Estetik Modernizm, sanatın romantik devrimle başlayan özetleşme sürecinin bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Sanatın özerkleşme sürecindeki en kesin araştırmaları yapan düşünür, Baudelaire dir. Baudelaire, burjuvazinin kurduğu rejime özgü tüm kavramlara, kamuya, topluma, ulusal uygarlığa, bilime ve kurumsallaşmış sanata karşıdır. Adorno, Baudelaire‘nin tezlerini inceleyerek, sanatın ancak özerklik sayesinde siyasal ve toplumsal bir öz kazandığını ifade etmiştir.
1956-1969 yılları arasında yazdığı “Estetik Teorisi” kitabında, sanatın topluma karşı çıkmasıyla toplumsallaştığını ve bu konumunu sadece özerk olması sayesinde koruduğunu savunmuştur. Özellikle 1848 Devrimi ile, 1871 komünü’yle Sosyalist ütopyalarla, 1917 Rus ve 1918 Devrimleri ile ve avangard manifestolarla örgütlenmiştir. Adorno, “Estetik Kuram” adlı yapıtında, Stendhal’ın mutluluk sunan bir sanat düşüncesini geliştirmiş, ancak karamsar bir saptamaya varmıştır. Adorno’ya göre sanat artık gerilmekten, varlık hakkı bile tehlikede olmaktadır. Adorno, sanatın estetikliğinin yıkılması olasılığından bile bahsetmiştir. Ancak bu tarihsel sınırlara rağmen Adorno’nun görüşleri, çağdaş estetik düşünce üzerinde önemli bir etki yaratmayı sürdürmektedir. Günümüz felsefi düşüncesinin yüzyılın başında Husserl’in “Avrupa bilimlerindeki bunalımlar” veya “insanlığın bunalımı” konusunda ifade ettiği kaygıları rastlantı olmamıştır. Kültürel kurumların, bildirim araçlarının, iletişim stratejilerinin baskın rolü yüzyıllardan beri sanatta ve yapıtlarda sürdürülen ilişkiyi değiştirmektedir. Adorno’nun “Estetik Kuramı” 30’lu yıllara damgasını vurmuştur. Max Horkheimer’inki gibi Adorno da Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü ile, Nazi rejiminin gelmesinden sonra ABD’ye sürgün edilen yahudi kökenli aydınların çalışmaları ile bağlantılı olmuştur. Eleştirel Kuram bünyesinde bir araya gelmiş bu filozof ve düşünürlerin programında Avrupa’da Sosyalist devrimlerin başarısızlığını araştırmak, Nasyonel Sosyalist ideolojiye karşı savaş vermek ve her türlü baskıcı rejimin kurulmasına karşı koymak yatmaktadır. Kuramsal bir Marksizmi kendilerine kılavuz ednlmişler, Marxist-Leninist bir Ortodoksluğu ve Sovyet modelini reddetmişlerdir. Adorno’nun araştırmaları savaş sonrasında direkt olarak kitle psikolojisi ve kültürün toplum bilimine yönelmiştir. Akıl sözcüğünün anlamları üzerinde çalışmışlardır. En üstün ilke olarak akıl ve gerçeğe ulaşmak için tanıma yeteneği olarak akıl. Her iki durumda da akıl birkaç anlamda olabilmektedir ve diyalektiktir. İnsanı kölelikten, karanlıktan kurtardığı gibi ilerlemiş kapitalizmde egemen sınıfın hizmetinde teknolojik bir bilinç de doğmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı Horkheimer ve Adorno için aklın kendi kendini yıkma yeteneğini göstermiştir. Aydınlanmanın vaat etmiş olduğu özgürleşmeye rağmen doğayı ve insanı koşulsuz tutsaklığa ulaştıran diyalektik bir süreç olduğunu ifade etmişlerdir. Araçsal akıl totalitarizme giden yolu açmıştır. 