Popüler kültür Nazizm’in karikatürize tasvirleriyle doludur. Hitler sanki kenarda bekliyormuşçasına bir oldu bitti olarak aniden ortaya çıkıyor. Tarihsel akışın bükülmesi, bir anda Weimar’ın çöküşü ve Stormtrooper’lar ile komünistlerin sokaklarda savaşması patlayıcı bir kontekst yaratmıştı. Bir sonraki adımda Hindenburg’un Adolf’a imparatorluğun anahtarlarını teslim etmesinden, görkemli meşaleli geçit törenlerinden, İradenin muhteşem Zaferinden ve arka planda İtzhak Perlman’ın kemanlarının kederli iniltilerinden konjonktür kırılmaları. Hitler, bir tür totaliter tanrı olarak adeta yeniden doğan bir Reich’ın üzerinde yükseliyordu. Nazi Partisi’nin Alman yaşamına tam hakimiyeti sayesinde hayat tüm boyutlarıyla onun kontrolü altına giriyordu. Elbette gerçekte işler, arenada aç aslanları yenen antik kahramanların onurlu zaferince yürümedi.
Hitler soykırımcı güçlerini elde etmeden önce, şimdi “yoğun milis çekişmeleri” diyebileceğimiz, refahın azalmasının ve sokaklarda şiddetin damgasını vurduğu bir fetret dönemi yaşandı. Sonunda Hitler, piyasa odaklı teknokratlardan, geleneksel muhafazakarlardan, askeri çıkar gruplarından ve kendi radikal etno-milliyetçilerinden oluşan cılız bir koalisyonu makul bir çıkar ortaklığıyla hükümette bir araya getirmeyi başarmıştı. Yeni hükümet gücünü pekiştiredursun, sert baskılara maruz kalan binlerce komünist ve sendikacı sonunda toplama kamplarına dönüşecek olan yerlere ilk gönderilenler arasında yer aldılar. Ve yine de bir süreliğine Almanların ezici çoğunluğunun yaşamı- kısa süreliğine de olsa Alman Yahudilerinin de- büyük ölçüde Weimar dönemindeki ‘normal’ rutiniyle devam etti. Ülkede açıkça yeni bir rejim vardı, ancak 1930’ların ortalarından sonlarına kadar Almanların çoğu, tıpkı 1920’lerde olduğu gibi sabahları kalkıp işlerine gitmeyi sürdürdüler. Dünyanın altüst olması şöyle dursun, sanki hiçbir şey olmamış gibi, birçok Alman için işler garip bir şekilde süreklilik gösteriyordu. Aslında süreklilik gösteren şey felaketler silsilesiydi. Ancak birkaç Alman için işler şaşırtıcı derecede daha iyi durumdaydı. Donald Trump, Marine Le Pen, Viktor Orbán, Narendra Modi ve Recep Tayyip Erdoğan gibi aşırı sağın demagoglarının küresel yükselişiyle birlikte “faşizm” herkesin diline pelesenk oldu. Fokurdayan suları soğutan konuşmalar, bu güçlü adamların veya kenarda fırsat kollayan yarı güçlü adamların 21. yüzyılın siyasi manzarası üzerinde yükselme olasılıkları etrafında dönmeye başladı. Hannah Arendt ve Theodor Adorno’nun fikirlerinin ikinci hatta üçüncü el sürümleri, Amerikan medya ortamına memnuniyetle eklenen bir katkı haline geldiler. Neredeyse herkes faşizmin ideolojisine ve psikolojisine derinden bağlı hale gelmişti. Yine de, havada faşizmle ilgili tüm bu konuşmalara rağmen, argümanlarımızı temellendirmek için ideolojik ve psikolojik çerçeveleri ne kadar kabul etmeye hazır olduğumuz dikkat çekiciydi. Sadece bir avuç insan, Nazi Almanya’sı gibi faşist toplumların hangi kontekstlerden doğduğunu, gerçekte nasıl işlediğini, nasıl inşa edildiğini ve onları çalıştıran muharriklerin ne olduğu hakkında konuşmak istiyordu.
