Amerikan sinemasında son 50 yılın en önemli sinemacıları arasında yer alan Woody Allen, uzun yıllar boyu filmlerinin mekânı olarak New York’u tercih eden bir senarist-yönetmendi. Ancak İngiltere’de çektiği Maç Sayısı’ndan (Match Point, 2005) itibaren Allen sıklıkla Avrupa’da da film çekmeye başlamıştı. Allen’ın ülkemizde geçen Cuma gösterime giren yeni filmi Şans Eseri (Coup de chance, 2023) ise orijinal adının Fransızca oluşundan da anlaşılacağı üzere son on beş yılda İspanya, Fransa ve İtalya’da çektiği önceki dört filminden farklı olarak yalnızca kıta Avrupası’nda çekilmiş bir Woody Allen filmi değil Fransızca olarak çekilmiş bir Woody Allen filmi.
Allen’ın kariyerinin klasik dönemi olarak anabileceğimiz Maç Sayısı’na kadar olan dönemindeki filmlerinin çoğunun ortak özelliği (her ortama uyum sağlamaya çalışan “sosyal bukalemun” tipleri hicvettiği sıra dışı Zelig [1983] gibi istisnalar olmakla birlikte) ‘gönül ilişkileri’ odaklı güldürüler olmalarıydı. Bu klasik Woody Allen filmlerinin diğer anaakım Hollywood “romantik komedilerinden” ayıran özelliklerini burada hakkıyla ele almak bu yazının kapsamını haddinden fazla genişletir ama New York güzellemesi ortak paydasının ötesinde sanatsal-entelektüel elitlere, bu arada ayrıca Ortodoks Yahudi kültürüne sık sık taşlamalar içermelerinden aşk ilişkileri içinde bireylerin düştüğü insanlık hallerinin traji-komik biçimlerde ama son derece sahici hissiyatı vererek yansıtılışına kadar pek çok unsur sayabiliriz. Tabii buna özellikle başyapıt niteliğindeki Annie Hall’da (1977) o döneme dek anaakım Hollywood filmlerinde pek rastlanmayan, Avrupa sanat sineması ve/veya bağımsız Amerikan sineması menşeili avangart anlatım biçimlerine yer vermesini de eklemek gerekir.
Öte yandan bu filmlerin büyük çoğunluğunun bir diğer ortak özelliği ise karakterlerinin geçim kaygısı taşımayan, orta-üst gelir gruplarından kişiler olmaları; sınıfsal farklılıkların, sınıf çelişkilerinin ve genel olarak sınıf olgusunun Allen sinemasının odağı dışında kalmasıydı. Sınıf atlama çabası içindeki bir karakter odaklı Maç Sayısı, yalnızca Allen’ın New York, hatta Amerika dışına çıkması açısından değil bu açıdan da Allen sineması içinde bir farklılık içeriyordu. Nitekim Allen, arada yine çok sayıda “romantik komedi” de çekmekle birlikte sanat hayatının yeni milenyumdaki en ayrıksı yapıtı olan Mavi Yasemin’de (Blue Yasmin, 2013) bu kez sınıfsal merdivende en üst basamaklardan aniden alt basamaklara düşen bir kadının öyküsünü perdeye getirecekti.
Prömiyerini geçen yıl Venedik Uluslararası Film Festivali’nde yapmış olan Şans Eseri’nin afişi ise ilk bakışta bir gençlik aşkı filmi izlenimi veriyor ve filmin senarist-yönetmeni Woody Allen olunca gayriihtiyari olarak bu minvalde bir romantik güldürü bekliyorsunuz. Oysa dolaylı mizahi dokunuşlar dışında Şans Eseri’nde güldürü unsuru pek yok ve dolayısıyla bir güldürü filmi değil ama (ikinci yarısında anlatı farklı bir kulvara geçmekle birlikte) konusu itibariyle ilk yarısı klasik bir Woody Allen filmi gibi gelişiyor. Genel olarak da bir Woody Allen filminden bekleneceği üzere, akıcı bir hikaye kurgusuna sahip olmanın yanı sıra çok iyi yazılmış diyaloglar, replikler ya da belirli durumlarda alınan tavırlar üzerinden baş kişilerin karakter özelliklerinin izleyiciye kuşkusuz defosuz oyunculuk performanslarının da katkısıyla adım adım, usulca duyumsatıldığı, ayrıca yaşayan en iyi görüntü yönetmenlerinden biri, belki de en iyisi olan efsanevi Vittorio Storaro tarafından gösterişsiz ama zaman zaman göz alıcı biçimde görüntülenen bir film Şans Eseri.
Filmin (Lou de Laâge’nın canlandırdığı) başkarakteri Fanny bir müzayede salonunda çalışan genç bir kadındır ve bir gün işe giderken yolda liseden bir sınıf arkadaşıyla rastlaşır. Hayatını yazar olarak sürdürmekte olan Alain adlı bu genç erkekle öğle yemek molalarında buluşmaya başlarlar ve Alain Fanny’ye lisedeyken platonik düzeyde âşık olduğunu beyan eder. Fanny, Alain ile hoş zaman geçirdikçe varlıklı kocası Jean’la evliliğini içten içe sorgulamaya başlar. “Zenginleri daha zengin yapmak” olarak ifade etmekle yetinerek tam olarak ne olduğunu açıklamaktan kaçındığı bir meslekle iştigal etmekte olan Jean karısını bolluk içinde ama onun sıkıcı bulduğu kendi sosyal çevresinden kişilerle haftasonu tatillerine gitmek gibi kendi isteklerini sürekli dayattığı bir hayata mahkûm etmiş durumdadır. Alain şansa inanırken -yıllar sonra Fanny ile sokakta rastlaşması “şans eseri” değilse nedir? – Jean ise insanın “şansını” kendisinin yaratması gerektiği düsturuyla hareket eden ve bu yolda her şeyi mübah gören bir girişimcidir, üstelik yalnızca iş yaşamında değil, özel hayatında da…
Şans Eseri’nde Jean’ın şahsında maddiyatçı ve Makyavelist, hatta buradan hareketle dolaylı olarak “vahşi kapitalist” zihniyetin ve pratiklerin teşhir edildiği söylenebilir. Bu teşhirin özellikle dikkate değer yönü ise, az yukarıda değindiğim üzere yalnızca “iş yaşamına” dair olmayıp insanları hayatın her alanında temellük edilecek, kullanılacak, gerektiğinde harcanacak araçlar olarak gören bir zihniyet ve pratik oluşunu yansıtması. Jean’ın karşısında konumlanan Alain’e baktığımızda ise, tam tersine dayatmacı olmayan, hayatın doğal akışına bel bağlayan bir zihniyet ve pratik görüyoruz. Alain, şans eseri karşısına çıkan Fanny’ye yalnızca “teklifte” bulunuyor, ısrarcı dahi olmadan ve gerisi adeta kendiliğinden geliyor.
Alain’in sosyal kimliğini göz önüne aldığımızda ise bir yandan bir iş insanı değil bir edebiyatçı ama öte yandan Paris’te altı aylık kirayı peşinen verebilme olanağına sahip ve kitabını yazarken bir başka işte çalışma zorunluluğu olmayan bir genç insan söz konusu. Yani açıkçası Woody Allen Şans Eseri’nde, kutuplardan biri vahşi kapitalizm çağrışımları dahi yapan bir dikotomi içindeki çelişkileri yine de imtiyazlı bir alan içindeki kültürel bir eksende kurmuş.
Bir Cevap Bırakın