Kadın doğasını en iyi anlamış yönetmenler, dünya sineması odağından bakacak olursak, Bergman, Cassevetes ve Kieslowski bence. Daha doğrusu kadının içsel doğası üzerine yeterince düşünmüş. Bergman’ın Güz Sonatı’nı anmadan geçmeyelim burada. Ve de Sessizlik filmini.
Cassevetes’in Etki Altında Bir Kadın filmi “bir kadın niçin delirir,” sorusunun yanıtını toplumsal bir fonda yanıtlamayı başaran bir film. Psikoloji ile Sosyoloji arasındaki akışı gözle görülür kılmış. Kapitalist sistemin çıldırttığı kadın… Özünün bozulma tehlikesine karşı, kabuğunun zedelenmesine karşı, aşkın, insan onurunun korunmasına karşı kadının giriştiği kendince mücadele… Çocukları ile kurduğu bağ muhteşem. Ev insanı. Evin içinde, eşiyle ve çocukları ile, üzerinde başkalarının bakışlarını hissetmiyorken çok mutlu.
Açılış Gecesi’nde kadının yaşlılık krizini, oynadığı yaşlı kadın rolü üzerinden anlatır Cassavates. Daha sonra Aronowski’nin Siyah Kuğu filmindekine benzer rol-kimlik çatışmasını görürüz. Hem oyunculuk hakkında, hem de kadın doğası hakkında çok şey söyleyen, muhteşem bir film.
Kadının kararlığının, mücadelesinin, kendini kabul sürecinin, sistemle çatışmasının ve her şeye rağmen kazandığının gösterildiği filmleri seviyorum. Çünkü örnek oluyor. Vazgeçme diyor. Yalnız değilsin diyor ve bir iç birlik sağlıyor. Günümüz filmlerinden ilk aklıma gelenler; Küçük Anne, Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, Karanlık Kız, Spencer filmleri…
Krzyzstof Kieslowski’nin “Veronikanın İkili Yaşamı” filmi de kadının iç dünyasını ve toplumsal varoluşunu, en iyi hissettiren filmlerden biri. Felsefi derinliği olan bir film. Aşkla bir olduğunu ikiliğin bittiğini hissettiği an, erkek cennetten kovuluşa gönderme yapar gibi yeniden kadına iki ayrı kişi olduğunu gösteriyor. Kukla tiyatrosu için kadının birbirinin benzeri iki kuklasını yapıyor. Neden iki tane, dediğinde kadın, teknik bir açıklama yapıyor. Aşk var mı? Gerçekte sevdiğimiz bir araya getirmeye çalıştığımız kendimiz miyiz? Sorusu öylece duruyor.
Jung’un gölge arketipini ve Bergman’ın Sessizlik filmindeki aynalamayı hatırlatıyor. Gerçekte sevdiğimiz şey ruhumuzun gizem, bilgi ve sanatla yüceltilmesi mi? Kadının nesneleşmesi, erkek tarafından nesneleştirilmesi, romanına deney malzemesi yahut oyununa kukla oluşu sürekli erkeğin kadına rol biçmesi estetik bir biçimde filmde güzel anlatılıyor.
Aynı zamanda filmin felsefi derinliği şu; bir oyuncu olan İrene ile Veronika karakteri arasındaki ilişki… Bu ikililik, bir olma arzusuna dikkat çekiyor. Olmak istediğimiz imge. Bozulmamış doğa. Her şeyin bu birliğin içindeki iyilik olduğu…
Belki hangisinin hangisi olduğunu yönetmen bilerek ayırt etmemizi zorlaştırmış. Belki tek bir kişinin kendini bulma uğraşı içindeki teyzesi ve babasının evinde geçen iki yaşamı. Belki… Hep, belki atmosferinde şiirsel bir estetik. Veronika’nın şarkıyı söylerken, sanki tüm ruhunu az az akıtmış gibi ölmesi büyüleyici. Gerçekte üstün yetenekler karşısında ne hissederiz?
Sanat ve hayat, imge ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi kadınlık odağında irdeleyen Cassevetes’in Açılış gecesi de benzer bir ikiliğe dikkat çekiyor. Niçin aşık oluyoruz? Bir olmak istiyoruz. Kavuşmak, bütünleşmek, iyiliği hissetmek istiyoruz. Niçin sanat yapıyoruz? Değmek, dokunmak, bir olduğumuzu, birleştiğimizi bütün olduğumuzu göstermek istiyoruz… İnsanın ve doğanın bozulmadığı bir bütünlüğü,iyiliği, sevgiyi yaşamak ve yaşatmak istiyoruz…
Bir Cevap Bırakın