Ancak zihnin ışıkları bu olgunun üstüne çevrildiğinde, kendine özgü “biricikliğiyle” bir ekonomik ve politik yapının çok daha keskin, net bir görüntüsünün ortaya çıktığı fark ediliyordu. Nazi Almanya’sında ekonomi tarihi bize, gelir dağılımında hızlı bir değişimin yaşandığını ve en tepedeki yüzde 0,1’lik kesimin milli gelirden çok büyük bir pay elde ederek yönetici bir seçkinler sınıfı olarak ortaya çıktığını gösteriyor. Bu oligarklar, Thomas Piketty’nin terimiyle, Nazi Almanya’sının günümüzün “süper yöneticilerine” karşılık gelen yeni elit sınıfıydı. Günümüzün neoliberal toplumu ve Nazi Almanya’sıyla kurulabilen bu paralellikler, her iki rejimdeki “süper yöneticiler” olgusunun aydınlatıcı ve sarsıcı sonuçlarıyla daha yakından incelenmesini gerektiriyor.
Behemoth: Nazizmin Ekonomi Politiği
Adorno ve Arendt gibi düşünürler Nazizm’e felsefenin merceğinden yaklaşma eğilimindeydiler. Öncelikle Nazilerin totaliterliğe dair iddiasını kabul ettiler; bütüncül ve birleşik bir toplumun parti ve liderle özdeşleşme yoluyla birbirine bağlandığı ve her şeyin gerçek bir ulusal topluluğun parçası olma bilinci olan “Volksgemeinschaft” aracılığıyla yürütüldüğü gerçeğini de kabul ettiler. Gerçeklik ise çok daha karmaşıktı. Adorno’nun meslektaşı Franz Neumann aynı soruları ekonomi politik ve hukuk açısından değerlendirdi. Neumann, kâr amacının ortadan kaldırıldığı ve üretimin tamamen devletin kontrolü altında olduğu “devlet kapitalizmi” ekonomisinden epey uzak olan bir ekonomi konseptiyle Nazizm döneminde iş dünyasına, özellikle de büyük kurumsal şirket çıkarlarına olağanüstü bir hareket alanı verildiğini gözlemlemişti. Bu şirketler tam bir serbestliğe sahip olmamakla birlikte büyük ticari çıkarları, daha önceki pek çok sosyal demokrat hükümetin kısıtlamalarından kurtulmuştu. Nazizm zamanında bağımsız işçi örgütleri acımasızca ezildi. Partinin ve ordunun ihtiyaç duyduğu gerekli mal ve hizmetleri ürettiği sürece şirketlerin, iş dünyasının devasa, kâr getiren tekellerine dönüşmesine izin verildi. Neumann, Nazizm’in günlük operasyonlarına ne kadar yakından baktıysa, Nazi Almanya’sının kelimenin geleneksel anlamında bir “devlet” olarak adlandırılabileceğine olan inancı da o kadar azalıyordu. Frankfurt Okulu’ndan meslektaşı Otto Kirchheimer ile birlikte, propagandanın ifade ettiğinin aksine, iktidarın, otoritenin ve sorumluluğun tamamen Lidere bağlı olmadığını, bunun yerine, kopuk ve irrasyonel bir sistem içerisinde kafa karıştırıcı bir şekilde değişik iktidar odakları arasına dağılmış olduğunu gözlemlediler. Ulusal-ırksal topluluğa dahil olan herkes “Führerprinzip” aracılığıyla sonunda aynı ideolojik hizaya gelip, ulusal ruhun öncüleri olarak çalıştıkları sektörde özerk, öz girişimciler olarak kendilerini geliştirecekti. Geriye hantal bir bürokrasinin boğduğu ve büyük bir kısmı hâlâ teknokratlarca yönetilen bir devlet kalmış ancak ağır sanayinin gelişmesine yine de öncelikli bir yer verilmişti. Toplum adeta, yer yer birbiriyle ittifak kuran yer yer rekabet eden derebeyliklere sahip sayısız “kanaat liderinin” egemenliği altındaydı. Parti ise, neredeyse her sektördeki bağlantılarını sürdüredursun, Nazizm’in olmazsa olmazı olan ırksal sorunlar konusundaki ideolojik monopolü elinde tutuyordu.