17. yüzyıldan itibaren yalnızca araçsallığa indirgenmiş olan akıl, geleneksel baskı biçimlerine karşı yeni baskı biçimlerini geliştirerek özgürlüğün önünde bir engel haline gelmiştir. Aydınlanma sonuçları itibariyle totalitedir. Bu bağlamda Adorno ve Horkheimer ideoloji hale gelerek kendi içine kapanan aklı sağaltma kaygısıyla aydınlanmanın eleştirisini yapmışlardır. Aydınlanmanın diyalektiğinin genel tartışılması yüzyıllar boyu batı kültüründe doğanın boyunduruk altına alınmasının sonuçlarını ve araçsal aklın tanrısal bir seviyeye çıkarılmasını vurgulayan çözümleri içermiştir. Hesaba dayalı araçsal aklın yüceltilmesi, kapitalist meta ekonomisinin hakimiyeti ile de yan yana olmuştur. Adorno Marx’ın ekonomiyi biçimlendiren düzeneklerin, aslında kültürel etkinlikleri de belirleyici rol oynadığı düşüncesini benimsemiştir. Sermayenin ekonomiyi aklileştirmesinin doğal sonucu yoksulluk ve tahakküm olmuştur. Kültürün aklileştirilmesinin sonucu da yabancılaşma ve anlamsızlık olmuştur. Adorno Marksizme mesafeli bir duruş sergilemiştir. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Batıdaki ilk kopmanın kapitalizmin yükselişinden ziyade, öznenin nesneden ayrılması ve doğa üzerinde ilk tahakkümün kurulmasında başladığını ileri sürmüşlerdir. Bu anlayış, doğayı insanın işleyip, denetimi altına alabileceği bir alan olarak görmektedir. İnsanın dışındaki doğanın tahakküm altına alınması, insanın kendi içindeki doğal yanlarının ve giderek tüm bir toplumsal dünyanın da denetim altına girmesine yol açmıştır. Aydınlanmanın bu köklü ikilemlerinin kökeninde aklın bu sonuçları olduğuna göre, modernliğin bunalımı temel olarak aklın bunalımı anlamına gelmektedir. Aydınlanma, çıkış noktası olarak doğadaki gizlerden kurtuldukça, ancak özgürleşebileceğini vaat etmektedir. Çünkü bütünleyici, tanımlayıcı sentezlerin dışında tanımlanamayan şeyler “korku kaynağı” olmaktadır. İnsan, öznel akılcılığın yüceltilmesi ile mitlerin karanlık ufkuna karşı üstünlük sağlayacaktır. Bilimsel zihniyet büyüsü çözülmüş doğaya, öykünmeci temsil yerine soyutlamayı koyarak egemen olacaktır. Bilgi, aydınlanmış dünyada bütün topluma nüfuz eden mitsel temsiller aracılığıyla kurulmuş, mit ve aydınlanma birbirlerine dönüşüp birbirlerini yeniden üretecek şekilde konumlanmışlardır. Mit, tehlikeli doğa dünya üzerinde denetim kurma girişimidir. Doğal dünya ile insanlığın araçsal ilişkisi modern dünya bilimleri ile icat edilmemiş, ancak kapsamı genişletilmiş ve yoğunlaştırılmıştır. Aydınlanma kendini, dinsel, mitolojik ve metafizik inançların karşısında bir düşünce gücü olarak konumlanmıştır. İnsanın her türlü inanç baskısından akıl aracılığıyla özgürleşmesi aydınlanmadır. Doğaya dair bilgilenme çabasındaki bilimsel girişimler, insanın daha fazla özgürleşmesi olarak değil, bilginin bir güç olarak kullanılmasıyla iktidar aracına dönüşmesine neden olmuştur. Teknoloji de bilginin özünü oluşturmuş ve bütünleyici bir bilgilenme tarzı ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda bilimin, kapitalizmin kökeninde yatan doğanın ve insanın eş zamanlı olarak araçsal aklın tahakkümüne girmesi ile yerine getirdiği işlev açığa çıkmaktadır. Mitin yüzdelik orana dönüştüğü yerde doğanın neredeyse tamamı nesnellikten ibaret hale gelmiştir. Hesaplara dayanan araçsallaşmış akıl, kendi mantıksal sonuna kadar ilerlediğinde, 20. yüzyılın dehşet verici barbarlığı ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden çağımızda görülen şiddet ve barbarlıklar, modern uygarlığın karşıtları değil, birer sonuçları olarak ele alınmaktadır.
