19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli bir gelişme hızı gösteren endüstri, dünya toplumlarını her alanda etkilemiş, yönetimleri bile kendi açısından şekillendirmeye başlamıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki dönem, “Endüstri Çağı” olarak adlandırılmıştır. Özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde endüstri kentlerinin oluşmaya başlaması ile toplumlarda gözlenen bunalımlar, aynı zamanda ilk endüstri hastalıklarının da nedenleri olmuşlardır. Bu bunalımlar, sanata da yansımış ekspresyonist ve sürrealist anlatımlar bu bunalımlar ile ilişkili olmuşlardır. Geçen yüzyılın ikinci yarısında, geleceğin kent atmosferleri oluşmaya başlamıştır. Pozitivizm, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış, hem materyalizme hizmet eden bilimsel çalışmaları, hem de tarih felsefesini kuvvetlendirerek yaratmış olduğu genel kanı ile maddeci endüstriyi savunmuştur. Pozitivizm, Yeni Platonculuk ve Alman İdealizmi gibi metafiziği merkezine alan felsefi akımlara karşı çıkmış karşı çıkmış bir öğreti olmuş, pozitif bilimlere göndermede bulunmuş ve metafiziği tamamen reddetmiştir.
Pozitivistler, modern dünyada ilerlemenin ancak metafiziği ortadan kaldırmakla mümkün olabileceğini savunmuşlardır. Bu bağlamda materyalizm ile benzer özellikler göstermişlerdir.
Bu materyalist anlayış, 19. yüzyılın endüstri kentlerinin doğmasına, hızlı bir şekilde işçi kitlelerinin fabrikaların çevrelerinde toplanmalarına neden olmuştur. Dolayısıyla aristokrasinin yaşamış olduğu eski monarşik dönem kentleri, nüfusları azalmış kasabalar haline dönüşmüştür. Endüstri kentlerine olan göçler kentlerin biçimlenmesinde önemli rol oynamış, Avrupa ve Amerika’da göç hareketlerinin en yoğun olduğu dönem ise 19. yüzyılın ikinci yarısı olmuştur. İlk endüstri kentleri, özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde hızlı bir gelişme göstermiş, yeni endüstri programları üretime ve ticarete dayandırılmıştır.
Orta ve Kuzey Avrupa ülkeleri arasında endüstrileşme rekabeti ve zenginlik yarışı başlamıştır. 19. yüzyılda gelişen liberalizmin hedefinin zenginleşme etrafında toplandığı bilinmektedir.
Endüstri ülkelerinin menfaatlerini koruyacak olan milliyetçi politikalar, bu dönemde güç kazanmaya başlamıştır. Endüstri toplumları bu büyük çıkar etkeni sayesinde propagandacı, plancı, gösterişçi olarak şekillenmeye başlamıştır.
Batı’nın gelişmiş ülkeleri, bilimsel çalışmalarını üretim alanına da aktararak endüstriyel teknolojilerine de gelişmesine öncülük etmişlerdir. Bu durum bilimin endüstriye bağlı olmasına ve endüstrinin yararlandığı bir konum haline girmesine yol açmıştır. Monarşik dönemlerdeki yönetimlerde akıl, din kurumu ile mutlak metafizik güçlere bağlanmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısı kendine özgü toplumsal bir ortama sahip olmaya başlamıştır. Monarşik dönem toplumlarının geleneklerinin değişim nedenleri inançların değişmesi ile ilgili olmuş, bu nedenle usta- çırak gelenekleri yüzyıllar boyu değişmez yöntemlerini sürdürmüşlerdir. Monarşi dönemlerinde sanat, aristokrasi ve din kurumları hizmetinde olmuştur.19.yüzyılda yüzyıllarca bağlı kılınan doğmalar kalıbı kırılmaya başlanmıştır. Endüstri toplumunda monarşik dönemlerden çok daha katı ve iş disiplini olan yaşam egemen olmuştur. Endüstri toplumunda, endüstriyel çalışmalar, toplum ve iş yaşamına yeni bir disiplin getirmekle birlikte, aldatıcı bir dinamizme yol açmıştır.
Bu nedenle, toplumda duygusuzlaşma, endüstri insanının belirgin karakteri olarak gelişmeye başlamıştır. Bu duygusuzlaşma, 20. yüzyıl sanatlarının oluşumunda önemli etkenlerden biri olmuştur.
