Gökmen Yener’i Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ndeki eğitim dönemlerimden beri tanırım. Onunla olan dostluğumuzun harcı edebiyattır. Zira bizi bir araya getiren çekim gücü edebiyata olan tutkumuz oldu. Ve bu tutkumuz vesilesiyle iki sayılık da olsa bir fanzin macerasına giriştik. Şimdiyse kendisi üçüncü kitabı olan ”İz Sürenler Vardiyası”nı çıkardı. Onula ilk kitabı olan ”Çoktan Ölmüş Gökmenler Cumhuriyeti” (şiir) ile başlayıp ikinci kitabı ”Ulak ve Tanık” (roman) ile devam eden yolculuğunu, mevcut durağı olan ”İz Sürenler Vardiyası” (roman) üzerinden konuşacağız.
Mertcan Fırat: Sence, Gökmen Yener ”İz Sürenler Vardiyası” ile edebiyatın hangi merhalesine vardı ve bu merhalede hangi meseleleri üstleniyor?
Gökmen Yener: İz Sürenler Vardiyası ile öngörülemezci bir kurgu anlayışını benimsediğimi söyleyebilirim. Aslında bu ”Ulak ve Tanık”ta da böyleydi ancak ”İz Sürenler Vardiyası”nda çok daha belirgin bir hâl aldı. Şu an için en büyük meselem: Zaman.
M.F: Öngörülemezci kurgu anlayışın bizzat zamana yönelik mi?
G.Y: Aslında kurgunun tüm akışına yönelik bir tutum. Ancak evet Zamanın bilhassa öngörülemez olduğunu düşünüyor ve onda bu tutumumu daha da yoğunlaştırıyorum. Bir de özellikle belirtmek isterim; kastettiğim şey zamanın prensip olarak yani kavramsal olarak öngörülemezliği.
M.F Tahmin edebiliyorum. Yani zamanın insan üzerindeki etkisine ya da yaşattığı deneyimle-re değil bizzat işleyişine yönelik bir irdelemeden bahsediyorsun. Zamanı yapısal olarak ele alıyorsun. Bunu biraz daha detaylandırman mümkün mü?
G.Y: Tabii… Zamanı yapısökümcü bir şekilde irdeleyip insanlara onun çizgisel bir düzlem üzerinde akmadığını, esasen dağılgan bir tabiata sahip olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Yani geçmiş, şimdi ve gelecek bir seyir durumunda değil, aynı anda ve savruk bir biçimde. Tabii bütün bunları materyalist ya da scientific bir üslupla değil edebi bir tutumla anlatıyorum. Zira ben her şeyden evvel bir edebi kurgucuyum.
M.F: ”İz Sürenler Vardiyası”nın diğer temalarına da değinelim biraz istersen. Kitap, dönemsel geçişler ve paralel hikâyeler bağlamında hayli bonkör. Bazen sakil ve yoksun bir primitif dö-nemde bazen de kült bir savaşın ortasında buluyoruz kendimizi. Bu unsurlar, olay örgüsü bakımından da hayli zenginleştirici.
G.Y: Durumlardan çok, olaylardan beslenen bir ilham perim var. Ancak hiçbir zaman tek bir olayı, bütün kitaba yayacak bir yazın anlayışını benimsemedim. Birden fazla olay, birden fazla hikâye ve tek bir kurgu… Çoklu olay anlayışı, yazarken de dinamik kalmamı sağlıyor. Bazen benliğimin dışına çıkıp yarattığım karakterlerin ve olayların nasıl biteceğini merak ederken buluyorum kendimi.
M.F: Pekiyi dosyanın başına oturduğun o ilk an, kafanda her şeyi belirlenmiş oluyor mu? Yani kurgunun nasıl başlayacağını, nasıl devam edeceğini ve nasıl biteceğini belirliyor musun?
G.Y: Kesinlikle hayır! Ben, dosyanın başına bir meseleyle otururum ve çoğunlukla ne yazacağıma dair hiçbir fikrim olmaz. Olay örgüsü, yazdıkça gelişiyor. Yani ben metnin peşinden giden bir yazarım diyebilirim. Hatta zaman zaman önceden belirlediğim gelişmeler dâhi bam-başka bir hâl alır.
