“Thomas Stearns Eliot. 1888-1965 yılları arasında yaşadınız ve Amerika’nın Yeni İngiltere bölgesinde, Missouri eyaletinin St. Louis kasabasında doğdunuz. Hakkınızda yaptığım araştırmalardan tanıyorum sizi. Araştırmalarımdan öğreniyorum sizin 1906 yılında Harvard Üniversitesi’ne girdiğinizi ve üniversitede salt Irving Babbitt’in etkisi altında kalmadığınızı onunla birlikte Elizabeth devri / James devri edebiyatı ile İtalyan Rönesans’ı mistik Hint felsefesinin de etkisi altında kaldığınızı.”
“ İnsan öldükten sonra da mutlak kendi görüş açısına inanan insanları arıyor. Ben her zaman insanın kendisine yetebilen, içinde yaşadığı dış dünyanın ahlakına dâhil olmayan, kendi hayatındaki değişken akışına bir anlam ve düzen getiren kişi olduğunu düşünüyorum. Senin düşündüklerinin aksine ben “insanın tecrübelerinden edindiği değerleri bu mantıki tutarlılık ölçüsünün yardımıyla bağdaştırabilir ve kendi içinde tutarlı olan dış dünyada objektif karşılığı bulunan bir sistem oluşturabileceğine inanıyorum.” Tezimi F.H.Bradley’in idealist felsefesi üzerinde hazırladım. Benim hayatıma yansıyan sanat felsefemin içinden çıkmak zor olduğu için sana yardımcı olacağım. Hayatıma yansıyan sanat anlayışımı tümüyle mercek altına almaktansa önemli konuları karşılıklı olarak konuşursak benim gerçeğime daha kolay erişirsin. Zor bir insan olduğum için sanatım da bu zorluktan payını aldı. Üniversitede okurken hayatımı edebiyata adamaya karar vermiştim. Edebiyat bilgimi artırma konusunda oldukça hırslıydım. Bu yüzden I.Birinci Dünya Savaşı çıktığında Fransa ile Almanya’ya gittim. Orada zamanınım büyük çoğunluğunu felsefe ve edebiyat üzerine çalışmakla geçirdim.”
“Şimdi anımsıyorum oradan da Yunan felsefesi hakkında bilgi edinmek için İngiltere’ye gidiyorsun. Bir süre sonra da Londra’da öğretmenlik yapıyorsun. 1925 yılına dek Lloyd Bank’ta çalıştıktan sonra Faber and Faber adlı bir basımevinin müdürlüğünü üstleniyorsun. Yerleşmek için Londra’yı tercih ediyorsun. Öğrendiklerini özümsedikten sonra şiirlerinin yayımlanacak olgunluğa eriştiğine karar veriyorsun. “J.A.Prufrock’un Aşk Şarkısı” adını verdiğin ilk şiirini kısa bir süre sonra kapanan bir dergide yayımlıyorsun. Şiirlerini daha sonra bir kitapta topluyorsun. Şiir konusunda oldukça üretkensin, hızına erişmek mümkün olmuyor. 1919-1920 yılları arasında iki ayrı şiir kitabı daha yayımlıyorsun. İki yıl sonra “Çorak Toprak” adlı yapıtın İngiltere’de The Criterion’da, Amerika’da The Dial’da basılıyor. 1909-1925 yıllarında ise yazdığın tüm şiirleri bir kitapta topluyorsun. Yanılmıyorsam senin ününe ün katan edebi eleştirilerin oluyor. Edebi eleştirilerini de 1920 yılında The Sacred Wood ve Homage to John Dryden adlı eserlerinde topluyorsun. “For Lancelot Andrews” ve “Selected Essays” daha sonraları kaleme aldığın yapıtların.”
“Sevgili Bedriye, benimle ilgili bu bilgilere nasıl ulaştığını merak ediyorum?”
“Doç. Dr. Sevim Kantarcıoğlu’nun T.S. Eliot’ın Şiirlerinde İnsanın Kendisini Gerçekleştirme Teması adlı yapıtından ulaştım. Ben sadece yapıtta yer alan bilgileri seninle paylaşıyorum.”