Geçen birkaç yıl boyunca, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nda teslim olmasıyla “ihanete uğradığını” hisseden silahlı kuvvetlerin hâlâ yaralı olan gururunu onaran ve ordu içinde bir iç güçler dengesi gözeten bir anlaşmanın imzalanması mümkün oldu. Hitler olmasına görevdeydi, ancak bu anlaşma, yine de bu sektörlerin kendi mini egemenliklerini korumaya yönelik kılı kırk yaran müzakereleri sonucunda gerçekleşmişti. Hitler bile hem ateşli destekçilerinin hem de katı eleştirmenlerinin ondan istediği egemen son karar alıcı pozisyonda değildi; Hitler’in ofisi daha çok çıkar dengelerinin gözetildiği arabulucu bir müzakereci odası gibiydi; ofis çoğu zaman birbiriyle çelişen pozisyonlar alıyor, bazen de çelişen pozisyonları başka bir yerdeki daha küçük bir lider tarafından çözülmek üzere geri gönderiyordu. Elbette “Führer” bir diktatördü, ama pek çok diktatör arasında onu ayrıcalıklı kılan şey; ne Nazi propagandacılarının uzun adımlarla ilerleyen devlerinin göklere çıkardığı şekliyle bir yeryüzü tanrısı olması ne de ahlakçı Batı popüler kültürünün mini bıyıklı kötülüğünün sembolü olması yüzündendi. Neumann, son analizinde, Nazi Almanya’sının aslında tanımlana gelen klasik anlamıyla bir devlet olmadığını fark etmişti. Neumann Nazi Almanya’sında, Hobbes’un İncil’deki Leviathan kavramsallaştırmasından çok uzakta, onun alternatif vizyonunu olan kara canavar Behemoth’un gürleyen dehşetini gördü. Hobbes için yeni devlet, Oliver Cromwell’in Yeni Model Ordusundan, ihtişamlı Parlamentodan ve Püriten iş adamlarından oluşan bir canavardı, ancak Hobbes’un analizinde açıkça dile getirilen, askeri, ekonomik ve hatta kısıtlayıcı cinsel gücün birbirinden kopuk bir birleşiminden oluşan iktidar matrisi, Britanya’daki anarşinin özüne ve İrlanda’nın mutlak yıkımına gönderme yapıyordu. Bu iktidar matrisi gücü bir hükümdar kültüne bağlarken, bireysel tebaanın güvenliği ve gelişmesi için kolektif olarak işleyen bir devletin mekanik vizyonundan hız alıyordu. Nazi yönetimi altındaki Alman Behemoth da benzer bir karışımdan doğan bir mitti. Bilindiği üzere Nazilere iktidar, geleneksel muhafazakarların, yeni aşırı sağ milliyetçilerin, ordunun ve en önemlisi iş dünyasının seçkinlerinin zımni oluruyla teslim edilmişti. İş dünyasının elitlerinden birçoğu, ilk etapta Hitler’i Başbakan atamak için Hindenburg’a kişisel olarak dilekçe vermek zorunda kalmıştı.
Karanlık Zamanlarda Kazançlar ve Kârlar
Ne Neumann (ne de Hobbes) yanlış anlaşılmamalıydı. “Behemoth” benzeri devasa korporatif bir yapı oldukça verimli olabilirdi. Üstelik Nazilerin haklardan mahrum bırakma, kölelik ve soykırım konusundaki verimliliği, hız ve titizlik açısından benzersizdi. Ancak böyle bir yapı işlevsel olarak devletin en temel mantığını altüst eden, farklı çıkar grupları arasında paylaşılan egemenlik sorununu gündeme getiriyordu. Bu paylaşılmış egemenlik ortamında, artan kârlar sadece kasanın yüzde birine gitmekle kalmadı, aynı zamanda farklı ekonomik ve sosyal sektörlerde yeni doğmakta olan bir yönetici sınıfının iktidarını da güçlendirdi. Çalışma koşullarına ilişkin iç düzenlemeler kaldırılırken, dış kotalar ve kalite kontrolleri uygulanmaya başlandı. Bu düzenlemeler, partinin, devletin ya da askerin taleplerini karşılayamayan küçük ve orta ölçekli firmaları piyasanın dışında bırakarak büyük şirketlerin tekelleşmesine katkıda bulundu. Bu da büyük Alman şirketlerinin iyi durumda olduğu anlamına geliyordu. Öyle ki, Naziler döneminde kârla ilgili tek gerçek kısıtlama, 1934’te temettülerde