HASSAS BİR CESEDİN ÜSTÜNDE TEPİNMEK: FERDİ TAYFUR’UN ÖLÜMÜ ÜZERİNE

1960’larda yahut 70’lerde doğanlar, eğer kırklı-ellili yaşlarını görebildiyseler, acayip ötesi bir Türkiye’de ve dünyada yaşadıklarını teslim edeceklerdir. 1974 muhtırası, Kıbrıs Çıkarması, 80 Darbesi, her türlüsünden terör, 28 Şubat Postmodern darbesi, ikiz kulelere uçak saldırısı, Türkiye-Rusya restleşmesi ve ardından barışılıp iş birliği yapılması, Türkiye-Mısır restleşmesi ve ardından gelen ikili barış süreci, 15 Temmuz Darbe girişimi, salgınlar, depremler, Suriye sorunu, ekonomik krizler, iç ve dış göçler… Ortalama bir Avrupa vatandaşının sekiz-on ömürde görmeyeceği şeyin çok daha fazlasını bizim kuşak 50-55 yılda gördü, yaşadı.

Türkiye kültür-sanat çevreleri de bu süreçte ilginç dönemlerden geçti. Romanda feminist hareket, iyice sulandırılmış yapışkan bir mayi gibi yayılan postmodernlik, çok sesli 80’ler şiiri, “edebiyat eğlenceli bir şeydir” şiarı sayesinde (!) magazinleşen ve ÖKÜZ, HAYVAN, OT, KAFA, TAVA seviyesinde “seyrettirilen” edebiyat, karate ve seks filmleri furyası, arabesk müzik ve film furyası, televizyonun her eve girmesi, kanal sayısının öngörülemez oranda artması, mizah dergilerinde yaşanan patlama…

Bu dağdağa içinde yaşanan arabesk patlamasının kökenine inmek istiyorsak şu anahtarı elden bırakmamalıyız: Olan bir şey, olmuş ve olmakta olan diğer şeylerden bağımsız değildir; kendinden öncekinin sonucu, kendinden sonrakinin de sebebidir; yani içinde hem sonuç hem sebep olma diyalektiğini taşır. Dolayısıyla arabesk müzik ve sinemanın 1970’lerden 90’ların ortalarına yaklaşık çeyrek yüz yıl genel toplumsal kültür hayatımızda neredeyse baş yeri tutması yukarıda anılan her şeyle birlikte düşünülmelidir. (Arabesk filmler öncesinde de 1960’lardan itibaren şarkıcı-türkücü filmlerinin varlığını; Zeki Müren, Nuri Sesigüzel vd.nin filmlerinin geniş izleyici kitlelerine ulaştığını, arabesk filmlerin böyle bir gelenek zincirine halka olarak eklendiğini de bir not olarak düşelim.) Toplumsal değerleri sağlam, demokrasisi güçlü, zekâ ve zevk seviyesi yüksek toplumlarda karate, seks, arabesk gibi sinema furyaları görülmez. Görülse de bunlar belirli bir oranda, toplumun genelini ve yeni yetişen kuşakları rahatsız etmeyecek nicelikte kalır. Oysa bizde, malum nedenlerden, bu yapılanmalar sosyolojik açıdan yaralayıcı hatta yıkıcı denebilecek şekilde gelişti. Kökenleri daima ekonomik, siyasal ve eğitseldi ama işin bu tarafı pek de sorgulanmadan sadece arabeskçilerin suçlanmasıyla yetinildi. Sosyolojik çözümlemeler hiç yapılmadı denemez; bilimsel ve nesnel bakışla bu tip çalışmalar da gerçekleştirilmiş olmakla beraber bunlar gölgede kaldı, işin magazinel suçlama yahut alkışlama boyutu öne çıktı. Geçelim…