M.F: Senin, edebiyatla olan ilk sıcak temasın şiir yoluyla olmuştu. Üniversite dönemimizde çıkardığımız fanzin şiir ağırlıklıydı ve ilk yayımlanan kitabın ”Çoktan Ölmüş Gökmenler Cumhuriyeti” de bir şiir kitabıydı. Kurguya dönmene sebep olan şey nedir?
G.K: Dikkatli okuyucular her iki romanımın da şiirsel metinler olduğunu görür. Özellikle ”İz Sürenler Vardiyası” yoğun alegori içeriyor. Yani ben şiirin ruhundan kopmadım aslında. Sadece onu çekip çevirdim, ebatlarıyla oynadım. Nedenine gelince: Anlatıcı olma isteğim ağır bastı diyelim.
M.F: Şiiri bir anlatı dili olarak yeterli bulmadın mı?
G.Y: Nesir eğilimli yazmak beni daha özgür kıldı. Düzyazı beni özgürleştirdi diyebilirim. Öyküleme, olay yaratma ve meseleyi ele alma fırsatı, romanda kurgucuya daha geniş bir alan açıyor…
M.F: ”İz Sürenler Vardiyası” özelinde, felsefi alt yapının da hissedilir derecede öne çıktığını söyleyebiliriz bence. İrdelediğin konular felsefenin de alanına giriyor. Bu kaygıyla gerçekleşen bir durum mu? Yani planlı bir şekilde mi yapıyorsun?
G.Y: Aynı tutum benim şiirlerimde de vardı hatırlarsan. ”Bunu planlı bir şekilde yapıyorum” demek hem kendime hem de metinlerime haksızlık olur. Kendi doğalında gelişen bir süreç… Kurgunun gücüne inanmadığım için felsefeden yardım alıyor değilim yani… Bununla birlikte, okuyucuya ”hoş vakit geçirmek” dışında hiçbir katkısı olmayan metinleri de anlamsız bulu-yorum ve bu bağlamda metinlerimin felsefi yönü olması içime sinen bir şey.
M.F: İnsanlar ”hoş vakit geçirmeyi” varoluşsal sorgulamalardan daha çok sever oysa. Sence bu konuda haksızlar mı?
G.Y: Kesinlikle haksız değiller! Özellikle Türk toplumu gibi gerilimi yüksek bir sosyo-politik atmosfere sahip ülkelerin insanları hiç haksız değiller. Yani bunca stresin, ekonomik zorluğun ve baskı ortamının altında çile çeken insanları ”nasıl olur da derinlikli sanatla ilgilenmezler” diye azarlamak züppeliktir.

M.F: Ama yine de yazdıkların derinlikli mevzulara dair…
G.Y: Bu benim kişisel tercihim. Benimle beraber kaygı ve anksiyete bozukluğu yaşayacak seçkin azınlığı arıyorum. Müritler ya da mürşitler değil, yol arkadaşları…
M.F: O hâlde az okunmayı ve ”underrated” olmayı göze aldın, öyle mi?
G.Y: Göze almaktan da öte, tercih ettim diyebilirim. Öte yandan dosya başında yıllarını geçirip bin bir çileyle kurgu üreten ve onun yayımlanmasını sağlayan hiç kimse ”beni okumasalar da olur” demez. Okunmamak, tutkulu bir yazar için yıkıcıdır. Ancak abartılmış okunma kaygısı metni değersizleştirir. Mesele bir çatlak yaratmak ve baştan çıkarılan değerli azınlığın o çatlaktan içeri sızmasını sağlamak…
M.F: Pekiyi sence o değerli azınlığı bulmak ne kadar mümkün? Özellikle dijitalleşmenin, ya-pay zekânın ve kolay sonuç almanın domine ettiği dünyada insanlar, sayfalar süren bir şiirsel metni okumaya vakit ayırır mı?
