Çeviri: Deniz Gökduman
Eleştirinin pratik faydaya sahip olduğu iddiasının tartışmasız şekilde kanıtlandığını söylemek güçtür. Kitaplar üzerine yazılmış kitapların, dikkat çeken kişilerin yayımlanmış eserleri hakkında kaleme alınan eleştiri ve yorumların her geçen gün kabaran listesine şöyle bir göz gezdiren her düşünceli insan zaman zaman kendine şu soruyu sormuştur:
“Acaba büyük eserlerle okur kitlesi arasına bu şekilde bir engel koymak ve zaten kısıtlı olan okuma zamanının — ki en gayretli okuyucular bile bu zamanı asıl büyük eserlerin okunmasına bile zar zor ayırabiliyor — bir kısmını bu tür yazılara harcamak yanlış değil midir?”
Konunun karmaşıklığı ya da yazarın üslubunun kapalılığı sebebiyle açıklayıcı yorumların faydalı olabileceği kimi durumlarda dahi şu soru yerinde olacaktır:
“Dinlenmeye değer herhangi bir yazarın anlamını okuyucunun bizzat kendi çabasıyla kavramaya çalışması daha sağlıklı olmaz mı? Çünkü yorum ve özetleme sürecinde orijinal metnin özünden çok şey kaybolabilir, buna karşılık okuyucu, kimi zaman pek de kazanç sayılmayacak öğeleri yorumcudan almış olabilir.”
Büyük kişilerin eserlerini eleştirel biçimde inceleyip her birine benzer girişimlerin genel dizgesi içinde bir yer tayin etmeye, eserin doğuşunu ve biçimini etkileyen kaynakları ve çevresel nedenleri aydınlatmaya, iyi ve kötü, gelip geçici ve kalıcı, sürdürülmesi gereken ve unutulmaya terk edilmesi gereken unsurları göstermeye — kısacası edebî buğdayı samanından ayırmaya — çalışan eleştirel yaklaşımın yararlılığı dahi sorgulanabilir. Çünkü kimi görüşlere göre, zaman ve genel okur kitlesi en güvenilir ve en adil yargıçlardır. İçinde doğru ve iyi olan eserler zaten özünde yaşama ve kalıcılık gücüne sahiptir; buna karşılık, kötü ve yanlış olanın özü zayıflıktır ve kendi doğasından kaynaklanan bu eksiklik, kaçınılmaz olarak onun yok oluşuna yol açar. Ayrıca, hiçbir insan, herhangi bir dönemde, çağlar boyunca okur kitlesinin oluşturduğu yargının yerini tutacak yeterlilikte olamaz. Bu görüşü destekleyecek pek çok örnek öne sürülebilirse de, dikkatli bir değerlendirme bu düşüncenin mutlak biçimde geçerli olduğunu doğrulamayacaktır. “Zaman” ve “genel okur kitlesi” kavramları üzerine biraz düşündüğümüzde, bunlara atfedilen hükümlerin her zaman kesin adil olmadığını gösteren örneklerin pek çok olduğunu görürüz.
Zaman son derece esnek bir kavramdır; nice değerin yüzyıllarca fark edilmeden uyuduğu, sonunda ancak hakikatin ve adaletin uyarıcı borazanıyla gün ışığına çıkarıldığı bilinmektedir. Yüzyıllar ise son derece uzun bir süredir; bu nedenle bugün hâlâ hak ettiği değeri bulamamış nice eser ve insanın sonsuza dek unutulmuş kalabileceği olasılığı vicdanımızda bir ürperti yaratır. Ve bu uykudan eserleri kim uyandırmıştır diye baktığımızda, çoğu zaman bir tek insanın sesi olduğunu görürüz.