Arabesk dendiğinde yaklaşık 40 yıldır akla gelen ilk isim Ferdi Tayfur oluyor. Bunun nedenlerinden biri, yaptığı müziğin Müslüm Gürses, Orhan Gencebay, Hakkı Bulut vs.ye göre daha rafine, kuşaklar ve zevklerarası geçirgenliğe sahip olmasıysa bir diğer neden de filmlerinin başarısıdır. (Kadın arabeskçiler içinde müzik açısından ona yaklaşan sadece Kâmuran Akkor oldu.) Bazı filmleri, diğer arabeskçilerde görülmeyecek şekilde, haftalarca vizyonda kalmış, gişe rekorları kırmış, milyonlarca insanı sinema salonlarına çekmiştir. Adana’da bulunduğum yıllarda, galiba 1983-84, Ferdi Tayfur’un “Yaktı Beni” filminin aşırı talep nedeniyle, aynı anda aynı cadde üzerindeki iki ayrı sinema salonunda oynatıldığına tanık olmuştum. 70’lerden 80’lere o salonlarda yoğun olarak Uzak Doğu ürünü karate filmleri veya erotik komedi boyutunda seks filmleri gösterilirdi. Wikipedia’da geçen, “1976 yılında 12 milyon kişinin izlediği Çeşme filmiyle arabesk filmlerin yükseliş dönemini başlatarak erotik film furyasının büyümesini engellemiştir.” iddiası dönemi hatırlayanlar için anlamlıdır. Yine, filmlerinden bazılarında sergileme fırsatı bulduğu rol yeteneği onu diğer şarkıcılardan ayrıksı kılan taraflardandır. Özellikle “İnsan Sevince, Derbeder, Bir Damla Ateş” böyle filmlerdendir. Şarkıcı olmasa da bir şekilde sinema oyuncusu olabileceğini düşündüren filmlerdir bunlar. Filmlerinden pek çoğunun senaryolarını kendisinin yazmış olması, hemşehrisi Karacaoğlan’dan gelen Türkmen sesini yüzyıllar sonra yeniden seslendirdiği bazı türkülerle farklı bir formatta sürdürmesi, bazı filmlerinde Neşet Ertaş türkülerini sazla çalması, yanı sıra Yağmur Durunca, Şekerci Çırağı, Bir Zamanlar Ağaçtım, Paraşütteki Çocuk gibi romanlar da kaleme alması onu diğer arabeskçilerden farklı kılmaktadır. Bilhassa Şekerci Çırağı, her ne kadar acemice yazılmış bir roman olsa ve yazınsal değer açısından ele alınabilecek niteliklere sahip bulunmasa da şarkıcının çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı derin yoksulluğu, açlığı, ailesel ve çevresel sorunları dile getirdiği otobiyografik bir metin olma yönüyle, ilk yayımlandığında (2003) tartışmalara konu olmuştu. Hürriyet gazetesine verdiği röportajda roman hakkında şunları söylemişti: “Şekerci Çırağı adlı romanım anılarla dolu. Ben 9 yaşımda bir şekercinin yanında çırak olarak çalışıyordum. Hayatım bir anda, bir hamalın bana okuma yazma öğretmesiyle değişti. O yıllarda söz yazmaya başladım. O insana çok şey borçluyum.” (https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/ogretmenim-bir-hamaldi-137757)

Aynı günlerde verdiği bir başka röportajda kendi başarısının çerçevesini çizmiş, suçlamalardan kaçınılıp sosyolojik tarafların araştırılmasını talep etmişti. Ona göre, alkışlama veya suçlamadan önce “anlamak” esastı: “Hep kendime sorardım. Acaba ileride hayatımı yazsam insanların ilgisini çeker mi diye. Sonra tekme attım kendime, çünkü saçma bir düşünceydi benimki. Bunca şarkı yazıp bestelemiş, filmler çekmiş, hasılat rekorlarını altüst etmiş, senaryolar yazmış, filmler yönetmiş, akla hayale gelmeyecek kalabalıklara konserler vermiş kaç kişiyi sayabilirsiniz?… Bunun adı düpedüz başarıydı. Başkaca tarifi olamaz, olsa olsa çekemeyenlerin tekel, tröst zihniyetlerinin uydurma yalan ve karalama kampanyaları olurdu. Çok merak ediliyorsa, bu başarının sırrı araştırılmalıdır.” (https://www.milliyet.com.tr/pembenar/sekerci-ciragi-nasil-kral-oldu-306510)

Yine diğer arabeskçilerde görülmesi pek de mümkün olmayacak şekilde Bach dinlemesi ve klasik Batı müziği formlarını iyi bilmesi; Tolstoy, Henry Miller, Yaşar Kemal okuması; yedi sekiz müzik aletini ustalık seviyesinde çalabilmesi… onun ilginç ve özel taraflarındandır.