G.Y: Bu konuda ben de gittikçe karamsarlaşıyorum. Düşünmek ıskata çıkmış bir eylem gibi görünüyor ve düşünen insanlar da nostaljik birer kalıntı misali… Ancak bu karamsar gerçekçiliğin yükü çok ağır ve bundan kurtulmak için ümit etmekten başka çaremiz yok. Öte yandan ya yaşamın amacı; hız, az efor sarf etmek ve basite indirgemekse? O hâlde yaşam kendi dengesini buluyor demektir. Düşünen insanlarsa hantallıkta ısrar eden ve bundan menfaat amacı güden bencil kişilerdir belki de. Tabii ki buna ben de dahilim.
M.F: Pekiyi öyle mi sence? Yaşamın amacı hız, az efor sarf etmek ve basite indirgemek mi?
G.Y: Açıkçası ben yaşamın ”hayatta kalmak” dışında objektif bir amacının olduğunu gösteren bir emareye denk gelemedim. Varsayımsal konuşuyorum yani. Bir seri katilin öldürme eylemiyle bir şairin şiir yazma eylemi arasındaki farkı subjektif normlar belirliyor.
M.F: Bu çok üst perdeden bir nihilist yaklaşım olmadı mı? Senin hayata bakış açının genel itibariyle bu şekilde olduğunu düşünmüyorum.
G.Y: Benim subjektif normlarım fazlasıyla idealisttir. Vicdan temelli bir yaşama inanırım ve üretmeyi bir ibadet gibi görürüm. Kastettiğim nihilist süregeliş; yaşamın doğasında mevcut, şahsi tutumum değil.
M.F: Biraz da dil üzerine konuşalım istersen. Ürettiğin metinlere baktığımda Türkçeyi deney-sel bir yaklaşımla ele aldığını görüyorum. Bu, şiir yazdığın dönemlerde de böyleydi fakat ”İz Sürenler Vardiyası”nda iyiden iyiye kendini göstermiş. Bu konu hakkında neler söylemek is-tersin?
G.Y: Ben, dil arkeoloğu olmaya çalışan bir yazarım. Yalın Türkçe, Beyaz Türkçe ya da Dil Devrimi sonrası Türkçe gibi tasniflemelerim yoktur. Türkçenin iletişim gereci olarak kullanıldığı bütün dönemler benim ilgi alanıma girer ve yazma esnasında; dili, kazı çalışması yaparmışçasına irdelerim. Bazen tek bir kelime için aylarca beklediğim olur.
M.F: Bu tercihin, romanlarını zor okunur hâle getirmesinden çekinmiyor musun? Bazı parag-raflarında ”Eski Türkçe” kullanımın hayli yoğunlaşıyor. Sence bu, okuyucunun metinle olan bağını zayıflatmaz mı?
G.Y: Bu tutum artık benim poetikam hâlini aldı. Gökmen Yener kitabı okuyan kişinin, bu üslubu alışıldık bulacağı zamanları iple çekiyorum.
M.F: Daha sade ve çağa uygun Türkçeyle yazan yazarlar karşısında kendini dezavantajlı hissetmiyor musun?
G.Y: Popülarite ve hızlı anlaşılma bakımından evet ancak nitelikli olmak ve kalıcılık bakımın-dan hayır. Anlaşılmam durumunda benim daha kadim bir yerim olacaktır. Bir de ”Çağdaş Türkçe”yle fazlasıyla tezat düşen bir dilimin olduğunu düşünmüyorum.
M.F: Anlaşılmak demişken sormak isterim; sen anlaşılmayı isteyen bir yazar mısın yoksa bu yükü okuyucuların üzerine atan postmodern bir tutumun mu var?
G.Y: Postmodern olarak nitelendirilebilecek bir yazarım. Ancak okuyucunun sırtına, anlama yükünü yüklemek kulağıma pek hoş gelmiyor. Seçtiğim temalardan ve dili kullanış tarzımdan dolayı İstemeden de olsa bunu yapıyor olabilirim.
M.F: Son olarak, yazma aşamasında olduğun yeni bir kitabın var mı? Eğer varsa irdeleyeceğin meseleler nelerdir?
G.Y: Evet. Henüz ”İz Sürenler Vardiyası” yayımlanmadan evvel yazmaya başladığım ve hayli ilerlediğim yeni bir romanım var. Onun da temel meselesi ”Zaman.” Zaman sanırım beni bir süre daha şaşırtacak, şok edece ve endişelendirecek.


Bir Cevap Bırakın