Monarşik dönemin gelenek ve inançlarına bağlı olan el sanatları- zanaat disiplini, endüstri ile birlikte önemini yitirmiştir. Özellikle plastik sanatlarda toplum ve birey yaşamında etkisini gösteren bir duygusuzlaşma görülmüştür. Mimaride dikey konut sistemi ve onun kolektif yaşamı insan – doğa ilişkisini yok etmeye başlamıştır. Bilinçaltı dünyası, 19. yüzyılın sonlarından itibaren bilimsel çalışmalara konu olmuş, Sigmund Freud ‘dan sonra C. G. Jung da bu alanda çalışmalar yapmıştır. Tüm ruhsal bozuklukların aşağılık duygusuna bağlandığı görüşü, tıp için yeni bir ufuk açmış ve incelemelere konu olan duygu, genellikle gelişi güzel bir sebebe dayandırılmıştır. Bilim insanları bu duyguyu, endüstriyel ortamın insan üzerinde yarattığı etkilere bağlamışlardır.

Ruhsal bozukluklar üzerine, birey pasif ya da aktif olarak tepkili bulunmaktadır. C. G. Jung’un büyük keşfi “kolektif bilinç”tir. Jung, pozitif ve egemen kuvvetlerin bilinçaltından insanın bilincine, kalıtsal eğilimine etki ettiğini ifade etmiştir. Jung, bilinçaltında semboller dünyası oluştuğuna ve bu sembollerin bireyin içinde sessiz kaldıktan sonra dış yaşantı olarak ortaya çıktığına ve bunların sanatta, rüyalarda, özellikle mitlerde yeni biçimler altında görünürlük kazandığına inanmıştır. Bilinçaltının keşfi, çağımızın endüstrisi ve atom fiziği yanında ayrıca bir devrim olarak kabul edilmiştir.
19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın ilk çeyreği arasındaki sanatçılar için sosyal gerçekleri ön planda tutmak önem kazanmıştır. Bu dönemde sanatçı bilinçaltının derinliklerini anımsamalar ve rüya yorumları ile keşfetmeye başlamıştır. 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren hızla gelişme gösteren endüstri, insanoğlunu baskı altına almıştır.
Sanatçı, endüstriyel ortamda yitirdiği huzur ve mutluluğunu kendisine ait olan yeni keşfetmiş olduğu iç dünyasında aramaya başlamıştır. 1886’da Sigmund Freud’un psikanaliz ile ilgili görüşlerini açıklamasından kısa bir süre sonra, tüm dünyada geniş yankılar uyandıran keşfi, bilinçaltının bir mikro evren olduğunu kabul ettirmiştir. Bu görüş, bilinçaltı dünyasının fizik yapıyı etkilediği inancını göstermiştir. Ruhsal yaşamın subjektif dünyası, sonu olmayan ve yeni bir evren olarak gözlemlenmiştir. Freud, bilinçaltı dünyasının bilinmeyenini incelediği zaman, Gauguin, Van Gogh, Nabiler ve heykeltraş Rodin, çalışmalarına yeni başlamışlardır. Pozitivizmin yaşamdan yok etmek için çabaladığı lirizm, rüya, bu defa ters tepki görmüş, gerçekliği, resmi, materyalist edebiyatı, felsefeyi insan gözünde önemsiz kılmıştır.
Psikolojik iç dünyanın özellikle çocuk resimlerine de yansıdığı olan inanç, bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Bu ruhsal durum sebebiyle içe kapanış, heykel alanında Rodin’in yapıtlarında görülmüştür. Rodin’in eserlerinde anatomik yapının yoğunluğuna rağmen ruhsal bir dünya, içe kapanış hali yansımaktadır. Rodin’in “Düşünen Adam” (Le Penseur) (1882 alçı – 1904 bronz) yapıtındaki adalelerde bile belirtilen içe kapanıklık, ruhsal gerilimleri bütün açıklığı ile sergilemektedir. Barlach’ın yapıtlarında olduğu gibi tepkili insanlar görmek mümkün değildir. Aynı zamanda dış biçimin hedeflendiği figür güzelliği de görülmemektedir. Rodin’in heykellerinde içsel hayatın sıkıntıları, düşünen, içine kapanmış bir insanın vücudundaki kasılma ve gerginlikler anlatılmak istenmiştir.
Sanatçının diğer yapıtlarında da ruhsal gerginliğin fizik yapıya nasıl yansıdığını adalelerin nasıl çıkıntılar haline geldiğini görmek mümkündür. Rodin’in heykellerinde görülen düşünce hali, heykel sanatında ilk kez karşılaşılan bir durumdur. Rodin’deki madde iç dünyasının yansıdığı bir alandır, bu nedenle onun heykellerinin inanılmaz biçimlenişinde madde değil, iç yaşamının durumu, yani ruh, maddeleştirilmiş hale getirilmiştir. Sanatçıların içe kapanması durumu, o dönemin yaratıcı olan sanatçılarının başlıca özelliği olarak görülmüştür. Özellikle Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya, Japon ve Amerikan eski yerli halkları ile Avustralya, Afrika, Okyanus adalarında yaşamış olan ilkel topluluklar gibi halkların sanat ve etnografik eşyaları, 19.yüzyılda keşfedilip araştırılmaya, Batı sanat merkezlerinde bilimsel olarak sınıflandırılmaya ve müzelere konulmaya başlanmıştır.