“Anlıyorum. Yazar benim şiirlerimde insanın kendisini gerçekleştirme teması üzerinde yoğunlaştırmış yapıtını. Yapıtta da yazıldığı gibi Hulme ve Ezra Pound ile birlikte romantizme karşı tavır aldık. Benim şiirlerimde dönemin birçok şairinin şiirlerinin etkisi vardır. Bunlardan bazıları XIX. asır Fransız şairlerinden olan Jules Laforgue, Theophile Gautier ile Charles Baudelaire’dir. Ayrıca Fransız sembolistlerinden Paul Verlaine, Arthur Rimbaud ve Stephane Mallarme’nin derin izleri vardır şiirlerimde. Şiirlerimin derinliğine ulaşman için şiirlerimi iki bölüm başlığı adı altında toplaman gerekiyor.”
“Biliyorum. Birinci bölümde yer alan şiirlerinde çağdaş batı dünyasının manevi çöküntüsünü konu olarak işliyorsun. İkinci bölümde yer alan şiirlerinse, Anglikan Kilisesi’ne girdikten sonra ruhsal huzur arayışında olduğun devrenin ürünleridir. Öyle sanıyorum ki, birçok şiir üretmene rağmen kendini inzivaya çekmeyi düşünüyor olmalısın ki, Anglikan Kilisesi’ne giriyorsun. O dönemde yazdığın şiirlerinde Dante’nin şiirleri/ İncil ve dini edebiyat konuları belirleyici olmuş. Bir süre sonra dini sorgulamaların başlıyor. Bu yüzden 1930 yılından sonra ki, şiirlerini dini şüphenin etkisi altında kalarak yazıyorsun. “Dört Kuartet” adı ile 1943 yılında bastırdığın yapıtında zaman ve ebediyet arasındaki ilişki üzerine yoğunlaşıyorsun”.Ününe ün katan eleştirilerini bir şairin duyarlılığı göz önüne alınarak okunmalı diye düşünüyorum. Eleştiri yönündeki dehanı Milton/ J.Donne ile Tennyson’a karşı Hopkins lehine kullanıyorsun. İngiliz edebiyatı tarihinde eleştirilerinle yeni bir düzen kuruyorsun. Sen şiirlerinin temelini İngiliz şiirleri ile kendi şiirlerindeki duygu ve düşünce birlikteliğini sağlamak amacı üzerine kurduğun için, çağdaş şiir teorisinin en büyük şairi unvanını alıyorsun.1927 yılında ani bir kararla İngiliz vatandaşlığına geçerek Anglikan mezhebini benimsiyorsun. Edebiyatta klasik, politikada krallık taraftarı, inançta ise Anglo –Katolik olmaktan büyük bir keyif alıyorsun.Dini konuları işleyen şiir/eleştiri ve tiyatrolaryazıyorsun. “Munder in the Cathedral( 1935), “The Family Reunion”(1939) ile 1950 yılından sonra yazdığın “The Coctail Party”, “The Confidential Clerk ve de “The Elder Statesman bunlar arasında yer alan yapıtlarındır. Senin şiir dilinde yaptığın yenilikler senden sonra gelen birçok şairin ilgi alanı oluyor. Özellikle şiirde sınırlı temaları işlemene rağmen eleştiri alanındaki başarılarından dolayı Nobel ödülü alıyorsun. “Metafizik –sembolik bir şair olarak edebiyata ve Batı düşüncesine getirdiğin sentez, sana edebiyat alanındaki hemen herkesin ulaşamayacağı yeri kazandırıyor.” Sen gerek hayatının anlamını gerek şiirlerinin temasını insanın kendisini gerçekleştirme teması üzerine oturtuyorsun. İçinde yaşadığın hümanist çağın ürünü olan romantik bir edebiyatın temel kavramlarına karşı çıkarak edebiyat kariyerini başlatıyorsun. Çağdaş bilincin geleneklerini şiirlerinde yoğurarak kendi çağdaş klasik felsefeni kuruyorsun. Kimsenin