Distopya, hiç istisnasız günümüzün en gözde anlatım formu.
Holywood’dan Netflix gibi platformlara neredeyse olmazsa olmazı. Buna milyonlarca gencin takip ettiği, fanı olduğu anime, manga sektörünü eklemek de gerekiyor. Artık gündelik dilimizin parçası olmuş ütopya kavramını, yani Yunanca-Latince kökenli Olmayan Yer’i 15. yüzyılda kitabına Ütopya ismini veren düşünür, siyasetçi Thomas More borçluyuz. Ütopya katı kuralları olsa da, bir ada üzerinden düşünülen bir bolluğu, mutluluğu ve eşitliği vurguluyordu her şeyden önce. Elbette faturası biraz sıkıcılık ve rutinlik olsa da insanlığın en büyük kazanımlarından biri oldu bu düş.
Arkası sökün etti Campenella’nın Güneş Ülkesi’nden Bacon’un Yeni Atlantis’ine onlarca örnekle. İlk örneklerde ütopya denizle sınırlanmış bir adayla kopmaz bağa sahipti. Sanki hayatın şiddeti, eşitsizliği ve karmaşasından uzak bir ülke hayal etmek dört tarafı denizle çevrili bir ada gerektiriyordu. Eski, yaşlı anakaradan radikal bir kopuş… Ütopya kavramı 1789 Fransız Devrimi sonrası somut bir siyasi anlam kazandı. Artık salonların, meclislerin, gizli örgüt toplantılarının en çok kullanılan kavramlarından biriydi, aynı dönemde yaygınlaşan ideoloji kavramıyla birlikte.
Endüstri devrimini arkasına alan krizli 19, yüzyıla geldiğinde ise ütopya düşünülebilirin ötesinde Makine ile ivmelenmiş gerçekleştirilebilir bir dünyaya dönüştü. Makina elbette herkes için aynı anlam ifade etmiyor, işlerini kaybetme korkusundaki binlerce kişi için Makine kırıcılığı yani Ludistleri de üretiyordu. Örneğin İngiliz Robert Owen 5.000 kişiden oluşan işçi ve ailelerini ikna ederek, bütün malını mülkünü de satarak ve ailesini de yanına alarak Amerika’ya göç etmiş ve 1825 yılında Indiana Eyaleti’nde “New Harmony” (Yeni Uyum) adında eşitlikçi bir komün bile kuruvermişti. Owen’dan Saint Simon ve Marx’a ütopya varolanın ötesindeki yeni bir dünyayı muştuluyordu artık. Ütopya somut bir çağrıya dönüşmüş Avrupa sokaklarında ve barikatlarında yankılanır olmuştu.
Fakat gerek 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’nın makinalaşmış yıkımı, ki ilk hava saldırısını üretmiştir; makinaları da iyimserlikle kucaklayan ütopya kavramının saygınlığını ciddi oranda sarsacaktır. Artık makinalar, bürokratik devletler ve en önemlisi de bilim korktucu hale gelivermişti. Gelecek korkutucu hale gelmişti. İşte ilk dünya savaşından daha da korkutucu ve makineleşmiş olan ikincisine uzanan yıkımlarla dolu yıllar artık ütopyadan çok “gelecek kötü” anlamına gelen distopya düşüncesine evrilecektir. Buradaki en önemli anlatım kipi ise neredeyse distopyayla beraber çalışan bilimkurgu edebiyatı ve daha sonrasında sineması olacaktır.
Bilimkurgu edebiyatının tarihini genelde 1816’da yazılmış Mary Wollstonecraft Shelley’in yazdığı Frankenstein ile başlatmak adettendir. Bugün bir külte dönüşen, maalesef kadın yazarını da unutturan Frankenstein, kontrolden çıkmış teknolojiye dönük korkunun cisimleşmiş hali olarak daha sonraki örnekleri etkilemişti. Bugün bilimin kötü kullanımı, robotlar, Siborglar türün vazgeçilmezi olarak bu ilk örneğin anısını taşıyorlar yüzlerce örnekle. Arkasından Jules Verne’nin muhteşem romanlarıyla başka bir maceraya sıçrandı. Denizaltılar, ıssız adalar, yeni makinalar, icatlar, delirmiş, inzivaya çekişmiş bilim insanları ve en önemlisi Ay’a Yolculuk gibi hayalgücümüzü tahrik eden örnekler verdi Jules Verne.
Edebiyatın ötesinde Frits Lang’ın işçilerin hissiz robotlara dönüştüğü 1927 tarihli Metropolis filmi, Melies’in öncü 1902 tarihli Aya Yolculuk filmini saymazsak, bilimkurgu sinemasının ilk örneği oldu. 1930’lara gelindiğinde ise Aldous Huxley’un “Cesur Dünyası” bizi geleceğe fırlatıyor, daha sonra Georg Orwel’in 1984 romanı karamsar, ve otoriter bir gelecekle yüzleştiriyordu. Tektipleşme, denetim, makinalar ve hijyen bir mekana kapanmanın korkusunu yaşıyorduk. Arkasından Arthur C. Clarke ve Asimov’un, Sovyet coğrafyasından Stanislaw Lem’in muhteşem romanları sökün ediverdi. Sadece edebiyat değil tabii; 1945 sonrası çizgiroman ve ucuz dergilerin (pulp) taşıdığı ve daha sonra sinemanın bir türe dönüştüreceği bir bilimkurgu-distopya patlaması yaşadık. Marslılar geliyordu! Orson Welles’in 1938’de bir radyo programında izleyicileri şoke eden şakası gibi. İşgal başlamıştı… Elbette bu Marslılar çizgiromanlara ve Süper Kahraman (Kaptan Amerika) söylemine sirayet eden bir komünizm korkusunu da taşıyordu.
1960’lardan 1980’lere giden süreçte bilimkurgu sinemada destansı-epik bir anlayışı da başlattı. 1968 tarihli distopik Maymunlar Cehennemi, 1974 tarihli Star Wars ve en önemlisi de distopyanın sinemadaki ilk örneklerinden olan 1979 tarihli Mad Max ve Alien sarsıcı bir gelenek oluşturdu. Uzay Yolu’ndan Galaktika’ya uzanan ve daha sonrası sinemaya transfer olacak TV dizilerini saymıyorum bile. Arkasından 1984 tarihli Terminatör filmi geldi ve sonra 1999 yılında Matrix furyası. 2000’ler ise özellikle sinemada distopyanın ve bilimkurgunun altınçağına dönüştü ve hala da o dönemin içindeyiz. Distopya ve kıyametçi (apokaliptik) anlatıdaki asıl patlama 11 Eylül 2001 sonrası oldu. Dünyalar savaşından felaket filmlerine onlarca film ve roman sökün etti. Sinemanın kült filmlerinin yeniden çevrimiyle de yükselişe geçen bir eğilimdi.
Bugün filmlerin ötesinde milyonlarca izleyiciye ulaşan Netflix yapımları gibi dizilerde, Japon animelerinde insanlık “geleceğin kötü” olduğu, yıkılmış kentleriyle, çöle dönmüş mekanları ve makine enkazlarıyla karamsar bir dünyayı izlemekten ve okumaktan estetik haz alıyor.
Bir Cevap Bırakın