20. yüzyılın ilk yarısında Batılı ressam ve heykeltraşlardan bazıları, Afrika, Avustralya, Malinezya gibi, hala varlıklarını sürdüren primitif halkların ürettikleri işlerde ilkel, ancak sağlam bir arkaizmin sağlıklı, anıtsal biçimlerini gözlemlemişlerdir. Bu heykellerdeki expresyonist anlatımlar, Post empresyonistleri, kübistleri ve ekspresyonist sanatçıları etkilemiştir. Picasso, Braque, Gauguin ve özellikle Kirchner, Müller ve Nolde gibi sanatçılar ile Brancusi gibi heykeltraşlar, bu ilkel ve kaba biçimli yapıtlarda basit arkaizmin anıtsal efsanevi biçimlemelerini gözlemlemişlerdir. Batılı sanatçılar rutin işçiliğin, gösteriş ve sahte parlaklığın sanatta bir değeri olmadığını ilkel biçimlemeli yapıtlardan anlamışlardır. Batılı ekspresyonist sanatçılar, endüstri ülkelerinin sanatta uğraştıkları sorunları çözmek için İlkel kavimlerin psikolojik tasvirlerini keşfetmişlerdir.
Ruhbilim çalışmalarının yapıldığı dönemlerde geleneksel optik biçim endişelerinin yerini psikolojik biçime terk ettikleri görülmüştür. Endüstri çağının kent yaşamının yarattığı toplumsal yapı değişikliklerinin olumsuz koşulları sonucu ortaya çıkan ruhsal birikimlerin sebep olduğu içe kapanış, sanatta post empresyonizm olarak ortaya çıkmıştır. Toplumda ve bireyde o tarihe kadar görülmemiş psikolojik patlamalar, bunalımlar gözlemlenmeye başlanmıştır. Ancak bu içe kapanma süreci sonrasında toplum ve bireydeki ruhsal birikimler yeni sanatsal anlatımlara da zemin hazırlamıştır. 19. yüzyılın son çeyreğinde sanattaki içe dönük anlatımları Nabiler ve Post- empresyonistler yansıtmışlardır. Nabiler, özellikle 1880 ile 1900 yılları arasında etkili olmuş, empresyonizm ve akademik sanattan sembolizm, soyut sanat ve diğer modernist hareketlere geçişte önemli rol oynamış, Fransız sanatçılardan oluşan bir gruptur. Endüstriyel yaşamın yarattığı sıkıntılar sonucu insanın kendi iç dünyasına kapanarak yaşamasına yüzyılın başında tepkiler doğmuştur. Bu tepki, insanın kendi iç dünyasına gömülerek yaşamasına, içine düştüğü bunalımlara karşı bir isyan olarak ortaya çıkmıştır.
Sanat yapıtına bir çığlık, kâbus gibi yeni konular ve biçimlemeler olarak yansımıştır. Bu durum, sanatta bir iç ruhsal ayaklanmanın anlatımı olmuştur. Ekspresyonist heykel sanatçısı Ernst Barlach’ın dediği gibi, “Dışa vuran insanın içinden geliyordu.” (Turani, 2011:97) Ekspresyonistler, Almanya’da yüzyılın başında bir tür çığlıklarının karşıtı olan çiğ renklerle kendilerini dile getirmişlerdir. Bu nedenle sanat artık bir içe kapanış olmaktan çıkmış, insanın içine attıklarının, patlamalarının anlatımları haline gelmiştir. Almanya, Belçika, İngiltere ve Fransa’da sanatçılar paletlerinin tüm renklerini özgürce tuvalete yansıtmışlardır.
Edouard Munch, Ernst Barlach, Kirchner gibi ekspresyonist sanatçılar, isyankar tepkileri ile yapıtlarını üretmişlerdir. Ekspresyonizm, insanın karşı karşıya kaldığı yeni yaşamın isyanını biçimlendiren bir sanat anlayışı olmuştur. Ekspresyonist sanatçılar, insanın iç dünyasındaki umutsuzluğu keşfetmişlerdir. Sanatçıların yapıtları, endüstri köleliğine ve onun katı kurallarına yüzyılın başındaki zevkten, estetik ve sanattan uzak, adi endüstri ürünü biçimlerine karşı bir başkaldırı niteliği taşımıştır. Ekspresyonistlerden sonra sürrealizm, insanın ruhsal bozukluklarını bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. Fransa’da “Vahşiler” anlamına gelen Fauves grubu da ekspresyonistler ile aynı eğilim içerisinde yapıtlarını üretmişlerdir. Bilinçaltının insanın ruhsal donanımlarının birikimiyle oluşması, her şeye karşı bir başkaldırma tutumunu ortaya çıkarması, biçimlerde karışıklık, renklerde karşıtlık, hoyratlık olarak kendini göstermiştir.
Bir Cevap Bırakın