2000’ler Türk şiirinin biçem bilimsel öneminin ve keza içeriksel özgünlüğünün, çoğu zaman toplumsal olan ile yakın bağlantısında modernist-imgesel olan ile paylaştığı dikiş noktasında yattığı gözlemlenmiştir. Fakat bu yakınlık, aslında oldukça iyi bilinen gerçeğin imgelere dönüştürülmesi, zamanın sonsuz bir şimdiler dizisi içinde parçalanması gibi tehlikeler göstermektedir. Sözcük enflasyonunun ve artan yeni eleştiri talebinin, yeni şiirsel biçemin doğduğu bir uzamı kullanıma sunduğunu ileri sürmek mantıksız gibi görünmemektedir. O hâlde bu tür çözümleme, Ahmet Telli şiirlerindeki kavramsal soyutlamadan önce gelen anlam dinamiklerini konuşlandırarak ussal ve ussal olmayan arasındaki eski karşıtlığı ve bunun üzerine temellendirilen tüm uydu, karşıt ilkele karşı uygar, kadına karşı erkek, Doğu’ya karşı Batı etkili şekilde nötrleştirilmektedir. Burada vardığım sonuç, Ahmet Telli şiirinin eleştirel değerine ilişkin dilin yazı olduğudur. Dilde hem anlamın olanağı vardır hem de aynı anda anlamın ele geçirilemezliği. Bu ikili süreç, dilin kendinde içkindir. Ahmet Telli şiirinin sonuçlandırıcı değilse de yıkıcı bir tonda sona ermesi, şaşırtıcı olmuyor. Şairin, “Dövüşen Anlatsın” adlı şiirini okuyalım birlikte:
“Elimizde acının kehribar tesbihi
ki kayıp durmakta parmaklarımızdan
Ey şair
yine bölük pörçük anlattın
yine eksik bıraktın bir şeyleri
gün devrilmekte ama sen
tutmamışsın acımızın çetelesini
Sen sus artık, bize bundan sonrasını
dövüşen anlatsın”
Geleceğe yönelik bir kehanet var bu dizelerde. Ama gelecek hep eskinin öyküsünü taşıyor. Yeri gelmişken belirtmeliyim; her şey birbirinin karşısına çıkmakta, birbiriyle çelişmektedir. Umutlar ve umutsuzluklar, mutluluklar ve mutsuzluklar, aydınlıklar ve karanlıklar, sanki sonsuz ve çelişkin bir birliktelik içindedirler. Hem devrimci teorinin temel vurgusu da ‘çelişki’ ilkesi üzerinedir. Şimdi, aşağıdaki şiirin ilk dizesine bir bakalım. Şair, “elimizde acının kehribar tesbihi” derken bir gün aynı anda herkes ‘acı’ çekerse ne olur gibi bir soruyla ve bugün insanlığın içine düştüğü, âdeta uzlaşılmış bir çeşit ‘acı çekmeyi’ hatırlatan ‘cezaevi’ metaforu ile insanın kendisi için kurduğu dünyada “düzen ne, kaos ne?” gibi sorulara yanıt arayıp bir çok kavramı yeniden gözden geçirmeye çağırıyor insanlığı. Burada takınılan benlik; kendine özgü, bağımsız, kendi kendini cezalandıran bir benliktir.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. “Bekle Beni” adlı şiirin II. bölümünden birkaç dizeye bakalım şimdi:
“Mapusane türküleri
hüzünlüdür biraz
belki her dinleyişinde
yüreğin burkulmakta
için sızlamaktadır
Ama acılara alışılmaz
birşeyler var değişecek
birşeyler var
değiştirmemiz gereken
önce acılardan başlanacak
Beş on yıl dediğin
pek kolay geçmeyebilir
üstelik bu savaş
bu kahredici kıyım
bitmeyebilir daha uzun süre
Ama sen sahip çıkarak
yaşama ve sevince
bekle beni küçüğüm
acılar bitecek bir gün
sevgiler çiçek açacak
Mapusane türküleri
hüzünlüyse de biraz
yüreğin burkulmasın
için sızlamasın sakın
ve bekle beni küçüğüm”
Şair, “ama acılara alışılmaz/ birşeyler var değişecek/ birşeyler var/ değiştirmemiz gereken/ önce acılardan başlanacak” dizesinde hem görmek hem görülmek istiyor. Görüntü ile bu tutkulu ilişki olmasaydı neye benzerdi insanlık mirası? Genellikle fazla geleneksel olan 2000’ler şiiri için Ahmet Telli’nin bu şiirleri, hâlâ yeni bir soluk olmaya devam ediyor.