Okur kitlesi ise genellikle ortak bir ruh ve yaratıcı bir güçten yoksundur; çoğunlukla, bir eleştirmenin yönlendirme ya da özetleme yetisi sayesinde yargılarını daha belirgin ve tutarlı hâle getirir. Dahası, çoğu zaman dikkatleri çeken belirgin bir kusur ya da parlak bir erdem, geniş kapsamlı ve çok yönlü bir büyük insanın tüm eserinin yerini alır ve okuyanları, yandaşları ya da karşı çıkanları etkiler. Bu tür bir özellik öne çıkarıldığında ve yalıtıldığında — ki bu özellik esasında rastlantısal olup zorunlu bir unsur olmayabilir — kişinin eserine yönelik adil bir değerlendirme engellenir ya da en azından süresiz olarak ertelenmiş olur.
Son olarak, eser sahipleri de çoğu zaman yaşam eserlerinde neyin esas, neyin tali olduğunu uygun ölçü ve vurguyla gösterecek konumda değillerdir.
Bütün bunları dikkatle düşününce, kendilerini bu işe ehil görenlerin okur kitlesinin yargısını yönlendirmek ya da şekillendirmek ve “kaderci” ya da kayıtsız zamana müdahale etmek gibi bir görevi olduğu kanısına varırız.
Yaşayan bir insanın eserini eleştirel bir bakışla ele almanın yerindeliği ya da uygunluğu konusunda daha da ciddi kuşkular duyulabilir. Zira güncel eleştirinin kişisel bir nitelik kazanma tehlikesi her zaman vardır; öte yandan, zamana bırakılan yargının ise eserin değeri ve etkisini yerli yerine oturtmada daha güçlü bir unsur olduğu ileri sürülebilir. Ancak burada da tarihe boyun eğen bir kaderciliğin ya da düşünsel bir laissez-faire4 anlayışının ilerlemenin kesinliğini geciktirebileceğini hissederiz. Her durumda, bu tür bir eserin gerçekten ne ölçüde açık bir öneme sahip olduğuna bağlı olarak, onun değerini pekiştirmenin ve olumlu yönlerini vurgulayıp olumsuz yanlarına işaret etmenin yerinde olup olmadığına karar vermek gerekir.
“Ölümsüzlüğün bedeli çağdaş eleştiridir.”
Eleştiri ancak kişisel bir tutumdan uzak, tarafsız ve içtenlikle yapıldığı takdirde iyi eserleri güçlendirebilir ve onları destekleyebilir.
Yazar, konusuna işte bu ruhla yaklaşmayı önermektedir; çünkü sanatsal eğitime yönelik arzunun giderek yaygınlaştığı ve Bay Ruskin’in bu bağlamda geçmişte üstlendiği, bugün sürdürdüğü ve gelecekte de sürdüreceği önemli konum göz önüne alındığında, meselenin günümüzde eleştirel bir incelemeye değer olduğu açıktır.
John Ruskin üzerine yazarken, en başından itibaren farkında olmamız gereken şey, onun çarpıcı bir kişilik ve büyük bir yaşam eserini temsil ettiğidir. Bu iki unsuru kısa ve olumlu biçimde özetlemek gerekirse, bu kişiliğin büyüklüğünün merkezinde, düşüncelerini yaşamaya cesaret etmiş bir insanın örneğini sunuyor olması yatar. Ve eğer onun yaşamında bir tutarsızlık hissine kapılacak olursak, bu, çoğunlukla benzeri tutarsızlıklarda karşılaşılan yaygın nedenden —yani, eylem ile söylem, yaşamın gerçek akışı ile kuramsal yönelişi arasındaki çelişkiden— kaynaklanmaz. Öyle ya, mistik, zahit ve öte dünyaya dönük vaizlerin balo salonlarında parladıkları ve borsa spekülasyonları yaptıkları; evrenin temel ilkelerine nüfuz eden, ulusların tarihini çağlar boyunca kuşatan ve canlı ile cansız arasındaki bağı iz süren filozof, tarihçi ve bilim insanlarının gelip geçici bir yerel önyargı ya da modanın önünde eğildikleri; sosyalist reformları kaleme alan iktisatçıların istiridye ve şampanya eşliğinde sosyalizmin kutsal kitabını yazdıkları bir dünyada bu tür çelişkiler sıradanlaşmıştır. Oysa Ruskin’in hayatında bir tutarsızlık seziliyorsa, bu, onun düşüncelerinde ve kuramlarında aranmalıdır.
