Yazma Oyunu

Birinin bir hikâyesi varsa bir müddet sonra o sizi çekmeye başlar. Bir müddet sonra sezgileriniz bu yollu çalışır. O sese doğru yönelirsiniz. İçsel bir sesle biri, bir sokak tamircisine seslenir gibi, “hey yazar bizim şu şeye bakıver…” demiş gibi yazar, kendini bir şeyden içsel olarak sorumlu tuttuğunda, “neye bakıver?” sorusuyla iç dünyasında baş başa kalandır… Bu sorunun yanıtı, yazma çabasının nedenini belirler. Yazar her şeye bakabilendir; her şeyden sorumlu olan…

Niçin yazmak istiyoruz? Bana hep bir onarım, tamir etme, “yapıcı bir şekil verme”* işi gibi geldi yazmak. İnsan iyiliğe teşnedir, bir şeyleri düzeltme, onarma; yazma yapıcı bir eylem… Yazı “dokunmuş olan, bez, yaygı” anlamında kullanılır Ege’de… Anadolu’da toprağın adıdır yazı…(serili olanı, bozkırın sonsuzluğunu ifade etmek için belki de)

Aynı zamanda kaderdir yazı… Yazgı… Başı bürüyen, sıcaktan soğuktan koruyan, saçı derleyip toplayan, (yine serili olma anlamından kaynaklı belki de) beze de “yazma” denir. Yazma eyleminin biçimsel olarak iş olduğu çalışma mekânlarına eskiden “yazıhane” denilirdi. Yazının giderek kafa işi el işi olduğuna yaklaşıyoruz… Yazmak, en çok da gönül işi; yazımızın ilk çiçeklerini açtıran hevestir… Yaz bir mevsim olarak ortaya çıkıştır, yazı düşüncenin ortaya çıkışıdır.

Yazmak için bizi masa başına çeşitli nedenler çekebilir. Düşler, görüntüler, öfke sevinç, teşekkür… İnsanın içsel dünyası ancak başkalarının varlığı ile oluşur. İnsan kendi sınırlarını büyük fotoğrafın içinde görebilir. Öbür türlü varlığımız sonsuzluktur. Onu sınırlayacak hiçbir şey yoktur. Yazmak bir sınırlama işidir.

Yazarlıkla ilgili bilmemiz gereken en önemli şey bence şu; yazmak istiyorsak yazmalıyız. Yazma uğraşının teknik olarak içinde olmak yazar olunabileceği anlamına gelmez. Gerekli temel koşul hevestir, ama sonra emek, işçilik, disiplin gelir. Yazmak bir kâbus değil, şen bir bahçedir. O şen bahçeyi oluşturmak için kâbuslu yollara girmeye gerek yok. Varsa vardır. Yoksa yok. Olursa olur olmazsa olmaz. Yazmak doğası gereği hediyedir. Hırs hediye edilmez. Sait Faik “yazmasam delirecektim” diyor hani. Burada yazmanın bir varoluş biçimi oluşunu görüyoruz. Yaşamsal bir nedeni var. Doğal, kendinin farkında…

Persephone arkaya baktığı an geri dönemez. Yeryüzüne dönme hakkını kaybeder. Yazının kesintisiz soluğunu bir an bırakıp, başa dönüp yazdıklarınıza bakarsanız bir daha aynı büyülü güçte devam edemezsiniz. Bir heykeltıraş uğraşını kesip eserini nasıl yaptığına baktığı an gibi kesintiye uğramış bir şey ardır.. Belki kibirle, belki hırslar belki ataletle gelişen Öldürücü moladır. Araya belli belirsiz bir kopuş girer. Bütünün güzelliğini bozar. Persephone mitinde, ne de olsa kurtarılmış olmaktan duyulan güvenle, yengiyle arkasında bıraktığını düşündüğü hayatına bir bakış, geçmişi henüz geçmemiş kılar. Bu hayatta yapmayı planladığımız çoğu şeye şimdiden sahipmişiz gibi yaşamaya benzetilebilir. Henüz sahip olmadan sahipmiş gibi hissetmenin en büyük handikabı, gelecekte kazandığın bir şey üzerinden şimdiyi öldürmektir. Bu yazma meselesinde de böyle. Biraz dereyi görmeden paçaları sıvamamak gerektiğine benziyor. Belki de Persephone melankolik, nostaljik bir özlemle geriye bir bakıştı. Her iki yorum da şimdiyi olmakta olanı yok ediyor.