Octavio Paz diyor ki: “Anlamdan kaçabilmenin olanaksız olduğunu söylemek, tüm yapıtları sanatsal ve teknik tarihin eşitleyici evrenine sokmaya benzer. Tarihsel olmayan bir ‘anlam’ bulabilir miyiz? Ne yapıtların kendilerini oluşturan araçları ne de anlamları insanı aşamazlar. Onların tümü somut insana yönelen “işte bu yüzden” ve “oraya doğru”lardır ve insan da ancak ve ancak kesin tarih içinde anlam kazanabilir. Ahlak, felsefe, töreler, sanat kısaca veri, bir dönemin belgelerini oluşturan her şey birlikte biçem dediğimiz kavramı oluştururlar. Her biçem tarihseldir ve en basit araçlardan en ilgisiz yapıtlara kadar bir dönemin bütün ürünleri tarihin, yani biçemin içinde gelişir. Fakat bu ortak noktalar ve benzerlikler bazı farklılıkları gizlerler. Biçem yardımıyla bir şiiri bir risaleden, bir tabloyu eğitici bir resim baskısından, bir mobilyayı bir heykelden ayırt edebiliriz. Bu ayırt edici unsur şiirselliktir. Şiirsellik tek başına yaratışla biçem, sanat yapıtıyla sıradan bir ürün arasındaki farkları bize gösterebilir”.
Bu bağlamda biçem bilimsel inceleme yapmak, şiiri tematik olarak da daha kolay çözümlemeye ve anlamaya yardımcı olacaktır. Yaşayan, somut bir sosyo-kültürel ve ideolojik bir varlık olarak arzu edilen çoksesli-konvansiyonelleşmiş olan bireysel bilincin tematik bakımdan söylemine karşıt bir düşünce olarak ‘dil’, ‘biçem’ için şair ile okuru arasındaki sınırda yatar. Dildeki söz, yarı yarıya okura aittir. Söz, sadece okuyucu söze kendi vurgusunu yerleştirdiği ve kendi anlamsal niyetine göre uyarladığı zaman şaire ait hâle gelir. Bu uyarlama anından önce okurun ağzında, okurun bağlamında, okurun niyetine hizmet ederek varlığını sürdürmektedir. Şair, sözü buradan almalı ve kendisinin yapmalıdır. Bu, biçem bilimselliğin içeriğine girmek yerine, temel yaklaşımlarını açıklamak önemlidir. Bu nedenle de biçem bilimsellikte, şair ve okuru arasındaki ilişkide temel mantığı ortaya koyan dışsallıkların içselleştirilmesi yaklaşımına değinmek gerekiyor. Şimdi bunları söyledikten sonra daha derin bir soru var: biçem ve dil, tamamen görsel bir eylem midir? Evet, biçem ve dil, ‘yapmak’ ile oldukça ilgilidir. Dil ve biçemden söz ederken neredeyse hiçbir zaman ‘görmek’ten söz etmiyorum ama mutlaka ‘yapmak’tan söz ediyorum.
