayıs 1812 – 12 Aralık 1889); dramatik monologlarıyla Viktorya dönemi şairleri arasında üst sıralara yerleşen İngiliz şair ve oyun yazarıydı. İroni, karakterizasyon, kara mizah, toplumsal yorum, tarihsel ortamlar ve zorlu kelime dağarcığı ve sözdizimi ile dikkat çekiyordu.

[11] Eski Yunan uygarlığını ve kültürünü ifade eden klasik bir terimdir.

[12] Onatas, Pers Savaşları döneminde yaşamış antik bir Yunan heykeltıraşı ve gelişen Aegina ekolünün temsilcilerinden biriydi. Birçok eserinden Pausanias bahsetmiştir; bunlar arasında koç taşıyan bir Hermes ve Phigalia halkı için yapılmış tuhaf bir Kara Demeter heykeli; ayrıca Olympia ve Delphi’de yer alan bronzdan yapılmış bazı ayrıntılı heykeller de vardır.

[13] Fidias, (MÖ 490 – MÖ 430); Antik Yunanistan´da dünyaca ünlü bir heykeltıraştır. Atina Akropolü’nde bulunan tanrıça Atena tapınağını ve Partenon´daki Zeus heykeli’nin kaidesini yapmıştır.

[14] Metinde bahsedilen Kral Charles, I. Charles, (Charles I of England, 1600-1649); olarak da bilinen İngiltere, İskoçya ve İrlanda Kralı’dır.

[15] William Wordsworth, (07 Nisan 1770 – 23 Nisan 1850); Romantik dönemin önde gelen şairlerindendir.

[16] William Cullen Bryant,(03 Kasım 1794 – 12 Haziran 1878); Amerikalı romantik şair.

[17] Henry Wadsworth Longfellow, (27 Şubat 1807 – 24 Mart 1882); Amerikalı şair.

[18] John Greenleaf Whittier, (17 Aralık 1807 – 07 Eylül 1892); Amerikalı bir Quaker şair ve Amerika Birleşik Devletleri’nde köleliğin kaldırılmasını savunan bir kişiydi.

[19] Ralph Waldo Emerson, (25 Mayıs 1803, Boston – 27 Nisan 1882, Concord, Massachusetts); Amerikan düşünür ve yazardır. Amerikan transandantalizminin en önemli temsilcisidir

[20] James Russell Lowell, (22 Şubat 1819 – 12 Ağustos 1891); Amerikalı Romantik şair, eleştirmen, editör ve diplomattı.

[21] Henry David Thoreau, (12 Temmuz 1817 – 06 Mayıs 1862); Amerikalı harita mühendisi, yazar, filozof, şair, tarihçi, kölelik karşıtı, vergi direnişçisi, kalkınma eleştirmeni ve natüralist.

[22] John Burroughs, (03 Nisan 1837 – 29 Mart 1921); Amerikalı bir doğa bilimci ve deneme yazarıydı. Bugün, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki en önemli doğa yazarlarından biri olarak anılmaktadır. Burroughs’un yazıları, kırsal yaşamın sade zevklerini yüceltir ve okuyucuları doğayla bağ kurmaya teşvik ederdi.

[23] John Keats, (31 Ekim 1795 – 23 Şubat 1821); Lord Byron ve Percy Bysshe Shelley ile birlikte Romantik şairlerin ikinci kuşağından İngiliz şairdi.

[24] Robert Southey, (12 Ağustos 1774 – 21 Mart 1843); Romantik ekolün İngiliz şairi ve 1813’ten ölümüne kadar Şair Ödülü sahibiydi.

[25] Alfred Tennyson, (06 Ağustos 1809, Somersby, Lincolnshire – 06 Ekim 1892, Lurgashall, Batı Sussex); İngiliz şair. Kraliçe Victoria’nın hükümdarlığı sırasında Birleşik Krallık’ın devlet şairiydi. İngilizce dilinde en popüler şairlerden biri olmaya devam etmektedir.

[26] İnsan biçimcilik

[27] George Gordon Byron, (22 Ocak 1788 – 19 Nisan 1824); ya da daha bilinen adıyla Lord Byron, İngiliz şair ve Romantizm akımının önde gelen simalarındandı.

[28] Childe Harold’ın Hac Yolculuğu: Bir Romaunt, Lord Byron tarafından yazılmış dört bölümden oluşan uzun bir anlatı şiiridir. Şiir 1812 ile 1818 yılları arasında yayınlanmıştır. “Ianthe”ye ithaf edilen eser, zevk ve eğlence dolu bir hayattan hayal kırıklığına uğramış ve yabancı diyarlarda oyalanma arayışında olan genç bir adamın yolculuklarını ve düşüncelerini anlatır.

[29] Percy Bysshe Shelley, (04 Ağustos 1792, Horsham, Sussex – 08 Temmuz 1822, Livorno); İngiliz edebiyatının ve Romantik Dönem’in en önemli şairlerinden biri.

[30] Alastor, Percy Bysshe Shelley’nin 1816 yılında yazdığı “Alastor, or The Spirit of Solitude” (Alastor ya da Yalnızlığın Ruhu) adlı uzun şiirinin başlığı ve ana temasıdır.

[31] Sör Walter Scott, (15 Ağustos 1771 – 21 Eylül 1832); zamanının üretken İskoçyalı tarihî roman yazarı ve şairi.

[32] Johann Wolfgang von Goethe, (28 Ağustos 1749, Frankfurt – 22 Mart 1832, Weimar); Alman hezarfen, edebiyatçı, siyasetçi, ressam ve doğa bilimcidir.

[33] Johann Christoph Friedrich von Schiller, (10 Kasım 1759, Marbach am Neckar – 09 Mayıs 1805, Weimar); 1802 yılında soyluluk unvanı almış bir şair, filozof, tarihçi ve en önemli Alman dram yazarıdır.

[34] Johann Ludwig Uhland, (26 Nisan 1787 – 13 Kasım 1862); Alman şair, filolog, edebiyat tarihçisi, avukat ve politikacı.

[35] Alphonse Marie Louise Prat de Lamartine, (21 Ekim 1790 – 28 Şubat 1869); Fransız yazar, şair ve siyasetçidir.

[36] Victor Marie Hugo, (26 Şubat 1802, Besançon – 22 Mayıs 1885, Paris); Romantizm akımına bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarıdır. En büyük ve ünlü Fransız yazarlardan biri kabul edilir.

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.