Onun eserinin olumlu yönü ve İngiltere’nin —ve onun aracılığıyla uygar dünyanın— ona olan borcu, şu genel değerlendirme içinde özetlenebilir:
Çağdaş uygarlığın İngiltere’de, bizim kuşağımızdan önceki nesil süresince geçirdiği büyük dönüşüm, esas olarak kültürün —ya da en azından ona yönelik bir arzu ve ihtiyaç duygusunun— orta ve alt sınıfların geniş kesimlerine yayılmasıyla ilişkilidir. Bu durum ise söz konusu sınıfların daha önce İngiliz toplumunun aristokratik yapısını koruyan fiziksel, siyasal ve toplumsal koşullarındaki değişikliklere bağlıdır. İngiltere’de kültür, rafine biçimiyle, uzun süre yalnızca soyluların belli bir kesiminin ve yüksek düzeyde mesleki ya da edebi çevrelerin mülkiyetindeydi. Dahası, Avrupa’nın diğer Batılı ülkeleriyle kıyaslandığında, kültürün böylesine sınırlı bir gruba ait olması İngiltere’ye özgü ve daha belirgin bir durumdu. Toplumun diğer kesimleri —kırsalda daha çok av sporlarıyla ilgilenen, ya da maddi olanakları kişisel bir kütüphane edinmeye ve sık sık başkente seyahat etmeye yetmeyen soylular ve toprak sahipleri; Dickens’ın5 unutulmaz biçimde betimlediği tüccar ve esnaf sınıfı ve elbette işçi sınıfı— zihinsel ve ruhsal yaşamlarını beslemek adına, daha yüce duygulara hitap eden tek kaynağı olarak kilise hizmetlerine ve dinsel törenlere başvurabiliyordu. Öte yandan, Almanya’da üniversiteler ve ulusal tiyatrolar gibi yükseköğretim kurumları seküler ahlaki yaşamın gelişimine katkıda bulunup dinsel eğitimi özgür bir zeminden tamamlayıcı rol oynarken, İngiltere’de bu kurumlar ya doğrudan kilisenin etkisine tabi olmuş, ya da en azından onun bir uzantısı olarak işlev görmüştür.
Bu durumun bir yönüyle, kilisenin uzun yüzyıllar boyunca ahlaki ve sanatsal yaşamın daha yüce yönlerini kendi tekelinde tutarak, bağımsız kültürel biçimlerin toplum içinde yerleşmesini geciktirdiği söylenebilir. Öte yandan, kilise, dönüştürülmüş haliyle de olsa bu gereksinimleri halkın kalbine aşılamıştır. Örneğin, İngilizlerin doğasında bulunduğuna inandığım müzikseverlik eğilimini tamamen bastırabilecek olan Püriten dalga, kısmen kilisenin sunduğu fırsatlar sayesinde, özellikle İngiliz kilise müziğinin sürekli çalışılması ve gelişmesi yoluyla bu yıkıcı etkiden kurtulmuştur. Böylelikle, halk müziği ve seküler müzik uzun süre yozlaşarak bayağılık ve yapay duygusallığın sığ alanlarına itilmişken —ki günümüzde umut vaat eden bir yeniden doğuş süreci yaşanmaktadır—, İngiliz kilise müziği güçlü ve kesintisiz bir canlılık sergilemiştir. Bu süreçte, Handel6 gibi devasa ve tekeline alıcı bir sanatçının bile yerel, özgün bir müzikal karakteri tamamen ortadan kaldıramadığı görülmüştür. Ayrıca, kilisenin bu koruyucu işlevi sayesinde, İngiliz halkının tüm sınıflarında —dar anlamda da olsa— müziğe yönelik bir beğeni gelişmiş; çok sayıda kişiye bilinçli ve anlamlı bir şekilde şarkı söyleme yetisi kazandırılmıştır; oysa bu tür bir beceriyi başka koşullarda edinmeleri beklenmezdi. Benzer biçimde, mimariye duyulan ilginin de diğer ülkelerle karşılaştırıldığında