Beyaz mantolu adamın yargılanmasına neden olan toplumsal kodların her biri kumaşçı dükkanının camekânında açığa çıkarır.
Beyaz Mantolu Adam, Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı kitabının ilk öyküsüdür. Öykünün özeti genel hatlarıyla şu şekildedir: Bu öykü “Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi.” (s.11) cümleleriyle başlar. Öykünün ilerleyen bölümünde dilenmeyi de “beceremeyen” bu karaktere yoldan geçen bir kişi eşya taşıtır ve ücretini öder. Daha sonra bir satıcıdan elindeki parayla beğendiği bir mantoyu alıp giyer fakat aldığı bu giysi kadın mantosudur. Beyaz mantoyla gezerken bir seyyar satıcının tezgâhında beklerken kazançlı satış yapması başka bir esnafın dikkatini çeker. Esnaf onun iyi bir pazarlamacı olduğunu düşünüp satacağı kumaşları onun bedenine dolayıp dükkânın camekânında onu ellerinden, kollarından, ayaklarından kumaşlar ve çengelli iğneler aracılığıyla sabitleyip adeta “cansız manken” misali sergiler. Bu süreçte esnaf elindeki kumaş stokunu azaltıp önemli bir kazanç sağlar. Yemek molası verildiğinde bu esnaf, beyaz mantolu adama yemek ısmarladıktan sonra onun gitmek için çabalaması üzerine peşinden gidip cebine para sıkıştırır. Daha sonra bir kaldırımda yeraltından çıkan bir adamla beyaz mantolu adam şarap içer ve oradan ayrılır. Kentin işlek noktalarından geçerken çocukların ve yetişkinliklerin tekrar alay ve tepki nesnesi durumuna gelir. Peşine takılıp onu rahatsız eden insanlardan kaçarken tellere takılıp yaralanır. Son aşamada bir plaja gelir fakat burada da plajdaki insanlar onun çevresine birikip onu rahatsız eder. Öykünün sonunda beyaz mantolu adam plajdaki insanlardan ayrılıp denize açılır ve gözlerden gitgide uzaklaşıp kaybolur.
Birey-Toplum Çatışması
Kalabalık içindeki “beyaz mantolu adamın” bir adı yoktur, aidiyetleriyle ilgili bilgilere yer verilmez. İsmi, yaşı, geçmişi, ailesi, fiziksel özellikleri, onun ne düşündüğü ve hissettiği hakkında bilgiler, betimlemeler, nitelemelere rastlanmaz. Bu isimsiz karakter tepkisizdir, kendine dayatılan çalışma koşullarına itiraz etmediği gibi verilen işleri de geri çevirmez, kendisiyle alay edildiğinde de hiçbir direnme/çatışma eylemine -sözlü de olsa- girişmez, negatiftir ve boyun eğicidir. Aynı şekilde öyküdeki hiçbir karakterin adı yoktur. Öyküdeki karakterlerin isimsiz olması evrensel insan gerçeğine ve varoluşun çevre tarafından anlamlandırılma biçimlerine dikkat çekmeye yöneliktir. Bir insanın bir isme sahip olması “çağrılma” eyleminde onun var olduğunu gösteren bir durumdur. Günümüzün kapitalist kent yaşamında insanlar arasındaki fiziki mesafelerin kısalmasına rağmen sosyal mesafe gitgide uzar. Bu aşamada bir isme sahip olunduğu hâlde diğer insanlar tarafından çağrılmama ve görülmeme varoluş krizinin bireyselden toplumsala yayılmaya doğru evrildiğini gösterir. Bu nedenle kent yaşamında geçen bir öykü olduğu kalabalık içinde yalnız olma durumuyla öykünün ilk cümlelerinden itibaren sezdirilir. Öykünün başkarakterinin diğer insanlar tarafından fark edilmesi iki boyutta gerçekleşir: ötekilik hâli ve iş gücü. Öykünün her aşamasında başkarakterin sahip olduğu emek gücünün esnafın/başka insanların ihtiyacını karşılaması ve beyaz bir kadın mantosu aracılığıyla toplumun dayattığı tek tip kalıpların dışına çıkmasıyla alay-tepki konusuna gerekçe olması onun fark edilmesine neden olan iki boyutun yansımalarıdır. Bu bağlamda beyaz mantoyu giyip