Şarkıcının vefatı üzerine lehte veya aleyhte neler paylaşıldı, paylaşılıyor diye iki hafta kadar sosyal medyadaki tepkilere göz attım. Olağanüstü bir ilgi söz konusuydu. Yüzlerce paylaşım yapılan günler olmuştu, hâlâ da bu tip paylaşımlar devam ediyor. Bazılarını aşağıya sıralıyorum:

“Hayranları, Ferdi Tayfur’un vefat ettiği hastanenin önüne otobüs çekti, 24 saat Ferdi Tayfur şarkıları çaldı. Hayranları Ferdi Tayfur’a Hatıran Yeter şarkısıyla veda etti.” (Günaydın)

“Sivas YHT Ferdi Tayfur’u unutmadı.” (kralferditayfurcom)

“İçim yanar yanar yanar….” (Tribün afişi, beinsports)

“Bunu biliyor muydunuz? Ferdi Tayfur bir filmde kendisini değil başkasını seslendiriyor.” (cinemascom)

“Ne olursa olsun kişiliğinizi, insanlığınızı unutmayın. Asalet parayla satın alınmaz. FT” (TRT)

“Ferdi Tayfur, şarkılarını herkes dinleyebilsin diye telif yasağı koydurmamıştı.” (onedio.com)

“Tarkan, Ferdi Tayfur’un şarkısını çıplak sesle söyleyip kısa video paylaştı.” (kralferditayfurcom)

“Fatih Erkoç, Ferdi Tayfur’un şarkısını çoksesli orkestra ile seslendirdi.” (kralferditayfurcom)

“Ferdi Tayfur’un 1980 yılında Berlin Olimpiyat Stadı’nda verdiği konser. Miting değil, Ferdi Tayfur konseri.” (İrem Akalın/Sabah)

“Adana’da bir çaycı Ferdi Tayfur anısına ücretsiz çay dağıttı.” (Sabah)

“Mekânın cennet olsun büyük usta.” (Mobil delvac)

“Türkiye tarihinde tartışmaya kapalı tek canlı performans, Ferdi Tayfur’un Gülhane konseri.” (mesutun_gözünden)

“Avusturya/Viyana, Ferdi Tayfur anısına bir barda yüzlerce kişi Hatıran Yeter şarkısını söyledi.” (dünyadinliyor)

“Ferdi Tayfur’u dinlemiyorsanız çok şey kaybedersiniz, dinliyorsanız zaten çok şey kaybetmişsinizdir.” (seraphanımvemüzik)

“Ferdi Tayfur’un iki büyük yarası vardı: ‘Baba’ diyememek, ‘öğretmenim’ diyememek. Babasını çok küçükken kaybetmişti, okula ise hiç gidememişti. Bu iki büyük acı hep onun içindeydi.” (Ahmet Selçuk İlkan, yakın dostu, söz yazarı)

“Yolda yürürken karıncalara basmamak için çok dikkat ederim. Ölümüne sebep olmak ayrı bir acıdır, hele de sakat kalırsa onun vebali büyüktür. O bakımdan hep dikkat ederim.” (FT, bir tv programından)

“İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur’a ‘prens” demiş. Kıskanma kardeşim, doğruyu söyle, Ferdi Tayfur prens değil kraldır. Hepinizin kralıdır. Hanginiz 300 beste yapabildiniz?” (Bilal Özcan, tv programı)

“Beni ve benim gibileri kabullenmek zorundalar. Tam tersi, beni aşağılamak istiyorlar. Beni kabul etmek zorundalar çünkü ben bu halkın tam içinden geliyorum. Dışladıkları müddetçe müthiş şarkılar yapacağım. Bilenmiş durumdayım. Hazırlamışım yani, hiç yolu yok. İnsana insanca değer vermek lazım. Okuyamamış olmam benim tercihim, suçum değil. Biz bir halkız ve halkımızı iyi tanımamız lazım.” (FT, bir video-röportajından)