Adorno’ya göre, karşıtına dönüşen ve en üst düzeydeki uygarlaşmanın kötü sonuçlarında ifadesini bulan barbarlık ile modernliğin ayrılmaz ilişkisini gösteren şeyler, teknik ilerlemeler ile aklın ve aydınlanmanın ilkeleri olmaktadır. Araçsal aklın güdümünde olan bilim, insanlığın yitirilmesinin ilk tohumları olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda bilim, insanın özgürleşmesinden çok, denetim altına girmesine hizmet etmektedir.
Adorno, tarihsel gelişim üzerine yapmış olduğu değerlendirmede, “kültür endüstrisi”ni de modern toplumun totaliter yönlerine yardımcı olmakla suçlamıştır. Araçsal aklın kurmuş olduğu kapsayıcı bir monolitik hakimiyet karşısında verili dünyanın yapısal olarak aşılması ve değiştirilmesi imkânsız olmaktadır. Kültürün bir endüstri haline gelmiş olduğu düşüncesi, 1923’te kurulan Frankfurt Okulu’nun önde gelen Max Horkheimer ve Adorno tarafından geliştirilmiştir. Kapitalizmin ekonomik, toplumsal, siyasal düzeyde kendisini yeniden nasıl ürettiğini incelemiş lerdir. Bu kavram ilk olarak düşünürlerin Aydınlanmanın Diyalektiği (1947) kitabının içerisinde yer alan “Kültür Endüstrisi: Kitle Aldanışı olarak Aydınlanma” başlığını taşıyan denemelerinde kullanılmıştır. ABD’de eğlence endüstrisinin artmasıyla, kültürel ürünlerin metalaştığını, kitle iletişim araçları ile standartlaştırıldığını, büyük kültür acenteleri tarafından üretilerek kapitalizmin tahakküm araçlarından biri haline dönüştüğünü vurgulamışlardır. Kültürü bir endüstri olarak tanımlamışlardır. Kültür Endüstrisi kuramı Frankfurt Okulu 1934’te ABD’ye göç edene kadar tam olarak geliştirilmiştir. 1930 yıllarından ortalarından 40’lara doğru olan sürgün dönemleri boyunca ABD’de kitle iletişiminin ve kültürünün gelişmesine tüketim toplumunun ortaya çıkışına tanık olmuşlar ve bu gelişmeleri yaşamışlardır. Bu deneyim bağlamında kültür endüstrisi diye kavramsallaştırdıkları kurum ve pratikleri kültürü, kitle iletişimini, reklamı ve yeni toplumsal denetim biçimlerini kapitalist toplumu yeni biçimlerine uydurmak amacında kullanılan kapitalist modernitenin bir parçası olarak görmeye başlamışlardır. Horkheimer ve Adorno’nun kültür endüstrisi tezi, yaklaşık 20. yüzyıl boyunca pek etki uyandırmazken, 1960’lardan itibaren yeniden gündeme gelmeye başlamış, 1970’lerden itibaren ise kültürün ekonomikleşmesi eleştirilerinin temel yaklaşımlarından biri haline gelmiştir. Kültür endüstrileri ile kitleler düşünmekten alıkonulmakta, bu endüstrinin içerikleriyle mutluluk ve haz arayan insanların boş zaman faaliyetleri üzerinde bir hakimiyet kurularak, insanlar tüketim ortak paydasında buluşturulmaktadır. Boş zaman etkinlikleri de standartlaştırılmıştır. Kitle iletişim araçlarının kitleleri yalnızca etkilemeye değil, ekonomik olarak da sömürmeye de muktedir olmalarıyla birlikte yeni bir kültürel devrim başlamıştır. Eleştirel yaklaşım kitle iletişim araçlarının kültürel yaşamı piyasada elde edilebilir asgari ortak noktaya indirerek tek biçim ve sıradan bir kitle kültürünü yaratmakla ilham etmektedir, Kültür endüstrisi yaklaşımına göre, kültürün kendisi bir endüstri ve ürünleri de meta haline gelmiştir. Adorno, kültür endüstrisinin, kitlelerin kendiliğinden çıkan bir kültür sorunu ya da popüler sanatın çağdaş bir formu olmadığının altını