gezmeye başladığında hemen herkesin alay konusu olur, dışlanır, ona şüpheyle yaklaşılır. Postmodernizmin temel tezlerinden olan birey-toplum/parça-bütün çatışması, bütünün karşısında parçanın/mikronun savunulması beyaz mantolu adam üzerinden işlenir. Tek tipleşmenin ve kalıpların dışına çıkan insanı toplumun ötekileştirme süreci çeşitli biçimlerde gerçekleşir. Onun hiç konuşmaması karşısında “turist” sanılıp farklı dillerden ona küfredilmesi, giydiği kadın mantosundan dolayı zekâsından ve cinsel kimliğinden “şüphelenilerek” baskıya uğraması, onunla alay edilmesi, şüpheli olduğu gerekçesiyle polisin aranmak istenmesi farklı olanın toplumsal düzen açısından ve güvenlik, töre, normlar yönünden bir tehdit unsuru olarak algılandığının örneğini oluşturur. Kumaş dükkânının camekânından ayrıldıktan sonra üzerindeki beyaz kadın mantosu, çengelli iğneler ve ona bağlanan kumaş parçalarıyla gezmesi toplum tarafından tepkiyle karşılanır. Önce onun bir “sığınmacı, mülteci” olduğu düşünülür ve “pis yabancı” olarak değerlendirilir. Bu aşamada toplumdaki “milliyetçi” eğilimin yabancı düşmanlığına doğru genişleyen yapısı karşımıza çıkar. Bu “pis” yabancılar “yüzünden” paranın değerinin düştüğü, onların ülkede “bedava” yaşadıkları dile getirilip bu nedenlerden dolayı beyaz mantolu adama beddua edilir. Turist sanıldığında sevinilir çünkü ona bir şey satılmak istenir, mülteci sanıldığında dışlanır. Bu kırılmaya yol açan etken, yabancı algısının ekonomi politik temelden bağımsız olmamasıdır.
Toplumdaki dışlayıcı milliyetçi eğilim öyküde bozuma uğratıldıktan sonra toplum olabilmenin özellikleri hâline gelen ataerkil yapının ürettiği cinsiyetçi kodlar ve toplumun ötekileştirdiği insan ile düzen arasındaki “akıl” farkı üzerinden beyaz mantolu adam yeniden yargılanmaya tabi tutulur. Öykünün sonunda başkarakter plaja gelir, üzerindeki kadın mantosuyla orada bulunamayacağının kendisine dikte edilip plajdakiler tarafından “sapık” olarak itham edilir. Bu cinsiyetçi ayrıştırma pratiği modernitenin hedeflediği tek tip insan oluşturma planının sonuçlarındandır. Plaja gelmeden önce gezdiği kamusal alanda onun akıl sağlığı hakkında çevredeki insanların yaptığı şu konuşma, toplumun akıl diye belirlediği ölçüte uymadığı iddia edilen insanların toplumsal düzen dışına itilmesi gerektiğine yönelik veriler barındırır çünkü beyaz mantolu adam “kafayı yemiş, tımarhanelik” diye itham edilip güvenlik sorunu olarak kabul edilir ve ona çarpacakken son anda durumu toparlayan taksi şoförünün onu “esrarkeş” diye nitelemesi yine bu güvenlik kaygısının yansımalarıdır:
“Adama bak” dedi bir kadın kocasına. Baktılar. ‘Çocuklar kâğıttan kuyruk takmışlar arkasına.’ Güldüler. Çocuklarla arabaların arasına sıkışıp kalmıştı, ihtiyar adamı bulamadı. Kalabalık arttı. ‘Ayakları sargı içinde.’ ‘Cüzzamlı olmasın.’ İtişerek çekildiler. Hiçbir şeyden korkmayan çocuklar, yani çocukların hepsi, eteklerini tutarak çevirdiler onu. ‘Karnına çengelli iğneler takmış.’ ‘Kollarına ipler bağlı.’ ‘Sakın tımarhaneden kaçmış olmasın.’ ‘Deli bu, mantonun üstüne taktığı kemere bakın.’ ‘Manto mu?’ ‘Kadın mı?’ ‘Ne kadını? Kafadan manyak.’ ‘Polis çağırın.’ Gözlerden kurtulmak için başını kaldırdı: İleride, köprünün üstünde bir adam onun filmini çekiyordu. ‘Abi, bunlar filim çeviriyorlar.’ Bütün gözler köprüye çevrildi. Bu kısa süreden yararlandı, sırtını köprüye döndü, adımlarını hızlandırdı. Sonra koşmağa başladı.” (s. 23).
