Yaklaşık üç ay kadar önce 12 Temmuz’da, hayran olduğum video art sanatçısı Bill Viola’nın ölümünü duyurdu dünya medyası. O günden beri sanatçı hakkında yazı yazma isteğiyle kıvranıp duruyorum.
Onun eserlerinden bir kaçını izleme şansı bulmuş, yaratıcılığına ve büyüleyici ifade tarzına hayran kalmıştım. Aslında video art, çok da yakınlık duyduğum bir sanat dalı olmamıştı. Ta ki Viola’nın eserleriyle karşılaşana kadar… Viola’nın yaratıcı, duygu yüklü, büyüleyici işlerini görünce video art gözümde bir anda devleşmişti. Viola, boya ve fırça yerine kamera kullanarak ifade ediyordu kendini. Bir kez daha anladım ki, duygu ve düşüncelerinizi hangi yöntemle ifade ettiğinizden çok, özgünlüğünüz ve yaratıcılığınızdı önemli olan.
Sürekli izledim yaptıklarını ve izledikçe hayranlığım arttı. Ortaya koyduğu işleri takip ederken sanatçı hakkında okumalara da başladım.1951 yılında New York’ta doğan Viola, 1970’lerin başında video sanatıyla tanışmış. İlk büyük müze sergisini 1997 yılında Whitney Müzesi’nde gerçekleştirmiş. Eserleri o zamandan beri dünyanın dört bir yanındaki müze ve galerilerde sergilenmiş. New York Metropolitan Sanat Müzesi Koleksiyonuna giren ilk eseriyse “The Greeting” olmuş. Sanatının yanı sıra akademik alanda da çalışmalar yapan, birçok üniversitede ders veren ve sanat yazıları yayınlayan Viola, gerçekleştirdiği çalışmalarla video sanatının, çağdaş sanat içerisindeki yerinin sağlamlaşmasına katkı sağlamış, tanınmasında ve yaygınlaşmasında da rol oynamış. Bu süreçte çalışmaları karşılıksız kalmamış, pek çok ödüle layık görülmüş. 1995 yılında MacArthur Bursunu almış ve 2000 yılında Amerikan Sanatlar ve Bilimler Akademisi’ne seçilmiş olan Viola’nın, yaşarken kıymeti bilinen az sayıdaki sanatçıdan biri olması çok sevindirici tabi.
Bir sanat eserine bakar geçersiniz bazen, o an sizde hiçbir iz bırakmamıştır. Bazen de izler, izledikçe düşünür, derinleşir, etkilenirsiniz. Bill Viola’nın eserleri, izledikçe etkisi çoğalan işlerdendi. Doğum, ölüm, korku, his, algı gibi insana ve doğaya ait evrensel deneyimlere odaklanıyordu. Yavaş hareket, detaylı görüntüler, derinlikli kompozisyonlar kullanarak, izleyicileri, temel insan deneyimlerini hissetmeye ve düşünmeye yönlendiriyordu. İzledikçe kendi deneyimleriniz ve duygularınız üzerinde düşünmeye, onları keşfetmeye başlıyordunuz. Viola böylece, izleyicilerin bilinç seviyelerini genişletip, farklı bakış açıları kazanmalarına yardımcı oluyordu ve bu konuda çok başarılıydı. Ayrıca çok kanallı video yerleştirmeleri ve multimedya enstalasyonları da beni çok etkileyen işlerindendi. Bunlar izleyicilerin fiziksel olarak içine girip duygusal deneyim yaşayacağı çalışmalardı. Kullandığı sanatsal tekniklerle, insanı derin bir meditasyon ve içsel keşif sürecine sokuyor, yavaş çekim, durağan sahne ve anlar arasındaki geçişlerle büyüleyici bir düşünsel ve duygusal yolculuğa çıkarıyordu. Ünlü “The Passing” adlı eserinde, ölüm anını anbean kaydetmiş ve izleyicileri büyülemiş ve bu son evreyle yüzleştirerek düşündürmeye zorlamıştı. Su, ışık ve gölge gibi görsel unsurları kullanarak duyguları ve ruhsal halleri dışa vurmayı hedeflemiş olmalı diye düşünüyordum. Videolarını tekrar tekrar izliyor, etkisinden kurtulamıyordum.