Dil ve şiirde ‘yapmak’ konusunda büyük bir heves vardır. Fakat ‘görme’ olmadan dilin nasıl var olabileceğini anlamak zor. Dil ve biçemde ‘yapmak’la hiç ilgisi olmayan, ‘görmek’ yönünden açıklanan birçok örnek de vardır. Ahmet Telli’nin şiirleri, güzel bir örnektir ve yapmanın görmeyi gerektirdiğini kesinlikle ispatlayabilir. Fakat sadece ‘bakmak’ bile yeni bir dil yaratır, dil gözlemsel hâle gelir. Bu durumda bellek ve ellerin yanı sıra, belki de gözler olmalı? Zaten ‘görmek’ten kaçınmamız pek mümkün değildir. Görmeye odaklanarak dilde olan biten her şeyi kapsarız fakat sadece ‘yapmaya’ odaklanırsak birçok şeyi dışarıda bırakmış oluruz. Yapıldıktan sonra nesneye ne olur? Şair, yapıtına bakarak gördüğü şey hakkında fikir değiştirebilir. Bu da yaptığı şeyi değiştirebilir. Dolayısıyla bence gözlemsel bileşen temeldir ve diğer her şey onu takip eder. Görme olmadan dil ve biçem ‘gözden kaybolur’. Bu nedenle yapılacak ilk iş, çözümlemeyi görsel hâle getirmektir. Çözümlemenin görsel yönü, dil ve biçemin merkezindedir. Peki, bu fikirler tematikliğin yaygınlığını nasıl etkiler? Şairin ortaya koyduğu görsel anlamıyla, biçem ve dil ile çözümlemeden tematikliğe nasıl geçilir? Şiirde işlenen temanın şiirin yazıldığı dönemle ve şairle ilişkisi var mıdır?
“Uğuldayan ve hep uğuldayan
bir orman kadar üşüyorum şimdi
yanlış rüzgârlar esiyor dallarımda
yanlış ve zehirli çiçekler açıyor
Kanımda kocaman gözleriyle bir çığlık
Su ve ses kadar beklediğim
ne kaldı geride, bilmiyorum
uzanıp uyumak istiyorum gölgeme
ve sarınmak o kocaman gözlerin
uğuldayan rüzgârlarına
Bir acıyı yaşarım ve zehrinden
çiçekler üretirim kömür karası
uçurum kadar bir yalnızlık
yaratırım kendime, atlarım
Anısı yoktur küçük rüzgârların
Yapraklarım yok artık kuşlarım yok
büsbütün viran oldu dağlarım
ezberimdeki türküler de savrulup gitti
ömrümün karşılığı kalmadı sesimde
sesimde yalnız ormanların gümbürtüsü
Yanlış, daha baştan yanlış
bir şiirdi bu, biliyorum
ve belki ömrümüzün yakın geçmişi
bu kadar doğruydu ancak, kimbilir
Kalbim unut bu şiiri”
Şairin yukarıda alıntıladığım “Kalbim Unut Bu Şiiri” başlıklı şiirinde, sorduğum soruların birkaç yönü var. Tematik biçemden pek hoşlanmıyorum. Çünkü biçemde olan bitenin sadece yüzeyini deşiyor. Tematik biçemin sorunu, şairi bir şeyleri bileşenlere ayırmaya ve bunları simgesel nesneler olarak görmeye zorlamasıdır. Okurun hoşuna gidebilecek bir şey üretmek için bu bileşenleri farklı şekillerde bir araya getiriyor şair. Ortaya bir kitap çıkıyor fakat içindeki bileşenler yüzünden ya da onu ürettiği şeyden bağımsız bir şekilde gördüğü için hoşuna gitmeyebiliyor.
Bu nedenle tematik biçem, Da Vinci’nin duvara fırlattığı renklerle dolu süngere benzer. Bir leke oluşur ve biçemci gelip bu lekeye bakar. Biçemin bu bölümüne süngerin fırlatılması dâhil olmayabilir. Tematik biçemde eksik olan da budur. Bence okur sıklıkla bunu atlıyor, bir yönüyle bu sadece sünger fırlatmadır! O, şiirde ne olduğunu görmek için hâlâ biçemciye gereksinim vardır ve bu çeşitli şekillerde bir araya getirilen şeylerle uyuşmayabilir.