İngiltere’de daha geniş ve bilinçli bir biçimde tüm toplumsal sınıflara yayıldığı söylenebilir. Ne var ki tüm bunlara karşın, hâlâ genel olarak bakıldığında, kilisenin etkisiyle bu sınıfların kültürel düzeyi; ahlaki kaynaklarının çeşitliliği; edebiyat, bilim ve sanat ürünlerine olan duyarlılıkları, Almanya’daki burjuvazinin çok gerisindedir. Son yıllarda ise bu alanda belirgin bir değişim yaşanmıştır. Kırsal ve kentsel orta sınıflar, hatta işçi sınıfının geniş kesimleri de kültürün daha yüksek meyvelerine ulaşma arzularını açıkça göstermeye başlamış, daha önce yalnızca ayrıcalıklı azınlığa sunulmuş olan bu paydan hak iddia etmişlerdir. Öyle ki bu hareketin gücü ve ivmesi kimi zaman kendi doğal sınırlarını aşmış ve samimiyet ile ölçülülüğün ötesine geçerek, gülünç ve grotesk olanın alanına bile kaymıştır. Ancak şu paradoksu dile getirebiliriz ki: Bir hareketin gerçekten ilerlediğini gösteren en açık işaretlerden biri, zaman zaman onunla alay edilmesinin mümkün olmasıdır; hiçbir toplumsal ya da siyasal yenilik, mizahın, örneğin Punch7 dergisinin güçlü sayfaları aracılığıyla belli ölçüde dizginlenmeden, sağlıklı bir biçimde yerleşemez. İngiliz yaşamındaki bu büyük değişimin tamamlanmasında sayısız neden sıralanabilir; ancak bireysel kişilerin doğrudan çabalarının da burada anılması gerekir. Bu kişiler arasında, kanımca hiçbiri Matthew Arnold8 ve John Ruskin kadar etkili olmamıştır. Bay Ruskin’in bu doğrultudaki katkısının niteliğini, taşıdığı kusurları ve aynı zamanda kendine özgü etkileyiciliğini, bu makalenin ilerleyen bölümlerinde ele alacağım.
Günümüz İngiliz yaşamını belirleyen bir diğer karakteristik özellik ise giderek güçlenen ekonomik sorumluluk bilincidir. Bu bilinç, ahlak yasalarının —bugüne dek adeta yalnızca özel yaşama ya da çıkar gözetmeyen toplumsal ilişkiler alanına uygulanabilir ve geçerli sayılan bu yasaların— artık ekonomik yaşam alanlarına da yayılması biçiminde kendini göstermektedir. Bu hareket, doğrudan iktisat kuramının bünyesine de sızmış ve kısa bir süre öncesine kadar iktisat ile etiği bütünüyle ayrı, hatta kimi zaman birbirine zıt alanlar olarak gören yazarların görüşlerini artık tamamen modası geçmiş ve çağdışı hâle getirmiştir. Gerçi bu sağlıklı değişimde iktisat biliminin içsel gelişimi ve Manchester okuluna karşı gelişen tepki önemli bir rol oynamışsa da, dönüşüm yalnızca kuramsal incelemelerin sonucu değildir. Aksine, esas olarak İngiltere’de toplumsal yaşamın ahlaki örgütlenmesinde uzun süredir devam eden fiilî bir gelişmenin kuram düzeyinde de nihayet kabul edilmesiyle mümkün olmuştur. Bu değişimin ardında yine çok çeşitli ve karmaşık nedenler yatmaktadır; ancak burada da bireylerin etkili katkılarını görmek mümkündür. Bu bireyler arasında, kimi ekonomik görüşlerinin tartışmalı olmasına rağmen, doğrudan John Stuart Mill’in9 eserlerinde yansıyan ruhu, Charles Kingsley10 ve Frederick Denison Maurice’in11 etkisini, George Eliot’un12 yapıtlarını ve nihayet Ruskin’in vaazlarındaki temel ruhu özellikle anmak gerekir.