etkisi altında Romantik şairlerin “düşünüyorum ve hissediyorum, öyle ise varım” biçimiyle özetledikleri felsefesine “düşünüyorum ve hissediyorum, öyle ise sadece görüntüyüm” diyerek karşı çıkıyorsun. “Prufrock’un Aşk Şarkısı’nda, “Gerontion” ile “ Çorak Toprak” da insanın ruh ve bedeni arasındaki dengeyi yerli yerine oturtmadığı için tabiattan ve Tanrı’dan kopuk yaşadığını belirtiyorsun. Hayat felsefenin yanı sıra tanrı/ insan ve sanat kavramlarını Francis Herbert Bradley ile Sören Kierkegaard’ın Hıristiyan egzistansiyalizmi arasındaki büyük benzerlikten yararlanarak geliştiriyorsun. İnsanın hayatı hakkındaki yapıtlarına yansıyan görüşlerini şöyle özetlemek gerekiyor: İnsanın Tanrısıyla direk iletişime geçmesi için ruhunun mutlak görüş açısını oluşturan hiyerarşik düzeni içinde kurması gerekiyor.
“Sevgili Bedriye ben sadece bir insanın ruhundaki hiyerarşik düzeni kurmasıyla kendini gerçekleştiremeyeceğini, kendisini tam anlamıyla gerçekleştirmesi için de kendi yaratığı Tanrı’sıyla bire bir ilişki içine girmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yöndeki görüşlerimi, yazdığım bir şiir dizesinde şöyle yansıttım: “Ebediyetle zamanın kesiştiği anın şuuruna varabilmek azize vergidir.” Ben sadece şair değilim. Aynı zamanda oyun yazarı, eleştirmen ve fikir adamıyım. “Bradley’in Görüntü ve Gerçek” yapıtı benim en çok etkisi altında kaldığım yapıttır. Bu etkinin bendeki önemini “F.H.Bradley’in Felsefesinde Bilgi ve Tecrübe” adını verdiğim tezde görebilirsin. Çağdaş eleştirmenlerden olan Hilis Miller ve Hugh Kenner’e göre bu etki benim ilk şiirlerimden son oyunum olan “Eski Devlet Adamı’na kadar devam etmiştir. Ben romantizmin ve hümanizmin sanat ve kültür içinde şaire verdiği yeri abartılı buluyordum. Bu konu hakkındaki görüşlerimi şöyle dile getirdim: “Bir kişinin veya bir sınıfın kültüründen bahsetmenin anlamsız olduğunu söylerken demek istediğim şey, bir kişinin kültürünün, bir sınıfın kültüründen; bir sınıfın kültürünün de bütün bir toplumun kültüründen soyutlanamayacağıdır. Kültürde kusursuz olmaktan bahsederken, aynı anda kültürün üç anlamını da düşünmekteyiz. Kültürde gelişmenin hangi derecesinde olursa olsun, bir toplumda kültürün farklı dallarıyla uğraşan grupların birbirinden tamamen kopuk ve birbirleriyle hiçbir ortak yanları olmadığını söylemek de istemiyoruz. Aksine kültürün farklı dalları arasındaki ortak vasıflar, birbirinin sahasına taşmalar, karşılıklı takdir ve hizmetler sayesindedir ki, kültürün farklı dalları birbirinden kopmadan yaşayabilirler” (s. 5)
“Sevgili dostum. Sana göre din ve kültür bir paranın iki yüzü gibi aynı şeyin farklı yönleridir. Kültür ve din arasındaki diyalektik çatışmanın sürekli olduğunu savunuyorsun. Bir dinin sayısız kültürlere analık etmesi o dinin o kadar çok kendisini geliştirmesine vesile olacağına inanıyorsun. Batının yetiştirdiği büyük şairlerden birisisin. Sen, Tanrı merkezli dünya görüşünü savunuyorsun. Hümanizmin insan odaklı dünya görüşüne karşı çıkarken, bir