yüzde altı ila sekiz oranında uygulanan tavan orandı ve o zaman bile, bunun üstündeki fazlalık, şirket tarafından yalnızca borçlu olunan vergileri karşılayacak kısa vadeli devlet tahvillerine yönlendiriliyordu. Ancak Neumann’ın Nazi dönemindeki kârlarla ilgili olarak belirttiği gibi, kârlar temettülerle aynı şey değildi. Kâr, her şeyden önce maaşlar, ikramiyeler, özel hizmet komisyonlarının masrafları, aşırı değerlenmiş patentler, lisanslar, bağlantılar ve ulusal iyi niyet için ödenekler anlamına geliyordu. Bu kârların hepsi istisnasız “Üçüncü Reich”ın ‘süper yöneticilerine’ gitti. Bu süper yöneticilerin neredeyse hepsi erkekti ve bu eril klan Nazi toplumunun taşıyıcı kolonunu oluşturuyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasındaki yüksek enflasyon ve “Büyük Buhran”ın da etkisiyle daha da kötüleyen çöküş ve kaybın ardından, Almanya’da en tepedeki yüzde birin gelir payı, Weimar yıllarında nispeten normal seviyelere dönmeye başlamıştı. Ancak Naziler güçlerini pekiştirdikten sonra Bin Yıllık Reich’ın yüzde birlik kesiminin talihi gerçekten de yükselişe geçmişti. Bu durum özellikle en tepede yer alan yüzde 0,1’lik süper yöneticiler için geçerliydi. Bu süper yöneticilerin milli gelirden aldıkları pay 1930’da yüzde dördün biraz altındayken, İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde yeni Nazi düzeni altında neredeyse ikiye katlanacaktı. Buna karşılık, kabaca aynı dönemde, Amerika Birleşik Devletleri’nin en tepedeki yüzde 0,1’lik kesiminin kârları dalgalı ve hızlı bir düşüş yaşamıştı.
Bu oran 1930’dan önce yüzde sekizin üzerindeyken, II. Dünya Savaşı’nın ortasında yüzde dördün altına inmişti. Bu rakamlar, sermaye getirisi hariç, yalnızca emek gelirinin en yüksek payını ifade ediyordu. En yüksek gelir grubundaki Nazi dönemi Almanları için bu kadar ödüllendirici ve kârlı olan trend, Amerikalı emsalleriyle örtüşmüyordu. Bu sadece Amerika Birleşik Devletleri’ne özgü bir durum değildi; benzer eğilimler örneğin Fransa ve İsveç’te de gözlemleniyordu. Aslında neredeyse tüm gelişmiş ekonomilerde yeni bir “yönetici sınıf” ortaya çıkmış, ancak bu yönetici sınıfa, sosyal demokrasilerde ve hatta Sovyetler Birliği’nde yeni faşist toplumlara kıyasla, bir şekilde daha az önem atfedilip gözden kaçmıştı. Son 35 yılda, kendi “neoliberal” toplumumuz, Nazi Almanya’sı ile oldukça beklenmedik paralellikler geliştirdi. Thomas Piketty, “Yirmi Birinci Yüzyılda Sermaye” adlı ünlü eserinde çağdaş ekonomimizin tuhaf bir özelliğine dikkat çekti: Her ne kadar Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gelir eşitsizliği seviyeleri bugün 20. yüzyılın başındaki seviyelere benzer olsa da, yüksek gelirli kişilerin kâr elde etme biçiminde bir değişiklik meydana geldi. Piketty’nin argümanına göre, savaş sonrasından 1970’lerin ortalarına kadar olan dönemdeki büyük ekonomik büyüme, istikrar ve eşitlik, “Trente Glorieuses”ın (muhteşem Otuzlar), Dünya Savaşları sonrasında Kuzey Amerika’nın, Avrupa ve Japonya’daki artan üretimin pompaladığı sermaye transferinin ardından ortaya çıkan yeniden yapılanma tarihinin kendine has özelliğinden kaynaklanıyordu. Ancak genel eğilim, tarihsel olarak yüzde dört ila beş civarında sabit olan sermaye getirisinin ekonominin büyüme trendini aşması yönündeydi. Bunun, işçilere (ücretler) nispeten, yatırımcılara (sermaye geliri) daha yüksek bir ulusal gelir payı tahsis edilmesi gibi adaletsiz bölüşümsel bir sonucu vardı ve yavaş yavaş yüksek gelir ve servet eşitsizliğiyle karakterize edilen yeni tür bir