“Ferdi Tayfur: Okusaydım Deniz Gezmiş gibi olurdum.” (huzursokağı)

“Ferdi Tayfur sadece bir şarkıcı değil, kendini yaratmış bir insandır.” (meralvekedisi)

 

Belki de Ferdi Tayfur hakkında konuşmaya niyetlenen birinin bu son paylaşımlardan başlaması isabetli olacaktır. Gerçekten de Ferdi Tayfur’un hayat eğrisi dipten zirveye bir eğri görüntüsü verir. Kızıyla, oğluyla, damadıyla, 25 yıl birlikte yaşadıkları Necla Nazır’la vs. ilgili magazinel konular da tartışıldı, tartışılacaktır. Müzikte ve sinemada kendi alanında olağanüstü başarılar kazanmış, arabeskin en unutulmaz şarkılarını bestelemiş, filmlerin senaryolarını yazmış hatta bir kısmını yönetmiş, bazılarında iki rolde birden oynamış, Türkiye tarihinde erişilmesi mümkün olmayan 200.000 kişilik bir kitleyi Gülhane Parkı’nda toplayıp konser vermiş, Rusya’da bir müzik albümü (İnsan Sevince) basılan ilk ve tek Türk şarkıcısı olmuş, kitaplar yazmış biri nasıl olur da aile ilişkilerinde bu kadar çok hata yapar? (Burada “hata” kavramına bir şerh koyarak devam etmek isterim.) Bunun asal nedeni, yanlış hayatın doğru yaşanamayacağı gerçeğidir. Unutulan budur. İnsan/birey olarak son derecede ilginç bir profil çizen Ferdi Tayfur, bir röportajında, babasının pavyon çıkışı öldürüldüğünü, çok ama çok zor şartlarda yetiştiğini, açlık çektiğini, olmayacak işlerde çalışmak zorunda kaldığını, okul yüzü gör(e)mediğini, “okumuş olsa Deniz Gezmiş gibi biri olacağını” söylemişti. 1945’te Adana’da doğan şarkıcı, babasının kendisine Ferdi Tayfur adını vermesinde babasının dublaj sanatçısı Ferdi Tayfur’a hayranlığından kaynaklandığı bilgisini aktarıyor. “Oğlumu okutup paşa yapacağım.” diyen babasının öldürülmesi ve annesinin tekrar evlenmesi nedeniyle eğitim hayatı yarım kalmıştır. Çok istediği ve hayat boyu eksikliğini hissettiği eğitim hayatına veda edip bir şekercinin yanında çocuk yaşta çıraklık, bir ara Sabancı’nın mısır çiftliğinde ırgatlık ve Konya gazinolarında çaycılık yapmış, gazinolarda garson olarak çalıştığı sıralarda müziğe ilgi duymaya başlamış, düğünlerde saz çalıp şarkı söylemiştir. Hayatındaki dönüm noktalarından birini açıklarken; Adana Radyosu’nun ses yarışmasına katılıp ikinci olunca üvey babasının “Sen daha çocuksun, sana bu ödülü vermezler.” dediğini, buna morali bozulduğunu, işi adeta inada bindirdiğini ve “Sana sesimi bir gün bir yerlerden mutlaka duyuracağım!” diye cevap verdiğini[1] belirtir. Her ne kadar yarışmada birinci olamamışsa da bu olayın ardından İstanbul’a gelip plak çıkararak ilk adımları attığı profesyonel müzik hayatında ilk hayal kırıklığını yaşayıp Adana’ya, çiftçilik hayatına dönmüştür. Bütün bu aşamalar, ileriki yıllarda özel ilişkilerde çizeceği inişli çıkışlı, kaygan zeminin hazırlayıcıları olmuştur.

