Köy Enstitüleri’nin en büyük başarılarından biri, birey olmanın yanında yurttaşlık bilincini de inşa etmesiydi.
Bir ülkenin en kadim sorusudur: Nasıl kurtulur bu toplum? Çaresizlikle bezenmiş bu soru, ya içe kapanarak ya da dışa açılarak yanıt bulur. Bazıları Batı’dan devşirilecek reçetelerle ilerleme umar, bazılarıysa geçmişin tozlu sayfalarında altın çağlar arar. Oysa bazen bir halk kendi cevabını kendi toprağından çıkarır. Köy Enstitüleri, işte bu cevabın adıdır.
Köy Enstitüleri yalnızca bir eğitim modeli değildi; o, bir toplum tahayyülünün, çağdaşlaşma arzusunun, üretimle birleşmiş özgürlükçü bir aklın kurumsal cisimleşmesiydi. 20. yüzyılın ortalarında, Anadolu’nun en yoksun köylerinden başlayarak ülkenin hücrelerine sızan bir ışık projesiydi. Eğitimi şehirden köye değil, köyden şehre taşıyan ters bir modernleşme çizgisi sunuyordu. Bu, o güne dek görülmemiş bir anlayıştı: Eğitimi yalnızca okuma-yazmaya indirgemeyen, aynı zamanda toprağı işleyen, marangozluk yapan, felsefe düşünen, şarkı söyleyen, tiyatro yapan insan tipini hedefleyen bir bütünlük pedagojisi…
Köy Enstitüleri’nin özünde yatan şey şuydu: İnsanı ve toplumu aynı anda dönüştürmek. Bu dönüşüm, masa başından değil, çapa başından başlıyordu. Eğitmen, öğrencinin yalnızca hocası değil; arkadaşı, ustası, yoldaşıydı. Ve öğrenci, yalnızca bilgi alan değil; üretim yapan, düşünce kuran, duvar ören, oyun yazan bir özneydi. Bilginin el emeğiyle harmanlandığı bu model, bir tür uygarlık projesiydi. Ezberleyen değil düşünen, boyun eğen değil direnen, taklit eden değil yaratan bireyler yetiştirmek amacı taşıyordu. Bu yüzden sadece eğitim sistemi değil, bir rejim meselesiydi.
Nitekim karşısına dikilenler de bunu böyle anladılar. Din kisvesi altında laikliğe düşman olanlar, sınıfsal konumlarını sarsacak halk aydınlanmasından ürkenler, birey olmayı öğrenmiş köylünün itaat etmeyeceğini sezmiş olanlar… Hepsi birer cephede buluştular. Çünkü Köy Enstitüleri’nin önüne geçilmezse halk kendi aklıyla düşünecek, kendi kararını verecek, kendi toprağını ve kaderini kendisi yönetecekti. Oysa onlar halkı değil, kendi düzenlerini düşünüyordu. Bu yüzden Köy Enstitüleri’ni bir “melanet” olarak yaftaladılar. Halbuki bu proje, bir melanet değil; yoksul Anadolu çocuklarının alnına yazılmış bir medeniyet duasıydı.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, Köy Enstitüleri yalnızca tarihsel bir hadise değil; hâlâ yanıtını bulamadığımız birçok sorunun anahtarı gibi duruyor. Nitelikli eğitimin, üretimle birleşmiş bilginin, özgür bireyin ve dayanışma ruhunun yokluğunda çırpınan bir toplum olarak, bir zamanlar elimizde olanı kaybetmenin bedelini ödemekteyiz. O nedenle Köy Enstitüleri’ni konuşmak, geçmişe bir ağıt değil, geleceğe dair bir umut ilanıdır.
Fakat bu umudun içini doldurmak için, yalnızca nostaljiyle yetinmek yetmez. Ne olduğunu, nasıl işlediğini, kimler tarafından neden hedef alındığını, en önemlisi de neyi başardığını anlamak gerekir. Çünkü bu başarı hikâyesi, yalnızca öğretmenlerin değil; eşek sırtında kitap taşıyan çocukların, geceleri kandil ışığında kitap okuyan köylülerin, kız çocuklarının ilk kez okula gidebildiği kırsal hayatın da hikâyesidir. Bu hikâyeyi tüm yönleriyle irdeleyebilmek için…
Eğitimde Sessiz Bir Devrim: Köyden Başlayan Yolculuk
Köy Enstitüleri, yalnızca okullar değil; toprakla aklın, emekle hayalin, sanatla bilimin iç içe geçtiği üretim merkezleriydi. Her biri, geleceğin toplumu için bir laboratuvar gibi kurgulandı. Bu laboratuvarlarda deneylenen şey, bireyin kendi potansiyelini keşfetmesi kadar, toplumun eşitlik ve özgürlük temelinde yeniden kurulmasıydı. Çünkü Cumhuriyet’in erken dönem aydınları çok iyi biliyordu ki, halkı cehaletle baş başa bırakan bir sistem, ancak tiranlık üretir. Aydınlanma ise merkezden taşraya değil, köylünün içinden filizlenmeliydi.