çizmektedir. Kültürel varlıkların kar dürtüsüyle üretilen standartlaştırılmış mallara dönüştüğünü ifade etmektedir. Adorno, özellikle endüstri ürünlerinin insanları kaçındıkları dünyaya nasıl yeniden eklemlendiğini ve böylece sistemi güçlendirdiğini göstermeye çalışmıştır. Bir yanda endüstri kültürleşmekte, kültürelleşmekte ve öte yandan kültür de endüstrileşmektedir, Kültür endüstrisi bilinçli bir şekilde kendi çıkarlarını savunacak özerk ve bağımsız bireylerin gelişmesine engel olmaktadır. Kültür endüstrisi ideolojinin kültürel metalar aracılığıyla yayılmasını ve içselleştirilmesini hedeflemektedir. Adorno’nun sistem karşıtı tepkisinin en önemli ayağı geliştirmiş olduğu kültür endüstrisidir. Adorno’ya göre kültür endüstrisi, toplumsal yapıda adaletsizlik meydana getirmekte ve bu adaletsizlik kitle iletişim araçları ile sürekli yayılmaktadır. Sanat yapıtının teknik yoldan yeniden üretilebildiği çağda gücünü yitiren şey, yapıtın özel aurasıdır, atmosferidir. Sanat yapıtlarının algılanması değişik vurgularla gerçekleşmektedir. Bu vurgulardan biri sanat yapıtının kült değeri, diğeri ise sergilenme değerlidir. İki filozof, ABD’de iletişim araçlarının sinemadan reklamın olağanüstü gelişimine tanık olmuşlardır. Bir başka akılcı lığına, ekonominin akılcılığının denetimi altındaki kültürel demokratikleşme onları kuşku kılmak kılmıştır bu demokratikleşme, işletme ve pazarlama işine dönüşmüştür. Yadsınamaz sonuçlar elde etmekte, ancak özellikle geleneksel kültürden kırıntılar dağıtmakla yetinmektedir. Horkheimer ve Adorno standartlaştırılmış, kullanıma uygun duruma getirilmiş ve tüketim malları gibi pazarlanan bir kültürün ortaya çıkışını belirtmek üzere kullandıkları günümüzde de yaygın bir biçimde kullanılan “kültür endüstrisi” ifadesini bulmuşlardır. Kültür eleştirisi, Adorno‘nun “Estetik Kuram” yapıtında gizlidir. Ayrıca ona göre, geleneksel sanatın kaçınılmaz olarak ticari sistemi içine sokulması görünüşte öncü yapıtları savunmak için kanıt oluşturmaktadır.
Adorno, sanat alanında teknik ve bilimsel bir akılcılığı kabul ederken, onun toplumsal evrim üzerine olumsuz etkileri olduğunu ileri sürmüştür. Adorno, belirli bir siyasal içeriği olduğunu ileri süren ve propagandaya batmış yapıtları elinin tersiyle bitmiştir. Adorno, kişisel düzlemde olumsuz estetiğinden sonuçlar çıkarmıştır. Kültürün her şeyi yuttuğuna, çağdaş toplumda gitgide artan resmi ve bir bürosal kurumlaşmanın bireyin özgürlüğünü yavaş yavaş kısıtladığına inanmış olarak yalnızlığa sığınmıştır.
Adorno’ya göre kültür endüstrisi böyle bir rasyonelleşmiş dünyanın düzgün biçimde işlemesine katkıda bulunmak için vardır. 19. yüzyılın yüksek kültürü ve çağdaş avangardları, kendi toplumlarının duygusal yoksunluğunu protesto ederken, kültür endüstrisi, insanları dolaysız biçimde aldatan ve vaat ettiğini yerine getirmeyen bir rol üstlenmiştir. Gerçek sanatı tahrip eden, hayal ürünü duyguların sonucu olarak adaletsizlik, açıkça algılanamaz hale gelmekte, toplumun tüketici nüfusu içgüdüsel ihtiyaçlarla yönetim aygıtlarına çok daha sıkı bağlanmaktadır. Adorno, modern Batı toplumunun ilerleme sürecinde, kültür endüstrisinin insanı geçmiş dönemlerdeki tahakküm yöntemlerine ve pratiklerine oranla çok daha etkin ve ince yöntemlerle tahakküm altına aldığını vurgulamıştır.