Havayı kucaklayan yazıyı da kucaklar. Yazmak sürekli ilham gelmesi ve sürekli yazmak değildir. Boş boş gezmek, hayata bakmak, doğayı, insanları incelemek… Hepsi yazının tezgâhları…

Yazdığınız bir şey tamamen gitti, kaydet tuşuna basmadınız, ya da kayboldu… Gidene üzülmemek, atmayı da bilebilmektir ki en önemlisi budur. En önemli kısmı belki de bu. Ne güzel bir şey gelmişti aklınıza, not almadınız, unuttunuz… Unutmak yazmak için içsel bir süzgeçtir. Gereksiz şeyler ayıklanıyor bu şekilde belki de… Özellikle yaş ilerledikten sonra yazmak bir sadeleşme biçimidir. Neleri almalıyım neler benimle devam etsin, neler kalsın? Neleri ardımda bırakmalıyım neler hiç hayata karışmasın?

Leskov’un Bitmeyen Ruble adlı bir öyküsü vardır. Orada bir rublesi olan bir çocuktan söz edilir. Bir ruble bitmez çünkü çocuk sadece gereken yerlere harcar, sadece gerekli şeyleri alır. Böyle yaptıkça her elini cebine attığında bir rublesinin orada durmakta olduğunu görür. İşte sözcükler bizim bitmeyen bir rublemiz gibi. Eğer tartımı ritmi iyi yaparsanız yazmak için hiç kıvranmazsınız. Her elinizi atışınızda, bakışınızda, her düşünüşünüzde zihninizde bir hikâye belirir. Çehov “sahnede bir silah varsa patlar,” der. Gerekmeyen hiçbir şeye kullanmayacaksanız yer vermeyin. Gerekmeyen her şeyi çıkarın.

Yürüyüş ile yazmak arasında doğrudan bir ilişki vardır çünkü yürüyüş zihni faaliyete geçirir. Yazmak için klavyenin üstünde giden parmakların soluğu ile kâğıdın üstünde giden kalemin soluğu ile adımların hızı aynıdır. Yazarken düşünür koordinatları kurar, yazmak için oturduğunuzda neredeyse oluşmuş bir şeyi temize çekersiniz. Sözcüklerin sonsuzluğuna, yazının sınırsızlığına yorgunluk ölçüsünde bir sınır çizer yürüyüş. Yürürken oluşan yazının en büyük gücü hareket haliyle, eylemle ortaya çıktığı için okuyanın da zihinsel faaliyetini en üst düzeye çıkarması, giderek ayağa kaldırması, neşelendirmesi, dans ettirmesi ya da öfkelendirmesi, hesap sormaya yönlendirmesi giderek sahnede bir oyundur çoğu kez bu. Dilin en doğrudan canlandığı yere sahneye götürür bir oyun metni olarak… Ayrıca yürürken kuşbakışı bakarız. İçimizin üzgünlük, sıkıntı haz her ne ise bataklığından çıkarız. Bu yüzden yürüyüş büyük yazının temelidir. İçsel bir soyunma ve asıl olana kavuşmak için bir sıçrama tahtası işlevi görür.

Müzik tıpkı ışık gibi, görüntü gibi yazının besi yeridir. Yazı müziği açıklar bazen. Bazen de müzik yazıyı itekler… Her iki şekilde bir ruhsal duygusal devinim olarak ilerleyen iki belik sayfalar arasında… Hangi satır hangi nota neredeyse bilir artık yazar. Öyle bir iç içe geçmişlik vardır. Gören gözler için bir biçim, duyan kulaklar için bir ruh sunar müzik. Ölçüyü sağlar, ritimle matematiğin sıkıcı aurasından uzaklaştırarak onun sağladığını sağlatmayı başarır. Yazının hesap kitap işi tarafını…

Soren Kierkegaard, Etik, Estetik Dengesi adlı kitabında, “…Bir kimse ancak seçmekten başka hiçbir yararlı seçeneği olmayacak bir tarzda kavşak noktasına getirilirse, doğru olanı seçer…” diyor. Bu çerçeveden bakınca yazarın uğraşının niçin çileli bir yolunun olduğu da anlaşılıyor gibi… Yazmak bir seçme işi çünkü. Her şey yolunda gidiyorsa hiçbir şey yazamazsınız. Yazmak sürekli bir seviye değişimi, eşik kırılması, düşmek, yükselmek, gene düşmek, gene yükselmek, giderek sürünmek, gene de ayakta kalmaya çalışmaktır… Rahat bir yaşam yazarlıkla pek uyuşmaz. Toplumun her kesiminden geniş bir yelpazede insanları tanıyabilmek için bir şekilde hayata değmeniz gerekir. Değmek, kendi küçük konfor alanından çıkmayı göze almaktır. Herkesi tanımak, onların işlerini eyleyişlerini öğrenmek, kendinizi onların yerine koymak, böylece onları bilebilmektir. Yazarlık dürüstlük mesleğidir. Üstünüze sinen tüm gözlemleri yine sahiplerine sözcüklerle geri veririsiniz. Aylak aylak dolaşmanın, iş güç arasında size sabır gösterilmesinin de bir bedeli vardır. Her şeyi öğrendiyseniz öyleyse toplumun önde gideni olmalısınız… Sabah gazetesini okumaya vakit ayıramayan işçinin önde gidesiniz; dolayısı ile zorlukları da ilk göğüsleyecek olan olacaksınız. Ufuk açıcı fikir verici, aydın… Okumaya, gezmeye, gözlemlemeye bol bol vakit ayırabiliyorsanız ki böyle yazar olunur, ancak yazar olmak demek bacak bacak üstüne atıp uzaktan gözleme, seyre, okumaya dalmak demek değildir. Hayata karışmak, her işi yapabilmek, geçimini bunlardan biriyle sağlayabilmek, üstüne yazabilmek demektir. İşte o zaman hakiki bir şey olur yazdıklarınız da çünkü gücünü yaşamdan, eylemden alıyordur. Eyleyen el her zaman doğru söyler. Yazarlık bir burjuva mesleği değildir. İşçi mesleğidir. Disiplin ve düzenli çalışma ister.