Çevresindekilerin, en yakınlarının onu başarısız bir amatör şarkıcı olarak görmeye başladığı günlerde inatçı ve ısrarcı karakteri sayesinde üç dört yıl içinde yaptığı özgün bestelerle tekrar müziğe dönen Ferdi Tayfur, 1975’te bestelediği Çeşme şarkısıyla ilk büyük başarıyı yakalamış ve başrolünü Necla Nazır’la paylaştığı aynı adı taşıyan filmiyle sinemada ilk filmiyle büyük bir başarıya imza atmış, erişilmesi bir daha hayal bile edilemeyecek 12 milyon izleyiciye birkaç haftada ulaşmıştır. İlk büyük başarısı budur. Aradan geçen yirmi yılın ardından 1990’larda “bittiği” söylenen arabeskin son büyük albümüne imza atmış, içinde çok sevilen “Emmoğlu”[2] türküsünün de yer aldığı Prangalar albümü iki yıl boyunca piyasada en çok satılan albüm olarak tarihe geçmiştir. Babasızlık, çıraklık, çaycılık, ırgatlık, açlık, yoksulluk derken uzun uğraşlar sonucu şekillenen bu yükseliş hikâyesinin ve bu hikâyenin milyonlarla buluşmasının, mesela neden 1960’larda değil de Türkiye’nin arayışlar, çatışmalar ve terörle iç içe yaşadığı 1970’lerde gerçekleştiğini, 12 Eylül sonrası ise tam olarak zirveye çıktığını gözden kaçırmamak gerekir. İnsanlar, büyük koasların yaşandığı dönemlerde genellikle tutunacak bir dal arar, kaçış psikolojisiyle de bulduğu ilk samimi dala tutunur. İnsanoğlunun temel dürtülerinden olan aşk, özlem, arayış, çatışma ögeleri bu müzikte ve filmlerinde bol bol kullanıldığı için halkın önemli bir kesiminin buraya yönelmesi zor olmamıştır.

Ferdi Tayfur’un ölüm haberinin geldiği gün ve ertesinde onun müziğine, özel hayatına, aile içi ilişkilere hatta mal varlığına ve mirasına dönük yorumlar, eleştiriler binlere ulaştı. Eleştirilerin en yıkıcı örneklerinden birini televizyon sunucusu Musa Özuğurlu, “Ağlak arabesk yapan biriydi. Müzikal açıdan berbattı.” sözleriyle verdi. Özuğurlu’nun, sanatçının henüz cesedi soğumamışken sarf ettiği bu sözler kamuoyunda büyük tepkiyle karşılandı. Her şeyden önce, yukarıda da temas ettiğim gibi, ülkenin bir dönem arabeske savrulması bir Ferdi Tayfur olayı değildir; özellikle 1974’ten sonra Amerika’nın uyguladığı ağır ambargo nedeniyle Türkiye’de yaşanan zor günleri benim kuşağım iyi hatırlar. Hayatın her alanında derin travmalar, yokluklar, çaresizlikler, çözülmeler yaşandı o yıllarda. Ülke, iç savaş sınırına yaklaşan teröre teslim oldu. Topyekün ülke selametini, demokrasisini, toplumsal barışı, eğitim ve sağlığı, ekonomiyi düşünmesi gereken taraflar ikiye, üçe, dörde bölündü. Umut, uzak dağların ardındaydı. Dolayısıyla arabeske bağlanan, arabeskin yarattığı düşünülen sorunlar esasında müzikal değil ekonomik, eğitsel, kültürel, psikolojik, sosyolojikti. Bir kişiyi günah keçisi ilan ederek, hassas bir cesedin üstünde tepinerek sorunların çözülmesini bir yana bırakalım, problemin sağlıklı şekilde tespit edilmesi dahi mümkün değildir.