Ona göre teknolojinin yaşamın her alanına yayılıp genişlemesi totaliter yönetimlerin denetimlerini daha da sıkılaştırmasına hizmet etmekte ve kültür endüstrisinin etkinliğini arttırmaktadır. Kültür endüstrisi, siyasal totalitarizmin geliştiği bir sera gibi işlev görmektedir. İnsanın başlangıçtaki doğa içerisinde, konumlandığı durumun bir kez unutulması ve aşılması, doğanın ve insanın doğallığının da tahakküm altına alınması anlamına gelmektedir. Kapitalist dünyada demokratik ülkelerde aydınlanmanın diyalektiği bu unutmayı, bu ülkelerin karşıtı olan totaliter ülkelerdekinden çok daha ince yollarla yapmaktadır. Standartlaştırma yolu ile kitle kültürü, asılsız biçimde kişisel beğenilere cevap verme imkânı bulmaktadır. Kültürün her düzeyi Marx’ın 19. yüzyılda teşhis ettiği gibi metalaşma olgusunun istilasına uğramıştır. Adorno kapitalist toplumları “yönetim altına alınmış dünya” olarak ifade etmiştir. Kapitalist toplumlarda ideolojinin hayatın her alanına sızması o boyutlara varmıştır ki, direnme adeta yok edilmiştir. Adorno için kültürün tamamı bir barbarlık momenti içermektedir. Burjuva sanatı ve kitle kültürüne karşı olumsuz düşünceler sergilemesi, demokratik olmayan özelliklerini görmüş olmasından kaynaklanmıştır. Kitlelerin içinde yaşadığı, ürettiği kitle kültürü, kitlelere görünmeden empoze edilmiş, tümüyle birbirinden uyumsuz kopuk, öğelerden yapılmış sentetik bir alaşım haline dönüşmüştür. Adorno’ya göre, dolayısıyla kültür endüstrisi gerçek bir kültür değil, kendiliğindenliği olmayan bir kültür ve sanat üretmektedir. Modern toplumda artık yüksek ve düşük kültür ayrımı da kalmamıştır.
Kant, bilimselci bir anlayış içerisinde sanatı “amaçsız bir amaç” olarak tanımlarken, Adorno da modern dünyada sanatın pazar kurumunun yönlendirmiş olduğu “amaçlı bir amaçsızlığa” doğru dönüştüğünü iddia etmiştir. Kültür endüstrisinin ürünleri metaya dönüşen sanat ürünleri değil, pazarda satılabilmek için imal edilmiş ürünler olmaktadır, Adorno’nun kültür endüstrisi üzerine çözümlemesi Marksist bir çizgide seyretmektedir. Teknolojinin özgürleştirici potansiyeline inanmamıştır. Adorno, teknolojik boyutta önem vermekle birlikte, esas üzerinde durduğu konu, teknolojinin saklamış olduğu ideolojik boyuttur. Teknolojinin toplum üzerinde iktidar sahibi olmasının temelinde, toplumdaki en büyük ekonomik güç sahiplerinin iktidar olarak yer alması yer almaktadır. Adorno’nun kültür endüstrisine karşı seçenek olarak önerdiği kavram, yüksek kültür olmayıp, kitlelere ait, ancak 20.yüzyılın avangartd sanatına benzeyen değişiklikler olmuştur. Adorno günümüz dünyasında sanat ile hayat arasındaki en verimli ilişkinin ezoterik bir sanatın gündelik hayat tarafından özümsenmeye direnerek kurduğu ilişki olacağına inanmıştır. Sanatın kendi içinde uyumsuz olması, aslında sanatın kendini sorgulama yeteneğinin artmasının göstergesidir. Sanat yapıtı, gereken cesareti gösterdiğinde, topluma hizmet eden, toplumun ufkunu açan yol gösteren özelliklere kavuşmaktadır. Bu durumda toplumla çatışması kaçınılmaz olacaktır. Bu çatışma, zaman içerisinde sanatın direnme gücü ve