Yazar bir cerrahın titizliği ile çalışır. Cerahati boşaltır, yarayı temizler, hastayı iyileştirir düşüncelerle ve sözcüklerle…

Günümüzün en zor konularından biri de sanırım yazacağını nereye saklama meselesi… Yazı Hâkimiyeti konusu… Defterler mi dergiler mi sosyal medya mı dijital dergiler mi? Akıllı telefonlar mı? Derya deniz… Bu sonsuzluk da yine aynı zamanda yazı harman için sadece değerli olanı saklama anlamında gizli bir imkân sunuyor.

Metnin koordinatlarını diğer metinlerin varlığı belirler. Bu yüzden yazmak doğrudan okuma eyleminin kendisidir. Yazının mirasçıları yine yazılardır. Yazar öldüğünde birilerine ulaşan metinler yeni metinlere ulaşır giderek metinler kendi aralarında konuşur; metinler arasında somutlanmaya başlayan, gözle görülür bir heykeli sabitleme işinden başka bir şey kalmaz geriye neredeyse… Ve böylece yazmak güzeldir. Ve böylece yaşamın sonsuzluğu devam eder… Sözlerimi Robert Musil’in “Niteliksiz Adam” kitabını anarak bitirmek istiyorum. Ele avuca sığmadığı için. Tüketilemediği, yaşadığı ve bu haliyle hep yaşamaya devam edeceği için. Zihinsel bir yazı haritasının, türler arasında çarpıcı bir gezintinin ve en önemlisi tüketilemez bir yazı canlısının örneğini sunmuş olduğu için… Akla hayale gelmez şeyler onun yazı evreninde birleşir. Böylece kendine özgü olanı görürüz. Belki de yazmakla ortaya çıkan en önemli şeyi.

Yine Leskov’un “İnci Kolye” adlı öyküsünde yazmak üzerine şöyle bir bölüm vardır. “Artık insan o kadar çok seyahat ediyor ki üstelik hızlı ve rahat. Dolayısı ile çok da izlenim sahibi olamıyor. Olması için ne zamanı var ne da karşısında kimse. Eskiden at arabalarıyla yapılan yolculuklarda insanın edindiği gözlemler içinde bir pilav gibi demlenir, yazdığın zamanda yoğun bir şeyle çıkar ortaya… Şimdi ise demiryolunda al tabağını hiçbir şey sorma… Yemek mi zaman yok ki; tık tıktık…”

Eğer birine bir şey anlatmak istiyorsanız o içinizdeki raflara dizilidir. Sizde bitmiştir. Öyküyse anlatacağınız. Önce sizde bitmiş olması lazım. Yaşayan bir şey olabilmesi için. Yaşayan bir şeyin içinde vakit geçirmesi, ona tanış çıkması, aşina olması, ondan bir parça olması gerekir ki olan bir şeyi verebilelim. Öykünün rüya anlatmak gibi, anı anlatmak gibi sınırlı bir soluğu vardır. Rüyalarımıza ve anılarımıza her zaman hepsini hatırlayamasak da aşinayızdır. Burada en temel özellik çıkıyor karşımıza; içtenlik. İçten bir anlatıma sahip olabilmek için önce hikâyemizin içimizde yaşıyor olması gerekir. Olanı anlatabiliriz. En fantastik kurguda bile…

Siz boğulurken birinin size İngilizce dersi vermeye çalışması ne kadar saçmaysa, yazarlıkta da sıralama önemlidir. Nereden başlayacaksınız? İngilizce dersine gelinceye kadar yazınızı yaşar kılmanız, boğuluyorsa kurtarmalısınız. Yani iskeleti iyi kurmanız.

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.