neo-feodalizmin doğmasını yol açtı. Bu tür toplumlarda herhangi bir kariyer peşinde koşmak yerine servet sahibi biriyle evlenmek ekonomik açıdan daha mantıklıydı, çünkü gelir eşitsizlikleri öncelikle miras alınan servetten ve kârlar üzerinden sermaye getirisi elde etmenin önemli avantajından kaynaklanmaktaydı. Piketty’nin günümüz ekonomik durumuyla ilgili olarak gözlemlediği tuhaflık, son otuz yılda gelir eşitsizliğindeki kademeli artışın sermaye gelirindeki canlanmadan ziyade, “boş gezen aylak yeni zenginlerin” ücretlerindeki artışın doğrudan bir sonucu olduğu gerçeğiydi. En tepedeki yüzde birin maaşları, 1980’lerde toplam gelirin kabaca yüzde sekizinden bugün toplam gelirin yüzde 18’ine yükselmişti. Amerikalıların büyük çoğunluğunun ücretleri son 35 yıldır büyük oranda aynı kalırken, en tepedeki yüzde 1’lik kesim yaklaşık yüzde 140 oranında büyüme gördü ve sermaye getirilerini aşacak kadar büyük olan bu devasa gelirin neredeyse dörtte üçü kişisel harcamalara gitti.
Bu yıldızlar erişilmezliğindeki maaşların büyük bir kısmı, yüksek gelirli ünlülerden (sanatçılar, aktörler, sporcular) değil de, şirket yöneticileri, riskten koruma garantili fon yöneticileri (hedge fund) ve üniversite rektörleri gibi kişilerden geliyordu. Piketty, bu yüzde 0,1’lik en üstteki kişileri “süper yöneticiler” olarak adlandırıyor. Ücretlerdeki bu patlamayı, yüksek maaşın, bir süper yöneticinin kurumsal kârlara büyük katkılarının, üretkenliğinin ve becerilerinin bir yansıması olduğu teorisiyle açıklayabiliriz. Ancak bu su geçirmez bir sav değildir. Öncelikle, en tepedekilerle hemen alttakiler arasında maaşlar açısından çok keskin bir orantısızlık olduğu göze çarpıyor; eğer liyakat veya mesleki deneyim temel etken olsaydı kademeli ve orantılı bir artışın olması gerekmez miydi? Fiyat dalgalanmaları gibi yöneticinin kontrolü dışındaki nedenlerden dolayı satışların ve kârların arttığı durumlarda bile yönetici maaşlarının da arttığı gözlemlendi. Dahası, modern şirketin boyutu ve karmaşıklığı göz önüne alındığında, bir firmanın performansının, çalışanların aksine herhangi bir yöneticinin veya memurun becerileriyle doğrudan bağlantılı olabileceğini belirlemek zordu.
Aynı ortamda farklı bir yöneticinin performansının belirlenmesine yönelik sonuç odaklı deneyler de mümkün değildi. Performansı, hissedar değeri gibi bazı “objektif” ölçümlere dayanarak değerlendirmek de zor görünmekteydi. Eğer yıldızlar erişilmezliğindeki maaşlar üretken girişime yapılan katkıyla açıklanamıyorsa, ekonomistlerin “rant” olarak adlandırdığı ve esasen kâr elde etmeye yönelik bir “rüşvet” olarak görünecekti. Çünkü yöneticilerin kişisel bağlantılar yoluyla metalaştırılamayan şeyleri masaya getirmek gibi bir pazarlık ve piyasa gücü bulunuyor ve bu gücü kötüye kullanarak rant elde etme eğilimleri artıyor. Kısacası yönetici sahip olduğu iktidar sayesinde tam da “kasanın içinde” oturmaktadır.Piketty, rant unsurunun muhtemelen yüksek olduğunu, süper yöneticilere verilen yüksek ücretin sosyal normlar tarafından şekillendirilen kurumsal bir uygulama olduğunu belirtti. Kısacası, süper yöneticinin yükselişini, firma için üretilen değer açısından açıklamanın olanaksız olduğu fark ediliyor. Süper yönetici olgusu, neoliberalizmin yönetim mekanizmasının bir dişlisiydi. O, tıpkı Nazi Almanya’sındaki süper yöneticinin yaptığı gibi, toplumdaki iktidar kesimleri arasındaki farklılıkları müzakere etmenin ve düzeltmenin bir aracısıydı ve avı avcıya götürerek bu aracılık konumundan rant sağlayan düzenin köpeğiydi.