Sanatçıyı araştırdıkça Zen felsefesinden, mistisizm ve doğu dinlerinden etkilenmiş olduğunu gördüm ama teknolojik yeniliklere açık olması ve bunları kullanma ustalığı sayesinde, video sanatını çağdaş sanatın ayrılmaz bir parçası haline getirebilmişti. Eserleriyle, disiplinlerarası bir yaklaşım sergileyerek görsel sanatlar, performans, müzik ve edebiyat gibi alanlarla da etkileşim kurmayı başarmıştı. Görüntüleri, saniyede birkaç kare hızında kaydederek, zamanın algılanması üzerinde oynamalar yapıyordu. Yavaş akış izleyiciyi videoyla bütünleştiriyor, derin düşüncelere yönlendiriyordu. Kimi yerde sahneleri uzun süreli çekimlerle kaydetmeyi tercih etmişti. Bu da izleyiciye, olayın ayrıntılarını inceleme fırsatı veriyordu. Ayrıca ışık ve gölgeyi kullanımı da çok etkileyiciydi. Viola, ışığı ve gölgeyi dini ikonografideki gibi sembolik bir şekilde kullanıyor; görüntülerle uyumlu, yüksek kaliteli sesle de bütünsel bir etki yaratıyordu. Viola’nın kullandığı vazgeçilmez unsurların başında hava, su, ateş, toprak gibi dört temel öğenin yer aldığını söylemek mümkün. Bu unsurlar insanın doğayla olan bağlantısını temsil eder, sembolik anlamları oldukça derindir ve sanatçının eserlerindeki felsefi ve metafiziksel mesajları güçlendirmek için kullanılmıştır.
Su, yaşamın, doğumun, değişimin, yeniden doğuşun sembolü, ruhun ve bilinçdışının derinliklerini temsil ederken aynı zamanda dini ikonografideki arınma ve kurtuluş temalarına da gönderme yapmaktadır. Ateş, ruhun, aydınlanmanın ve transformasyonun sembolü; duygu ve tutkuların, aynı zamanda yok oluşun ve ölümün temsilcisi, yüce ve metafiziksel olanı ifade ediyor. Toprak, madde ve bedenin sembolü; ölüm, yok oluş ve gömülmeyi temsil ediyor, insan varlığının köklerini ve kökenini gösteriyor. Hava, ruhun, zihnin ve enerjinin sembolü; soyut, ilahi ve evrensel olanı temsil ediyor, yaşam enerjisi ve nefes alma ile ilişkilendiriliyor. Viola, bu dört temel öğeyi kullanarak, insanın iç dünyasını, ruhsal dönüşümlerini ve evrenle olan bağlantılarını metaforik bir dille ifade etmeyi başarıyor. Bunların metaforik, sembolik anlamları, izleyicinin algılarını ve duygularını harekete geçiriyor. Burada en önemli şey yine yavaş hareket. Viola, bu unsurları yavaş çekim tekniği ile kaydediyor ve böylece, izleyicinin onları yavaş yavaş algılamasını, derinlemesine incelemesini sağlıyor. Örneğin, yüksek hızda düşen su damlacıklarını yavaş hareketle izlemek görsel bir meditasyon etkisi yaratıyor insan ruhunda. Doğal unsurların zengin görsel sunumu, izleyicinin dokunma, işitme ve koku duyularını da harekete geçiriyor. Suyun sesinin işitilmesi veya ateşin kızıllığının, yakıcılığının hissedilmesi insanı bütünüyle konunun içine dâhil ediyor. Suyun sesini duyduğunuzda huzur, ateşin yakıcılığını hissettiğinizde korku, acı ve telaş yaşıyorsunuz. Metafiziksel yansımalar, sembolik anlamlar; izleyiciyi, suyun yaşam ve dönüşüm, ateşin ruh ve aydınlanma, toprağın maddesellik ve varoluş, havanın zihin ve enerji etkisi üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Evrensel bağlantılarla da, izleyenin kendini evrene ve kozmik döngülere bağlı hissetmesine ve doğayla bütünleşmesine vurgu yapıyor. Hemen hemen tüm röportajlarını okuduğum Viola, The Art Newspaper’daki söyleşisinde, “Kamera tek bir şeye odaklanmış dar bir tüptür, onu bir lazer gibi, bir x – ışını gibi kullanarak odaklandığınız şeyden içeri girebilirsiniz.” diyor. Sırf bu sözü bile sanatçının her şeye ne kadar derin baktığının, görünenin arkasındakine odaklandığının göstergesi değil mi? Nitekim Salzburg Modern Sanat Müzesindeki sergisi için filozof Otto Neumaier’in yazdıkları bunu desteklemektedir; “Viola’nın birçok eseri, insan deneyiminin erişilmesi zor olan içsel alanına, ruhlarımızın en derinlerinde uyuyan ve hayatlarımızı bugün olduğu hale getiren şeye atıfta bulunur.”