Bu yüzden Köy Enstitüleri’nde uygulanan eğitim sistemi başlı başına bir devrimdi. Öğrenci okulun sadece öğrencisi değil, aynı zamanda ustası, üreticisi, oyuncusu, düşünürüydü. Sabah tarım yapan bir çocuk, öğleden sonra Voltaire okuyor, akşam sahnede Shakespeare oynuyordu. Bu olağanüstü çok yönlülük, bireyde yalnızca bilgi birikimi değil, hayatla kurulan organik bir bağ da yaratıyordu. Bilgi soyut bir nesne değil, toprağa, hayata ve topluma değen canlı bir kudrete dönüşüyordu.
Köy Enstitüleri’nde temel felsefe şuydu: Öğrenen birey, çevresini de dönüştürür. Bu pedagojik ilke, Freire’nin yıllar sonra yazacağı “Ezilenlerin Pedagojisi”nin Anadolu toprağındaki tezahürüdür. Zira köylü çocuğuna yalnızca okuma yazma öğretilmiyordu. Ona, dünyayı okuma ve yeniden yazma yetisi kazandırılıyordu. Ve bu yeti, doğası gereği otoriteyle çatışır. Çünkü kendi düşünen, sorgulayan, karar veren insan tipi; emir alan, biat eden kalabalıklara zıttır.
İşte tam da bu yüzden, Köy Enstitüleri bir ideolojik tehdide dönüştü. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında laikliği, kamuculuğu, halkçılığı savunan kadrolar giderek yerini “idare eden”, “gönül alan”, “statükoyu koruyan” bir bürokratik sınıfa bıraktıkça; köylünün kendi aklıyla aydınlanması, bir tehdit olarak algılandı. Bu tehdit algısı, sadece gerici çevrelerden değil, sistemin kendi içinden de besleniyordu. Aydın köylü, düzenin efendilerini rahatsız ederdi. Çünkü o, sorgular; seçer; yönetime talip olurdu. Ve bu, kurulu düzen için bir sarsıntıydı.
Oysa Köy Enstitüleri’nin en büyük başarılarından biri, birey olmanın yanında yurttaşlık bilincini de inşa etmesiydi. Yurttaş, yalnızca haklarının değil; sorumluluklarının da farkında olan kişidir. Köy Enstitüsü mezunları, yalnızca öğretmen değil; köyün hukuk danışmanı, sağlık elçisi, tarım öncüsü, kültür taşıyıcısıydı. Sadece bilgiyi değil, o bilgiyi paylaşma ahlâkını da kuşanmışlardı. Bu yüzden enstitüler, okullardan öte birer direniş yuvası gibiydi. Cehalete, yoksulluğa, suskunluğa karşı bir başkaldırıydı.
Ancak tam da bu başkaldırının çapı anlaşıldığında, karşı saldırı başladı. “Kızlı erkekli eğitim”, “dine mesafeli müfredat”, “millî kültüre yabancılaşma” gibi bahanelerin ardında, aslında başka bir korku yatıyordu: Uyanan köylü, artık sadece tarlada değil; sandıkta da iradesini gösterecekti. Yani sorun, Enstitülerin varlığı değil; etkisiydi. Bu etki, gerici politikaların inşa etmek istediği itaat toplumu için büyük bir tehdit oluşturuyordu.
Zamanla, Köy Enstitüleri, önce müfredatla, sonra kadrolarla, nihayet yapısal dönüşümlerle sıradanlaştırıldı. En sonunda kapatılmadılar belki ama içleri boşaltıldı. Bir çağın düşü, kendi başarılarının yarattığı korkuyla boğuldu. Bugün geriye kalan, birkaç taş duvar, birkaç eski fotoğraf, birkaç hatırat… ve hiç dinmeyen bir özlem.
Ama bu özlemi anlamlı kılmak, yalnızca geçmişe duyulan hayranlıkla değil, bugüne dair bir iddiayla mümkündür. Zira bugün de aynı sorular önümüzde duruyor: Eğitimin amacı nedir? Toplum nasıl dönüştürülür? Birey nasıl özgürleşir? Ve en önemlisi: Yoksulun çocuklarına nasıl bir gelecek sunulacak?