Süperyöneticisel Yönetişim
“Süpermenajerler”, çok spesifik rejim türlerinde ihtiyaç duyulan çok spesifik bir yönetim türünü sağlıyorlar. Süper yönetici olgusu ve onların milli gelirden aldıkları çok büyük paylar, yalnızca Reagan/Thatcher’ın sert, muhafazakâr “devrimlerinden” Clinton/Blair döneminin ‘soft’ neoliberal yönetimine uzanan ekonomi politiğin damgasını vurduğu bir çağın olgusu değildi. Bu olgu Nazi Almanya’sının göze çarpan bir özelliğiydi ve her ne kadar veriler zayıf olsa da, genel olarak 1920-30’ların faşizminin bir mirası olarak bu günlere aktarıldı. Bu ayrıcalıklı sınıfın fahiş kârları, herhangi bir radikal değer teorisine, yolsuzlukla ilgili ahlaki ilkelere veya süper verimliliğin kahramanlık ilgili bir peri masalıyla açıklanamıyor. En makul açıklama, devletin başka bir yerde yeni bir paradigmayla görevlendirildiği ya da fiilen feshedildiği durumlarda üst düzey yöneticilerin iktidar boşluğunu doldurup yönetim faaliyetleri yürütmeleri sebebiyle onlara ödeme yapıldığıdır. Bu rant, bir kuruldan diğerine, bir şirketten, bir vakfa, bir üniversiteye, hükümete ve bir düşünce kuruluşuna sorunsuz bir şekilde geçiş yapılarak elde ediliyor. Bir kurumdan diğerine bu kolay geçişkenlik bu yönetici sınıfın nepotist ilişkileri sayesinde mümkün oluyor. Bu aşırıya kaçmış marjinal katma değer, rasyonel, egemen bir devletin yokluğunda, gerileyen ve yeniden dağıtılan bir “Rechtsstaat”ın iktidar boşluğu bıraktığı yerde zorlu yönetsel çalışmaların telafisi olarak öne çıktı. Bu ışık altında bakıldığında, bağlantılar yoluyla siyasi destek sağlama yeteneğinin, bu tür bir yönetimin yüksek oranda ödüllendirdiği güçlü bir bileşeni olarak kontur kazandı. Bugün şirket ofisleri, danışmanlıklar, yönetsel kurumların müdürlükleri, düşünce kuruluşları, medya vb. arasındaki “döner kapılar” olgusu, Nazi Almanya’sındaki günlük ekonomik, siyasi ve sosyal yaşamın bir parçasıydı. Gelişmiş kapitalist ekonomilerde yaygın olarak gözlemlenen birbirine kenetlenmiş müdürlüklerin daha yüksek ve daha güçlü biçimi, Nazilerin döneminde, sektörler ve firmalar arasında güçlü denetim kurulları ve odalar şeklinde resmileştirilmişti. Nazilerin iktidara gelmesinden önce partiye yoğun yatırım yapan ve toplam firmaların yalnızca yedide birini, ancak firma büyüklükleri dikkate alındığında toplam Alman borsasının yarısından fazlasını oluşturan şirketlerin sayısı 1933’ün ortalarına gelindiğinde yüzde altı ila sekiz arasında bir artış gördü.
Doğrudan siyasi bağlantı için karşılaştırılabilir tazminat düzeyleri yalnızca gelişmekte olan ve gelişmiş neoliberal devletlerde bulunuyor. 1930’lardaki Nazi “devrimi” ile 1980’ler ve 90’lardaki neoliberal “devrim” arasındaki paralellikler çok daha çarpıcı bir hal almaya başladı. Naziler aynı zamanda o zamanlar henüz keşfedilmemiş olan ekonomik “özelleştirme”nin buzlu sularında da öncüydü. Büyük Buhran karşısında, Sosyal Demokrat liderliğindeki Weimar Cumhuriyeti de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki devletler, temel endüstrilerini ve bazı durumlarda finans sektörünün neredeyse tamamını millileştirmişti.