Öyleyse şiirsel yapıyı meydana getiren dil ve biçem kaynaşmasından oluşan birimlerin tümünün birleştiği ‘anlam değeri’ni belirlemek, temayı bulmaktır. Doğru, tematik biçem simgesel bir girişimdir ve okurun bundan aldığı görsel hazzın dizelerin içinde gömülü olan şeylerle pek ilgisi yoktur. Bu anlamda dize, biçeme bakıldığında şairi heyecanlandıran şeyi gizlemektedir. O, süngerdir!
Öte yandan Ahmet Telli’nin, “günlerdir eski bir hüzünle çıkıyorum voltaya,” diye başlayan “Eski Bir Hüzünle” şiirini okuyalım. Bu şiirde gerekli yerlerde büyük harf kullanılmaması, noktalama işaretlerinin, parantezlerin farklı kullanımı ve belli kalıpların farklı yapılandırılması dikkat çekicidir. Bunun bir nedeni, şairin tutucu bir şiir geleneğini kırmak istemesidir. Başka bir koşutluk örneğini de ses bilgisel ve söz dizimsel düzeyde görmekteyim. Belli seslerin yinelenmesiyle şiirde belli aralıklarla yinelenen ikiden çok sesle yapılan uyak, ‘zengin uyak’ kullanılmaktadır:
“Günlerdir eski bir hüzünle çıkıyorum voltaya (1)
(kötüye işaret bu, üstelik yalnızlığa sığınıyorum) (2)
Unutup gitmişim ezberimdeki bütün şiirleri (3)
bulutlara bakıyorum uzun uzun, yalnız bulutlara (1)
O uzak kasaba akşamları düşerken aklıma (1)
tecrit’teki yine bir türkü tutturuyor (4)
Ey kalbim sana denk düşüyor bütün bu acılar (4)
acılar tek ve mutlak olan bir şeyi anlatıyor (4)
Yağmur kuşları geçiyor avludan sürü sürü (3)
dalların hışırtısını duyuyorum, üşütüyor beni (3)
Ötede, kentin üstünde bir şimşek çakıyor birden (5)
suretin yansıyor göğe ve her yağmur damlasına (1)
Uzak bir anı oluyor her şey, silikleşiyor (4)
ve alnım ateşler içinde, bir tutabilsen (5)
unutup gitmişim bütün türküleri artık (4)
(kötüye işaret bu, üstelik yalnız sana sığınıyorum) (2)
Kısa süren hastalıklar vardır ya, işte öyle (1)
geçip gidiyor akşama doğru hüzün bulutu (3)
resmini asıyorum ranzamın başucuna yine (1)
ve bir türkü tutturuyorum günün son çayında (1)
-Teslim olmayalım halilim kurşun atalım!” (2)
Şair, daha önce yazmış olduğu Yangın Yılları (1979) ve Su Çürüdü (1982) adlı kitaplarından Nida (2010) ve Bakışın Senin (2016) adlı kitaplarına evrilirken sadece kendisinin değil, toplumun kronikleşmiş bunalımının evrelerini yansıtıyor ve gerek biçem bilimsel gerekse içerik bilimsel düzlemde derin bir parçalanmayı nesnelleştiriyor. Şair için kökene bağlı kalış duygusunun, sonradan eleştirel bir bakışla değerlendirilmiş olsa bile kökene doğru bir iç yönelişin, önlenemez bir özlemin, yeni şiirsel değerler tarafından baskılanmış bir gizemin varlığını dışa vuran bir Nida adlı kitabı belki de söz konusu olan.