Yukarıdaki sahnede görüldüğü gibi çocukların beyaz mantolu adamı bir eğlence nesnesi olarak görüp ona kâğıttan kuyruk takmaları toplumsal düzenin insan yetiştirme yaklaşımını açığa çıkarır. Düzene uygun kafaların yetiştirilmesinde en önemli hedef kitle şekil verilmesi gerektiği düşünülüp toplumun geleneksel normlarına göre yetiştirilmek istenen çocuklardır. Yetişkinler beyaz mantolu adamı yargılayıp dışlarken çocuklar da eğlenceye dönüştürür. Çocukların eğlendiği bir yetişkinle karşılamak diğer yetişkinlerde yeni tepkilere neden olur çünkü geleneksel kodlardan olan yaşa dayalı hiyerarşi beyaz mantolu adamın negatif “özne” (nesneleşmiş, şeyleşmiş) oluşundan kaynaklı şekilde çocuklar karşısındaki tepkisizliğiyle hiçe sayılır. Bu durum yetişkinlerde tedirginliğe ve tepkiye yol açar. “Eğlence” yoluyla da olsa farklı olanın ötekileştirilmesi çocuklara sosyal öğrenme ve geleneksel eğitim yoluyla geçtiğinden çocuklar da toplumun bileşeni olarak öyküdeki yerini alır. Kalabalıktan gelen tepkiler arasında beyaz mantolu adamın cüzzam hastası olabileceğinin dillendirilmesi yine bir güvenlik tehdidi olarak algılanır. Cinsiyetçi kodlar devreye girip giydiği monttan dolayı kadın olup olmadığı sorgulanır. Ruh ve sinir hastalıkları hastanesi bu hastalara “şiddet/tımar” uygulanan yer diye kodlandığından beyaz mantolu adamın “tımarhanelik” ve “deli” olduğu dile getirilir. Farklı olmak akıl ölçütüyle ele alınıp farklı olanın akıl sağlığı sorgulanıp cezasını çekmesi gerektiği yerin “tımarhane” olduğuna karar verilir. Bürokrasi ve modernitenin hâkim olduğu kent yaşamında farklı-aykırı olanlar toplumdan uzaklaştırılıp kapatılmak “zorundadır”. Bu karantinanın gerekçeleri “cüzzamlılık, delilik, cinsel kimlik farklılığı” üzerinden üretilir. Bu yüzden topluma aykırı olduğu düşünülen biriyle karşılaşıldığında başvurulması gereken otorite emniyettir/polistir. İdeolojik aygıta dönüşen toplum gerçeği ve bütünlüğü aykırılıklar karşısında yetersiz kalınca ortaya çıkan “güvenlik” tehdidini devre dışı bırakmak için baskı/zor aygıtı olan emniyet-polis öyküdeki yerini alır. Kitle hareketlerini bastırmak için ideolojik aygıtlar ve zor aygıtlar kullanılır; ilki rızayı, ikincisi zoru esas alır. Postmodernizmde ise bireyi/mikroyu ötekileştiren, baskı altına alan, yargılayan toplum gibi her bütünlük/makro yapı birer aygıttır: aile, toplum, kitle hareketleri vb.
Topluma aykırı giyinmek sadece “film” oyuncularıyla “sınırlandırıldığından” yani rol gereği diye düşünüldüğünden ileride köprüde yer alan kamerayla çekim yapan adam bu noktada devreye girer. Kalabalığa göre film çevriliyorsa beyaz mantolu adam rolünü icra ettiğinden “normal” bir insandır. Kalabalığın ilgisinin köprüdeki adama yönelmesi Debord’un işaret ettiği “gösteri toplumu” kavramıyla ilişkilidir. Gösteri, kapitalist kent düzeninin bileşeni olarak tahakkümünü sürdürür, rızayı üretir.