John Ruskin, İngiltere’nin entelektüel ve toplumsal yaşamındaki genel ilerlemeye katkıda bulunmuş olmakla kalmamış, daha da belirgin bir biçimde, sanatın daha özel alanında bir değişimi gerçekleştiren etkin bir unsur olmuştur. Bu alanda, sanat zevkinin —biraz önce sözü edilen— daha önce bu kültürden uzak kalmış sınıflara yayılmasında ve sanat mesleğinin saygınlığının yükseltilmesinde, onun katkısı herkesten daha belirgin ve öncü olmuştur. Bir yandan, gerek kişisel geçmiş deneyimlerimizden gerek günümüzde mevcut olan edebî kayıtları ve elde kalan izleri inceleyerek çıkarabileceğimiz sonuçlardan hareketle, bundan elli yıl öncesine dek İngiliz halkının büyük kesiminde ev yaşamının kuru ve neşesiz olduğunu; zevk yoksunluğunun yaygın bulunduğunu; konut mimarisi ve ev süslemelerinin bayağı ya da aşırı gösterişli olduğunu; insanlığın geçmiş çağlardaki büyük yapıtlarının ve sanatsal çabalarının büyük ölçüde vahşice tahrip edilip yok edildiğini göz önünde bulundurmalıyız. Diğer yandan ise, bugün artık sanatla ilgili süsleme arzusunun (her zaman doğru bir yönde olmasa da), evlerin güzelleştirilmesi için duyulan isteğin, sanatsal eserlerin korunmasına yönelik bilincin tüm sınıflara nüfuz etmiş olduğunu görmekteyiz. Tüccarın, esnafın, şehirli memurun, hatta zanaatkârın evlerinde dahi estetik zevklerini geliştirme ve yaşam alanlarını güzelleştirme yönünde bir çaba ve arzu açıkça kendini göstermektedir. Öyle ki, sporla ilgilenen üniversite öğrencisi bile artık eski eşya dükkânlarında vakit geçirmekte; yalnızca Londra’daki Akademi sergisi değil, taşra kentlerindeki sanat sergileri de toplumun geniş bir kesimi için (her zaman bilinçli ya da samimi olmasa da) önemli bir sohbet konusu oluşturmaktadır. Tüm bu olguları karşılaştırdığımızda, İngiliz yaşamının geçirdiği büyük dönüşümü fark etmemek mümkün değildir. Ve bu dönüşüm de büyük ölçüde John Ruskin ve onun gibi çalışan birkaç ismin —örneğin William Morris’in13— çabalarına dayanmaktadır.
Ruskin, genel olarak sanata, özellikle de resim sanatına olan takdirin artmasında büyük katkıda bulunmuştur; en çok da peyzaj resminin hak ettiği ön plana çıkışını sağlamada etkili olmuştur. Bu alan, geçmişte yeterince değer görmemiştir ve bugün dahi, pek çok kişi tarafından üçüncü sınıf tarih ve tür (janr) resimleriyle karşılaştırıldığında yeterince kıymetli bulunmamaktadır.
Ruskin’in sanatçılara, mesleklerini icra ederken doğrudan ne ölçüde katkıda bulunduğunu tam olarak ölçmek zordur. Ancak şu da kesindir ki, onlara yaşam boyu üstlendikleri sanat işinin ciddiyetini ve sorumluluğunu güçlü biçimde aşılamış; sanatlarına olan tutkularını beslemiş ve yüceltmiştir. Bunun yanı sıra, sıklıkla bu yüksek zanaatın mensupları arasında görülen toplumsal uyumsuzluk eğilimine karşı, sanatçı çevrelerinde genel olarak hâkim olan ruh hâlini derinleştirip yüceltmek adına önemli bir katkı sunmuştur.