1970’lerin sonlarından yahut 80’lerin ilk yıllarından itibaren dünyayı yavaş yavaş tanımaya başlayan bizim kuşağımız arabeskin hızlı yükselişinin en yakın tanığıdır. Müzik zevkimiz de o yıllarda ülke gibi, toplum gibi karmakarışıktı. Unutmayalım ki “karışık kaset” lafı o yıllarda dolaşıma giren bir kavramdı. Benim de pek çok akranım gibi “karışık kaset”lerim olmuştu. 1970 ve 80’lerde ilk veya ortaokul öğretmenlerimizin arabesk dinlediklerine hiç tanık olmadım çünkü onlar önceki dönem kültürüyle, 60’ların özgürlük ve itiraz kültürüyle yetişmişlerdi. Bizim kuşağın “karışık kaset”leri ise ilginç ve gerçekten de “karışık”tı. Ajda Pekkan ile Erkin Koray, Barış Manço ile Neşet Ertaş, Beatles ile Nuri Sesigüzel, Yeliz veya Madonna ile Ferdi Tayfur koyun koyuna uyurdu bu kasetlerde! Kafalar ve zevkler çok karışıktı gerçekten de. Sadece Ferdi Tayfur şarkılarından derleyip kendi elimizle yaptığımız özel albümler de olurdu. Sonraki dönemlerde yavaş yavaş taşlar yerine oturdu, eğitim seviyeleri yükseldikçe zevkler rafineleşti, “karışık” kasetlerin yerini sınırları iyi çizilmiş müzikler aldı. Yine de eklemek gerekir: Genel olarak dinlenen bir müzik olmaktan çıkmışsa da bazı arabeskin bazı şarkıları onyıllar içinde ölümsüzleşmişti. Hayranlarının veda şarkıları olarak tercih ettiği “Hatıran Yeter, İnsan Sevince, Koşturdu Peşinden, Sevebilseydin, Nisan Yağmuru” vd. bunlar arasında akla ilk gelenlerdir. Döneminin pek çok şarkıcısı gibi Ferdi Tayfur’dan da o yılların anısına, birkaç güzel şarkı kaldı. Yanlış hayatı doğru yaşamak için gösterdiği direnç ve mücadele, açlık ve yoksulluğa karşı verdiği savaş, olağanüstü eksilerle başladığı yaşam serüveninde inişli çıkışlı gençlik yıllarının ardından yakaladığı başarı, kötü günlerinde yanında olan insanları parlak devirlerinde yanında tutması ve vefa duygusu alkışı hak ediyor.

Ferdi Tayfur öldü.

Olağanüstü büyük şöhreti birkaç yıl sonra yavaş yavaş solgunlaşacak, şarkılarının ve filmlerinin büyük çoğunluğu süreç içinde unutulacak, 2050’lerde albümleri antika pazarlarında tek tük alıcı bulacak, mirası ailesi ve yakınları tarafından talan edilecek, bu çerçevede mahkeme haberleriyle zaman zaman adı tekrar hatırlanacak… En sonunda ise ilkgençlik yıllarında şarkılarını dinleyen, filmlerini izleyen, hayata karşı verdiği amansız ve dirençli mücadeleye şapka çıkaranların hatıralarında birkaç şarkısı ile bu kuşak da ölüp gidinceye dek yaşayacak.

 

 

[1] Bu olayı “İnsan Sevince” (1979) filminde epizot olarak kullanmış, Osman Fahir Seden’in yazdığı senaryoya bu olayı ekletmiş, mahkûm olarak bulunduğu hapishaneye af kanunun ile ilgili röportaj için gelen televizyonculara, afla ilgili söyleyecek bir şeyi olmadığını ama babasına sesini mutlaka duyurmak istediğini belirterek mikrofonu alıp şarkı söylemiş ve dışarıdaki babasına (baba rolünü filmde filmin senaristi ve yönetmeni Osman Fahir Seden oynamaktaydı) duyurmuştur. İlkgençlik yıllarında yaşadığı bu acı deneyim Ferdi Tayfur’u çok etkilemiş olmalı ki senaryosunu yazıp bizzat yönettiği Affet Allah’ım (1986) filminde olumsuz enerji yayan baba tipini daha geniş şekilde işlemiştir.

[2] Genellikle sanıldığının aksine bu parça arabesk bir şarkı değil, Toros Türkmenlerinin köklü türkülerinden ilhamla bestelenmiş bir türküdür. Şarkının klibinin özellikle Toros dağlarında çekilmiş olmasının nedeni de budur.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.