Beyaz mantolu adamın yargılanmasına neden olan toplumsal kodların her biri kumaşçı dükkanının camekânında açığa çıkarır. Kollarından ve ayaklarından yere, duvara, tavana kumaş parçaları ve çengelli iğnelerle sabitlenirken çarmıh anlatısına göndermede bulunulur. Modernitede çarmıha gerilen birey, beyaz mantolu adam özelinde işlenerek çarmıh anlatısı yeniden üretilir. Kumaşçıdan ayrıldıktan sonra plaja gelinceye kadar üzerindeki beyaz kadın mantosu, iğneler ve kumaş parçaları onun yargılanmasına neden olur. Her bir çengelli iğne dışlayıcı kodların sembolü olarak anlatıda yapılandırılıp kişiye toplum tarafından iliştirilen kodlar olarak işlenir. Peşine düşen kalabalıktan kaçarken tellere takılmasından ve duvardan atlarken düşmesinden kaynaklı olarak elini kanattığı sahnede “tel örgü” ve “duvar” beyaz mantolu adamla kalabalık arasındaki sınırın sembolleridir. Kalabalıktan kaçmanın bedeli elini kanatmaktır çünkü el, kişiler arası teması sağlayan duyu organlarının başında gelir ve somut temasın doğal bir aracıdır. Elinin kanaması özelinde kalabalığa karışmanın ve “onlar” gibi olmamanın bir bedeli olduğu görüşü anlatının merkezine yerleştirilir. Bu bedel anlatının sonunda kalabalık içinden kaçıp denize açılmayla daha da ağırlaşır. Denizin kıyıya yakın bölümlerinin “sığ” olması ve beyaz mantolu adamın bu sığlığı aşıp kıyıdakilerin beklemediği şekilde “ileri gitmesi” birey-toplum çatışmasının sahnelenmesi olarak anlatıdaki yerini alır. Anlatının sonunda devreye giren “uzun bıyıklı genç” beyaz mantolu adamı plajdaki kalabalıktan korumaya çabalar ve onu denizden kurtarmaya çalışır. Bu genç, yazarın kendisi olarak anlatıya girerek gerçek-kurmaca arasındaki sınırı bulanıklaştırır. Köprüdeki kameraman ile plajdaki uzun bıyıklı genç kurmacayla gerçek yaşam arasındaki tül perdeyi simgeler. Kurmaca ile gerçek yer değiştirmekten öte iç içe geçmiştir.
“Su, bileklerini geçince mantosunun eteklerini topladı. Kalabalıktan kurtulmuş olan görevli, elbisesiyle daha ileri gidemedi. Mantonun etekleri önce suyun üstünde açıldı sonra ağırlaşıp battı. ‘Dur!’ diye bağırdı uzun bıyıklı genç. ‘Boşver abi,’ dediler. ‘Fazla ileri gitmez.’ Deniz sığdı, ütün manto suyun içinde kaybolduğu zaman kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Fazla ileri gitmişti. Yanılmışlardı. Bıyıklı genç de çok geç kalmıştı. Beyaz mantolu adamın, boyunu geçen yere kadar yürüyeceğini aklına getirmemişti. Yerinden birden fırladı fakat yetişemedi.” (s. 25).
Beyaz mantolu adamın kaldırımın içinden çıkan bir seyyar satıcıyla karşılaştığı ve onunla şarap içtiği gerçeküstücü sahne de yine birey-toplum çatışmasında önemli ir gerçeği açığa çıkarır. Bu yeraltı karakter toplumsal düzenin dışına çıkıp toplumla kısıtlı ölçüde iletişim kuran biridir. Geçimini sağlayacak kadar satış yapıp şarap içer, yeraltına çekilir. Yerin üstüne çıkması toplumsal düzene karışma eylemidir. Kazandığı parayla şarap içer, beyaz mantolu adamla şarap içmesi ötekileştirilmiş iki bireyin insan öğüten kent düzeninde karşılaşıp yan yana gelmesidir. Karakterin tekrar yeraltına dönmesiyle beyaz mantolu adamın denize açılıp kaybolması ötekileştirilmenin iki farklı sonuca dair yansımalardır.
Beyaz Mantolu Adam’ın Dünya Edebiyatındaki Yeri
Oğuz Atay’ın beyaz mantolu adamı Kafka’nın Gregor Samsa’sı, Gogol’un Akaki Akakiyeviç’i, Albert Camus’un Mersault’u, Herman Melville’nin Kâtip Bartleby’siyle birey-toplum çatışması bağlamında aynı düzlemde ele alınabilir bir öykü karakteridir. Beyaz mantolu adam ile bu karakterlerin birbirlerine yakın dönemlerde ortaya çıkması kapitalist sömürünün yön verip geliştirdiği modernitenin yol açtığı yıkımın sonucudur.