Yine bir söyleşisinde “Doğam gereği her zaman, her şeyi yavaşlatmaya çalıştım. Böylece kendinizi, yaşarken, düşünürken, nefes alırken hissedebilirsiniz,” demiş. Paris Grand Palais’deki sergisi sırasında yapılan anket, ziyaretçilerin sergide ortalama iki buçuk saat geçirdiğini ortaya koymuş. Bir sanatçı için, insanları olayın içine katan ve bir sergide bu kadar uzun süre kalmalarını sağlayan işlerle onları yavaşlatmanın keyfi doyumsuz olmalı. Bir başka röportajında belirttiği, yine beni çok etkileyen söylemlerinden birini yazmadan geçemeyeceğim. Diyor ki; “farkında olduğum tek şey, benim için imgelerin temelde görsel olmadığıdır. Bir imgenin görsel kısmı buzdağının görünen kısmı gibidir. Sanat tarihçiler, kültür ve tarihe, zamana ve mekâna uzanan gizli yapıyı tanımlamak için bakarlar ve buzdağının görünen kısmından aşağı doğru çalışırlar.” Onun sergileri dünyada en fazla ziyaret edilen sergiler arasında olmuş daima. 2006’da Tokyo Mori Sanat Müzesindeki sergisi 340.000 den fazla ziyaretçi çekmiş. 2017’de Guggenheim Bilbao’daki retrospektif sergisi ise 710.995 ziyaretçi ile rekor kırmış. Sırf bu sayılar bile Viola’nın eserlerinin insanları nasıl etkilediğini anlamamız için yeterli olacaktır.
Viola’nın eserleri güzel, etkileyici ve zamansızdır. Sıra dışıdır, telaşla, koşturmaca içinde yaşarken fark edemediğimiz anları yavaşlatır. Sınırları yoktur, evrensel bir dille söyler söyleyeceklerini. Yaşama, insana ve doğaya bu kadar derin bakabilen bir sanatçının iç dünyasını merak ederek takip ettim hep. Bir şey olmalıydı, onu bu kadar yavaşlatan, bu kadar derinleştiren, bu kadar düşündüren, yaratıcılığını bu kadar güçlendiren bir şey olmalıydı geçmişinde. Yaşamını okudukça anladım ki eserlerinin çoğu çocukluğunda geçirdiği hayati tehlike ve ölümün ucundan dönme hikâyesine bir göndermeydi. Altı yaşındayken ailesiyle birlikte gittiği bir tatilde boğulma tehlikesi yaşamıştı, ama sonradan, bu acı ve korkutucu deneyimi hayatının en güzel anısıymış gibi anlatıyordu. Bütün röportajlarında o an sanki cennete gitmiş gibi bir hisse kapıldığından söz ediyordu. Sanatsal yaratı, acıyla baş etmek için bir yoldu elbette. İnsanın kendini tanıması, acıyla baş edebilme gücü ölçüsünde gerçekleşiyorsa Viola bunu başarmıştı. Bill Viola’nın yaratıcılığına ve çocukluğunda yaşadığı travmanın ondaki etkilerine bakılırsa, acının sanatı beslediği, sanatın da acıyı dindirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Bir Cevap Bırakın