Ruskin, Bohemya’nın uluslararası âleminde, merkezi bir tepede dikilen sahte deha putuna karşı amansız bir mücadele yürütmüştür. Sanatsal yaratıcılığın gerçek gücünün, toplumdan kopuk bir hayat tarzıyla — genel olarak onurlu ve iyi örgütlenmiş bir toplumun tüm üyeleri için geçerli olan davranış yasalarından farklı kurallara tabi, görüntüsüyle ayrışan bir yaşamla — artacağına ve derinleşeceğine dair yıkıcı hurafeye de karşı çıkmıştır. İşte bu hurafe, ikinci sınıf bir ressamın, sade bir keman yapımcısı olan Stradivarius’u14 küçümseyerek, kendi uğraşısını onunkiyle kıyaslayacak cüreti göstermesine neden olmuştur.
“Yüce sanatlar
Beslenir özgürlükle, aykırılıkla — sayısız esinle,
İçkinin, kumarın, çılgınca savrulan sözlerin
Ardından gelen dalgın bir hüzünle, açlıkla;
Her coşkun taşkınlığın getirdiği sarhoş sevinçle.
Ve sonunda patlayan bir fırtınaya dönüşür bunlar,
şimşek gibi çakan esinlere…
Oysa sürekli ve ölçülü emek
dehayı bir tezgâha bağlar.
Ruh, güneşin altında olgunlaşmayı bekleyen
üzümler gibi dinlenmeli,
ta ki zamanı geldiğinde
tatlı bir şaraba dönüşebilsin.”
Böylece Ruskin, İngiliz ressamına — halkın sanatına ve mesleğine biçtiği değer sayesinde — toplum içinde bugün sahip olduğu, bir ölçüde ayrıcalıklı olan saygın konumun kazandırılmasına kendi payına düşen katkıyı sunmuş bulunmaktadır. Bu konum, onu toplumun son derece saygı duyulan bir üyesi hâline getirmiştir.
Ruskin’in en büyük erdemlerinden biri — ve dünya bu konuda ona yeterince minnettar olamaz — birçok insana Turner’ın15 değerini takdir etme kapısını açmış olmasıdır; öyle ki, bu kişiler aksi takdirde böyle bir takdir yetisinden yoksun kalacaklardı. Turner’ın üstün niteliklerinin, Ruskin onun parlak savunusunu kaleme aldığında tamamen göz ardı edildiğini varsaymak belki de doğru olmaz. Zira onun bir ressam olarak maddi anlamda kazandığı başarı, Kraliyet Akademisi üyeliğine olağanüstü genç yaşta kabul edilmesi ve Akademi sergilerinde sergilenen iki yüz kırk tablosu, bunun aksini gösteren somut kanıtlardır. Yine de şu gerçek değişmez: Turner’ın peyzaj resmindeki yenilikçi ve cesur yaklaşımı, geçmiş ustaların eserlerinde yerleşmiş sanat ölçütleriyle şekillenmiş zevk anlayışlarına sahip geniş kitlelere o dönemde kolayca erişememiştir; bugün bile hâlâ bu durum tam anlamıyla aşılabilmiş değildir. Zira bu kitleler, doğayı büyük çizgileriyle ve değişken yüzleriyle dikkatle ve sevgiyle gözlemlemeye alışkın değildir. Ne var ki, şu görüşü savunuyorum: doğuştan ya da yaşam koşulları gereği sanatı takdir etme yetisine sahip olan biri dahi, Turner’ın eserleriyle, Ruskin’i okumadan önce ve okuduktan sonra aynı gözle bakamaz. Çünkü Ruskin’in satırları, algılama duyusunu keskinleştirir; önceden gizli kalan yeni güzellikleri ve hakikatleri gözler önüne serer. Ve bu Turner’ı takdir etme yetisi, aslında tüm peyzaj resimlerine — dahası, tüm resimlere ve sanat eserlerine — daha dikkatli ve derinlemesine bakma biçiminin de bir dersine dönüşür. Ruskin, doğanın bizzat kendisine de yeni bir ruh ve yeni bir yöntemle yeniden ve derinlemesine bakma yönünde sunduğu kılavuzluk sayesinde, bu gözlem yetisini daha da güçlendirmiş ve genişletmiştir.