Beyaz mantolu adamın iktisadî ve töresel bağlamda toplum tarafından iş gücü ve öteki olarak görülüp değerlendirilmesi bahsi geçen diğer öykülerin karakterleri için de geçerlidir. Kafka’nın Gregor Samsa’sı bir sabah uyandığında kendini böcek olarak görmeye başlar ve hâl gitgide odayı kaplayan bir aşamaya geçer. Çalışma yaşamıyla ilişkisini kestiği anda ailesi tarafından da dışlanır. Anlatının sonunda aile tatile gider, bir böcek olarak can veren Gregor Samsa evin çalışanı tarafından atılır. Gregor Samsa çalışma yaşamına katılmadığı sürece makro yapılar tarafından “değersizdir”. Negatif bir karakterdir, boyun eğicidir, kendine bile yabancılaşmıştır, içinde bulunduğu durumu değiştirmek için irade göstermez. Beyaz mantolu adam da aynı şekilde boyun eğicidir, negatiftir, durumunu değiştirici bir eylemi pratiğe dökemez; çalışma yaşamında yer almak istemez fakat iş gücü olarak değerlendirilmek istendiğinde karşı çıkmaz, şartlarını konuşmaz ve iş gücüne katıldığı ölçüde makro yapılar tarafından değer görür hatta itibarlı bir kişiye yapıldığı gibi kumaşçı tarafından sigarası yakılır. Beyaz adamın iradesini özneden nesne oluşa devretmesi Mersault ‘un durumuyla örtüşür, ona göre de kendisine yapılan her teklifin yanıtı onun için fark etmediği yönündedir. Çalışma yaşamının dışına çıktığı anda istenilmeyen insana dönüşen ve insanın iş gücü olarak değerlendirildiği başka bir anlatının karakteri de Kâtip Bartleby’dir. O da çalışmayı bırakıp ofisten ayrılmak istemediğinde baskıya uğrar. Son olarak belirtilmesi gereken diğer bir kurgusal karakter de Akaki Akakiyeviç’tir. Memur olarak çalıştığı dairede sınıf-statü farkının açtığı makasta dezavantajlı tarafta bulunan Akaki Akakiyeviç iş arkadaşları tarafından sürekli aşağılanır fakat o da boyun eğici bir karakterdir. Gogol’ün ürettiği bu karakter sınıfsal dışlanmanın örneğini oluşturur. Beyaz mantolu adama dönecek olursak Oğuz Atay dışlanma ve ötekileştirme pratiğinin iktisadi ve töresel açıdan nerede ve nasıl konumlandığını açığa çıkaran bir öykü yazmıştır. Kendisinden önce yazılan dünya edebiyatının benzer konulu anlatılarındaki birey-toplum çatışmasının farklı yönlerini tek karakter üzerinde toplamıştır.
Sonuç: Beyaz Manto ya da Ayna
Oğuz Atay’ın isimsiz karakterinin beyaz bir mantoyu giydikten sonra kamusal alanda şahit olduğu iletişimsizlik, gösterinin tahakkümü, emek sömürüsü, kötülüğün töreye dönüşmesi ve milliyetçi, eril, bürokratik kodların toplumsal alana yansımaları birey-toplum çatışmasının açılımlarıdır fakat burada bir “çatışmadan” söz etmek mümkün değildir çünkü çatışan “uzun bıyıklı gençtir.”, beyaz mantolu adam böyle bir çatışmayı geliştiremeyecek kadar negatif, boyun eğici, atıl bir karakterdir. Üzerine giydiği beyaz manto cinsel yönelim farklılığının, yaşam biçimi çeşitliliğinin, dil-kültür-inanç çeşitlenmesinin birer sembolü olarak toplumun kabul sınırlarına tutulan bir ayna görevi görür. Beyaz bir kadın mantosuyla gezen bir adam üzerinde gezdirdiği boy aynasıyla topluma ve onu oluşturan edilgen insan tipinin kendini görmesine aracılık eder; o da ayna gibi sessizdir, dil yetisi geriye çekilerek yok olma aşamasına geçmiştir. Oğuz Atay sınıfsal zemini yakaladığı hâlde sorunu postmodernist bir bakış açısıyla toplum özelinde bütüne/bütünlüklere saldırı gerçekleştirerek parçayı/bireyi öne çıkarmıştır. Yaslanılan felsefe açısından iç tutarlılığa sahip bir anlatı kaleme alınmış olsa da insan gerçeğinin kapitalizm açısından ne anlam ifade ettiği ve ideolojik aygıtların toplum denen yapıyı her çağda ve üretim biçiminde değiştirdiği ilkesi anlatıya yansıtılamadan “toplum kötüdür” iletisine yoğunlaşılmıştır. Bu ileti doğru bir önerme olarak kabul edildiğinde ilgili kodların dışlanmaya ve ötekileştirmeye neden olmadığı toplumlarda ve üretim biçimlerine göre ideolojinin farklılaştığı sosyal yapılarda beyaz bir kadın mantosu aynı sorunlara yol açabilir miydi? Bunun yanıtını hayat, hayatın verdiği yanıtı da edebiyat aktaracaktır.
Atay, Oğuz (2023). Korkuyu Beklerken. (61. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Bir Cevap Bırakın