Bu sorulara verilecek yanıtların omurgasında, Köy Enstitüleri’nin birikimi hâlâ tüm tazeliğiyle duruyor. Ancak bu birikimin yeniden hayat bulması, onu yalnızca yüceltmekle değil, günümüz koşullarına göre yeniden düşünmekle mümkün olacaktır. Çünkü her büyük düşünce gibi…
Bir Aydınlanma Düşünün Susturulan Yankısı
Her büyük fikir gibi, Köy Enstitüleri de zamanının ötesindeydi. Belki bu yüzden zamansızca yarım bırakıldı. Ama tarihin belleği, bazen yarım kalmış bir hayali, tamamlanmamış bir cümleyi, bir toplumun vicdanında yankılanan bir çağrıya dönüştürebilir. Bugün hâlâ Enstitüler konuşuluyorsa, bu yalnızca geçmişe duyulan romantik bir bağlılıktan değil, geleceğe dair kaybedilmiş bir imkânın hâlâ aranmasındandır.
Köy Enstitüleri, yalnızca eğitimle sınırlı bir girişim değil, değiştirmeyi amaçlayan kapsamlı bir uygarlık hamlesiydi. Bilgisizliğin kuşattığı bir halkı, düşünceyle ve üretimle ayağa kaldırma idealiydi. Bireyi yıpratarak devleti güçlü kılmayı amaçlayan anlayışa karşı, Enstitüler devleti, insanın varlığı üzerinden tanımlayan bir alternatifti. Bu yüzden yalnızca öğretim kurumları değil, aynı zamanda birer toplumsal müdahale alanıydılar. Çünkü bir toplumun kaderi, onun neye inandığı, nasıl çalıştığı, nasıl düşündüğü ve ne düşleyebildiğiyle biçimlenir.
Ne yazık ki, Enstitüler, bu derin dönüşümün eşiğine gelmişken durduruldular. Çünkü egemenler, halkın kendi aklıyla var olmasından korktular. Eğitimli bireyin, bilgiyle donanmış köylünün, sorgulayan yurttaşın, yalnızca oy kullanan değil, yönetime katılan halkın; kendi iktidarlarını tehdit edeceğini gördüler. Ve bu korku, onları “dine aykırılık”, “aile yapısına zarar”, “geleneklere yabancılık” gibi uydurma gerekçelerin arkasına sakladı. Aslında yasakladıkları şey, yalnızca bir kurum değil; hakikatin ta kendisiydi.
Bugün o hakikate yeniden yaklaşmanın yollarını arıyoruz. Çünkü yalnızca yeni okullar kurarak değil, o okulların içine Köy Enstitüsü ruhunu yerleştirerek ilerleyebiliriz. O ruh, kitapla sabanı yan yana düşünebilmek; alın teriyle düşünceyi aynı potada eritebilmek; üretmeyi yalnızca maddi bir faaliyet değil, aynı zamanda zihinsel bir özgürleşme olarak görebilmektir. Yani eğitim dediğimiz şey, bir bireyi sınavlara değil, hayata hazırlamalıdır. Enstitüler, işte bu yaşamsal farkı çok erken kavramıştı.
Bugün Anadolu’nun dört bir yanında hâlâ yoksulluğun, eğitimsizliğin, umutsuzluğun hüküm sürdüğü köyler varsa; hâlâ çocuklar eşit bir geleceğe doğmuyorsa; hâlâ bilgi, şehirli azınlığın tekelinde tutuluyorsa — Köy Enstitüleri yalnızca bir tarihsel deneyim değil, bir vicdan çağrısıdır. Ve bu çağrıya kulak vermek, bugünü yeniden kurmakla mümkündür. Belki o kurumlar birebir geri gelmeyecek. Ama onların taşıdığı fikir, onların arkasındaki etik, onların inşa ettiği değerler bütünü — eğer doğru kavranırsa — bugünün çoraklaşmış eğitim anlayışına bir vaha olabilir.
Unutulmamalı ki bir toplumun geleceğini belirleyen yalnızca hangi sanayiye yatırım yaptığı değil, hangi hayale inandığıdır. Köy Enstitüleri, bu toprakların kurduğu en sahici hayallerden biriydi. Ve o hayal, toprağın altında uyuyan bir tohum gibidir: Yeter ki yeniden yeşermesi için uygun iklimi, doğru suyu, kararlı bir iradeyi bulsun.
Cumhuriyet, yalnızca bir rejimin adı değil; bir yaşam biçimidir. Ve o yaşam biçiminin en büyük güvencesi, halkın kendi aklıyla donanmasıdır. Köy Enstitüleri bu yüzden kapatıldı. Ama tam da bu yüzden, bugün hâlâ anlatılıyor, anılıyor ve arzu ediliyor. Çünkü insanlık tarihinin en büyük ilerlemeleri, önce birileri tarafından “tehlikeli fikirler” olarak adlandırılmıştır.
Köy Enstitüleri işte böyle bir fikirdi. Bir gün, o fikrin yeniden gün ışığına çıkması, yalnızca eğitim sistemini değil, bu ülkenin kaderini de değiştirebilir. Yeter ki biz, o tohumun hâlâ diri olduğunu unutmayalım.
Bir Cevap Bırakın