1 Sir Charles Waldstein: (30 Mart 1856 – 21 Mart 1927), bir İngiliz – Amerikan arkeologdu.
2 John Ruskin: (8 Şubat 1819 – 20 Ocak 1900) XIX. yüzyılda yaşamış İngiliz yazar, şair, sanat ve toplum eleştirmenidir.
3 Waldstein, Dr. Charles, “The Work of John Ruskin. Its Influence Upon Modern Thought And Life”, Harper’s New Monthly Magazine, Vol. 78, February, 1889, No: 465, S.382-386
4 Orijinal ifade laissez faire, laissez passer‘dir. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diye çevrilebilir. Fransız ticaret adamı Vincent de Gournay’a atfedilen bir sözdür. Fakat İskoç ekonomist Adam Smith’in popüler ettiği bir kavram diyebiliriz. Bu cümlede “intellectual laissez-faire” derken “entelektüel kayıtsızlık, düşünsel serbestlikten kaynaklanan ilgisizlik veya boş vermişlik” anlamına gelmektedir.
5 Charles John Huffam Dickens: (07 Şubat 1812 – 9 Haziran 1870), İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni.
6 Georg Friedrich Händel: (5 Mart 1685; Halle, Almanya – 14 Nisan 1759; Londra, İngiltere), müzik tarihine opera, oratoryo, kantata, düet gibi vokal eserleriyle geçen Alman klasik batı müziği bestecisidir.
7 Punch veya The London Charivari, 1841’de Henry Mayhew ve ahşap oymacısı Ebenezer Landells tarafından kurulan bir İngiliz haftalık mizah ve hiciv dergisiydi. Tarihsel olarak, “karikatür” teriminin mizahi bir çizim olarak modern anlamıyla ortaya çıkmasına yardımcı olduğu 1840’lar ve 1850’lerde en etkili oldu.
8 Matthew Arnold: (24 Aralık 1822, Laleham, Middlesex – 15 Nisan 1888, Liverpool), İngiliz şair ve kültür eleştirmeni.
9 John Stuart Mill: (20 Mayıs 1806 – 7 Mayıs 1873) İngiliz bir filozof, siyasi ekonomist, politikacı ve devlet memuruydu.
10 Charles Kingsley: (d. 12 Haziran 1819 – ö. 23 Ocak 1875), İngiliz Anglikan din adamı, profesör ve yazar.
11 John Frederick Denison Maurice: (29 Ağustos 1805 – 1 Nisan 1872), yaygın olarak F. D. Maurice olarak bilinen, İngiliz Anglikan rahibi ve ilahiyatçıydı.
12 George Eliot: (22 Kasım 1819, Nuneaton – 22 Aralık 1880, Londra) George Eliot takma adıyla yazan Mary Anne ya da Marian Evans, Victoria döneminin en ünlü İngiliz yazarlarındandır.
13 William Morris: (24 Mart 1834 – 3 Ekim 1896) İngiliz tekstil tasarımcısı, şair, sanatçı, yazar ve İngiliz Sanat ve El Sanatları hareketiyle ilişkilendirilen sosyalist aktivistti.
14 Stradivarius: Telli çalgılarda ve özellikle kemanda, Antonio Stradivari ve ailesinin bir markasıdır.
15 Joseph Mallord William Turner: (23 Nisan 1775 – 19 Aralık 1851), İngiliz ressam. Romantizm akımından etkilenmiştir.
Bir Cevap Bırakın