yanda da hem romantizmin hem hümanizmin hem de çağdaş ilimdeki gelişmeleri yazdıklarında toplayarak kendi klasik dünya görüşünü sanat anlayışınla birleştiriyorsun. Bu bakış açın sayesinde sadece sana özgü sentez üzerinde inşa ediyorsun sanat yapıtlarını. Rousseau’dan sonra Tanrılaştırdıkları insanın üstünlüğünü yadsıyarak Tanrının yüceliğini anımsatıyorsun. Sana göre insanlar belli sınırlar içinde bir imanın gereklerini özünde yaşatarak yücelebilir ancak. Sanatın amacı konusundaki düşünceni de şöyle açıklıyorsun” sanatın amacı, didaktik olmaksızın insanın kendisini gerçekleştirmesine hizmet etmektir. Sanat, en büyük meyli kendisinden kaçmak olan insana kendisini tanıtarak zaman ve mekân içinde insanın ne ölçüde yücelebileceğini zevk vererek öğretmektir.” Senin hakkında öğrendiklerimden yola çıkarak senin kendini gerçekleştirdiğini anlıyorum. Yazdıkların ve yaşadıklarınla hayatın/ hayatının anlamını ifade ediyorsun. En çok da insanın Tanrılaşamayacağı gerçeğine karşı çıkıyorsun. Karşı çıktığın romantik ve hümanist hayat görüşünden pek de farklı olmayan dinamik bir hayat felsefeni Hıristiyanlığın özüyle birleştiriyorsun. İnsanın zaman ve mekândaki misyonunun gerçek bir arayış olduğunu sık sık anımsatıyorsun. Hayatında belirsizliklerin olmaması kendi çizdiğin yolda tutarlı bir biçimde ilerlemeni sağlıyor. İç huzuruna dine yönelerek kavuşuyorsun. Senden önceki ve içinde yaşadığın çağın edebiyatlarını inceleyerek elde ettiğin bilgileri kendi bakış açınla yeniden yaratarak sadece sana özgü sanat anlayışına kavuşuyorsun. Kendine çizdiğin yolda ilerlediğini görünce daha büyük bir heyecanla yeni yapıtlar üretiyorsun. Eleştirideki başarını da bu bakış açısıyla yakalıyorsun. Sadece kendi dünya görüşünü kendine rehber olarak alıyorsun. Sana göre inançlı insanlar Tanrı’ya daha yakındır. Bu bakış açında bilimle insanı birbirine karıştırmıyorsun. Bilimin insan hayatındaki önemini yadsımıyorsun. Senin insandan beklediğin şeyse insanın bilimin ötesine geçerek arayışını gerçeğin fiziki boyutunu inkâr etmeksizin fizik ötesi bir boyutta sürdürmesidir. Bu gerek arayışında fizik ötesi arayışı vurgulamakla, çağın ihmal ettiği bir noktayı su yüzüne çıkarmak istiyorsun. Tüm bunlara ek olarak inancın mutlak görüş acısı içinde, çağın uzlaşma kabul etmeyen, nispeten geçerli olan ideolojilerine hoşgörülü bir barışma zemini sağlıyorsun. (s. 75.) Yazdıklarında kendi gerçeğini gerçekleştirdiğin için başkalarının yazdıkların hakkındaki olumlu ve olumsuz görüşlerinden etkilenmiyorsun. Özünde insansever olduğun için yapıtlarında insanın kendi gerçekleştirmesi üzerinde yoğunlaşıyorsun. İnsanın hayatında bilinmesi gereken şeylerle kendisini sınaması sana ne anımsatıyor bilmiyorum ama yazdıkların kuşaklar boyunca bir kılavuz olma özelliğini koruyor.
“Sevgili Bedriye, bana ayrılan süre doldu. Bir sonraki söyleşimizde aile hayatıma dair gerçekleri karşılıklı konuşuruz. Seni sevgiyle kucaklıyorum.”
“Ben de seni sevgiyle kucaklıyorum sevgili dostum.
Bir Cevap Bırakın