Yaygın anlayışa göre ‘körlük’ karanlığı, ‘görmek’ ise ışık ve aydınlıkla ilişkilendiriliyor. Ama ‘ışık’ her zaman gördüğümüz anlamına gelmiyor. Sadece yüzeye baktığımızda, yüzeyin ve ışıkların parlaklığı da ‘kör’ edebiliyor. Şair, “Savrulan Külleri Ömrümüzün” adlı şiirinde yüzeyin altına, aşikâr olanın dışındaki farklılıklara kapalı gözlerin körlüğü dururken fizyolojik olarak göremeyenlere ‘kör’ denmesinin, ne büyük bir haksızlık olduğuna dikkat çekiyor. Göz, sadece mekanik bir görme aracı olarak ‘göstermek’ ile kalmıyor; gördüğünü, imgeyi, benlik kılığında kendine mal etme özelliğine de sahip bu şiirde. Şimdi birkaç dize okuyalım:
“Harelenen sularda bir yanık kokusu
ve uzun boyunlu bir kızın gülümseyişi
Işık zamana bağlı zamansa onun
kocaman gözleridir artık
Anladım tarih de yazılmaz
bir aşkın sayfalarına düşmüyorsa gün
…
Ölümden şikâyeti yok ölüp gidenlerin
ama bir kızın kocaman gözlerinde yangınlar çıkıyor
Acılar dehşetli kinlendiriyor beni
Kabarıp duruyor içimde, kabarıp duran bir okyanus
yurdumu arıyorum batık bir tekne değilim
yurdumu arıyorum kızgın küller ortasında”
Özetle başlangıçta söylediğim şeye geri dönmek istiyorum. Ahmet Telli şiirindeki biçem bilimsellik ve çözümleme arasındaki ilişki nedir veya ne olmalıdır? ve Öncelikle çözümlemeyi görsel yapan nedir? sorusu, tüm girişimin merkezindeki meseleyi ifade ediyor.
Biçem bilimselliğin görsel bir şekilde yapılabileceği gösterilirse biçem bilimsellik ile çözümleme arasındaki ilişki hakkında az önce sorduğum soruyu yanıtlamış olurum. Görsel çözümleme ile sıradan çözümleme arasında bir fark olduğunu görebilmek için önce sıradan çözümlemeye bakılmalıdır. Buradaki, dilbilimdeki gramer ya da söz dizimidir. Fakat sözcükler bir araya geldiklerinde orijinal kimliklerini korurlar; yani bir aradayken bağımsızdırlar. Bu, sadece bir genellemedir. Oldukça doğal, çözümlemeyi açarak şiir ve biçem bilimselliği kapsamasını sağlayan bir genellemedir; belirsizliğe, şeylerin değişmesine başlamak için sözcük haznesi ya da simgelerin olmamasına yol verir.
Görsel anlamda çözümleme, bir sözcük hazinesine dayanmaz. İlk elleri, simgeleri ya da birimleri yoktur. Bunlar çözümleme sürecinde evrilirler, başlangıçta yoklardır. O hâlde biçem bilimsellik tamamıyla görsel bir eylemdir. Vurgulamak istediğim şeylerden biri, “biçem bilimsellik=çözümleme formülü” ve biçem bilimselliği çözümleme yönünden eleştirinin çözümlemeyi genişleterek zenginleştirdiğidir.
Bu hâliyle çözümleme, benim bugün bildiğim hiçbir tematik anlayışta bulunmayan şeyler yapabilir. Şeyler hakkında gözlerimizle düşünürüz. Benim en çok ilgimi çeken şey de biçem bilimsellikte görmenin bu merkezî rolüdür. Şairi yaratıcı yapan ve şairi insan yapan şeyin ne olduğuna ilişkin bir şey düşünülmek isteniyorsa bu biçem bilimsellik ve çözümlemedir derim. Bence Ahmet Telli şiirinin en önemli yönü budur.
OKUMA NOTLARI: Paz, Octavio: (1999), “Yalnızlık Dolambacı”, Çev: Bozkurt Güvenç, Can Yayınları, İstanbul, S: 238., Susam, Asuman: (2010), “Yangın Yılları’ndan Nida’ya Ahmet Telli Şiiri”, Everest Yayınları, İstanbul, S:173., Telli, Ahmet: Yangın Yılları (1979), Hüznün İsyan Olur (1979), Dövüşen Anlatsın (1980), Saklı Kalan (1981), Su Çürüdü (1982), Belki Yine Gelirim (1984), Çocuksun Sen (1994), Kalbim Unut Bu Şiiri – Seçmeler (1994), Barbar ve Şehla (2003), Nida (2010), Bakışın Senin (2016).