katkılarıyla toplumu ileriye taşıyacaktır. Adorno, sanatta ve felsefede daima ilerlemeyi savunmuştur. Adorno’nun burada kastettiği, insanlığın gelişmesi ve aklın özgürleşerek düşüncenin güç kazanması olarak ortaya çıkan gelişmelerdir. Adorno’ya göre, araçsal aklın güdümünde bir teknolojik ilerleme değildir, teknolojinin egemen olduğu bir uygar toplumda sanat anlamını yitirmiştir. Böylece kapitalist uygarlığın düzeninde sanat ürünlerinin anlamı, diğer tüketim ürünleri arasında bir yere sıkışmış kalmıştır. Bu durum sadece tüketim malları gibi tasarlanıp üretilmiş günümüz kültür endüstrisi ürünleri için geçerli değildir. Klasik eserler karşısındaki tutumu da etkilemiştir. Bu yüzden sanat ürünleri de suni olarak üretilen ve tüketimi canlı tutmak amacıyla insanların eğlenti açlıklarını doyuran birer deneyim nesnesine indirgenmiş bulunmaktadır. Bu sürecin sonunda, ciddi sanat üretimi ile evrensel beğeniler arasındaki bağın tümüyle barbarca bir şekilde koparılması, salt yozlaşma ile ilgili olmayıp, bizzat teknolojik ilerleme sayesinde sanatın gerçeklikle bağının koparılması anlamını taşımaktadır. Adorno için sanatın politik bir işlevi de vardır. Adorno’nun belirttiği gibi, sanat insanın dinsel ya da dinsel olmayan hükmetme kurumlarına karşı, bu kurumların nesnel öz ve esaslarını yansıtmasında bir protesto gücü olmaktadır. Sanat, doğayı, düşünceye, nesneyi ruha teslim etmeyi reddedişi sayesinde, insanın ne olması gerektiği konusunda ütopyan bir model sergilemektedir. Aydınlanmanın diyalektiğinde sanat, sosyal eleştiri boyutuna oranla ikinci bir rol oynasa da yönetim altına alınan dünyada özgürleşme yolunda merkezi bir önem taşımaktadır. Adorno’ya göre, sanatın estetik duyarlılığının yanı sıra, toplumsal ve politik duyarlılığı da bulunmaktadır. Sanata devrimci karakterini veren, onun toplum baskısına direnme gücüdür. Her ne kadar kültür endüstrisi içerisinde manipüle olmuş ve burjuvazi tarafından ideolojik olarak angaje edilse bile, sanat modern toplumdaki özgürlük alanıdır. Sanat varlığını sadece devrimci niteliği direnme gücüyle koruyabilmektedir. Salt estetik bir nesne olarak kaldığı zaman burjuva toplumunda metaya indirgenebilmektedir. Adorno için sanat, toplumun yansıtılması değil, sanat yapıtının toplumsal olanı sanatsal biçimde kendinde bulundurmasıdır. Bu toplumsal bir şey değil, aksine sanatsal bir şeydir. Hakiki sanat yapıtı, kendi hakikatini özünde bulmaktadır. Toplumsal olan, reel olan sanatsal olarak bulunuyorsa, o zaman gerçek bir sanat yapıtıdır. Böyle bir sanat anlayışı, yapıtı direkt olarak ya da nesnel gerçekliğin ideolojik tarzda çözümlenmesi yoluyla yansıtan mimesis anlayışıyla da çelişmektedir.
Kaynakça
Bürger, P., Avangard Kuramı, (Ed. A, Artun). İletişim Yayınları, 2017. İstanbul
Poggioli, R., Avangard Sanat Teorisi. Çev. Elçin Gen. İletişim Yayınları, 2019. İstanbul
Jimenez, M., Estetik, Çev. Aytekin Karaçoban. Kete e Yayınları, 2023. İstanbul
Soykan, Ö., N., Estetik ve Sanat Felsefesi. Bilge Yayınları, 2020. İstanbul
Su S., Çağdaş Sanatın Felsefi Söylemi. Profil Yayıncılık. 2014. İstanbul
Bir Cevap Bırakın