Naziler bunun tek istisnasıydılar. Sadece daha fazla millileştirmeden kaçınmakla kalmadılar, aynı zamanda o zamana kadar kendine özgü bir süreç geliştirdiler ki bu da yeni bir Alman sözcüğünü türetmeyi gerekli kıldı: Bu sözcük yeniden özelleştirme anlamına gelen “Reprivatisierung”tu.
Bu olgu ve bunun potansiyel olarak yararlı etkileri, “The Economist” gibi liberal ekonomik düşüncenin önemli organları ve “Time dergisi” gibi ana akım medya tarafından olumlu karşılandı. Margaret Thatcher sosyal konutların özelleştirilmesine başlamazdan ve sosyal yardım reformu Bill Clinton’ın gözünde bir kıvılcım olmazdan çok önce, Naziler ağır sanayileri, finans ve bankacılık sektörünün neredeyse tamamını ve hatta bazı sosyal hizmetleri yenilikçi kamu/özel hibrit şirketlere devrediyordu. Yahudilerin elinde bulunan mülklerin “Aryanlaştırılması” yoluyla yeni bir momentum kazanmazdan önce bile özelleştirme oranları, kıtada 70 yıl sonra neoliberal reformlar başladığında Avrupa ortalamasının olacağı kadar yüksek hale gelmişti. Pazar yoğunlaşması, Nazi Almanya’sında KOBİ’lerin azalmasının bir sonucu olarak tekel ve kartellerin büyümesiyle iyice belirgin hale geldi. Sektörler ve pazar gücü yoğunlaştığında, piyasaya sağladığı değer arttığından süper yöneticilerin yönetim gücünün büyük endüstriyel ve finansal çıkarların konsolidasyonuyla el ele gitmesi şaşırtıcı değildi. Bu, Nazi dönemiyle bizim dönemimiz arasındaki bir başka ilginç paralellik olarak öne çıkıyor. Bugün, anti tröst ve fikri mülkiyet yasalarının, piyasa gücünün, finans sektörünün yanı sıra ilaç, biyoteknoloji, medya ve eğlence gibi kilit sektörlerdeki bir avuç şirkette yoğunlaşmasını desteklediğini görüyoruz. Ve şaşırtıcı olmayan bir şekilde, günümüzün süper yöneticilerinin özellikle büyük, kârlı firmalarda başarılı olduğunu görüyoruz. Yakın zamanda yapılan bir araştırma, 1978-2012 döneminde ücret kazanç eşitsizliğinin büyük bir kısmının (üçte ikisinin) sadece tüm firmalardaki (en tepedekiler ile geri kalan işçiler arasındaki) ücret farklılıklarının derinleşmesinden değil de, ama aynı zamanda, daha yüksek maaş veren büyük, kârlı firmaların ortaya çıkmasından da kaynaklandığını ortaya koyuyor.
Paralellikler siyasi ve ekonomik güçle bitmiyor, dehşet verici bir şekilde gündelik hayata da yayılmış görünüyor. Kirchheimer’in 1945’te Nazi dönemi polis gücü hakkında OSS için yazdığı bir raporda: “Nazi devletinde polise verildiği varsayılan genel ‘görev’, devleti ve rejimi her türlü rahatsızlığa karşı korumayı amaçlıyordu. Bu durum, polisin herhangi bir eyleminin (ister kararname, direktif, iç talimat, ister saf eylem biçiminde olsun) mevcut herhangi bir yasaya üstünlüğünü ima ediyordu […]. Polisin faaliyetleri böylelikle yalnızca siyasi açıdan gerekli olan şeyler aracılığıyla belirlenen bir işlev haline geliyordu […] Bu, polisin yasal otoriteler tarafından kısıtlanmadan gerekli gördüğü her şeyi yapabileceği anlamına geliyordu.” Tıpkı faşistler için olduğu gibi, neoliberaller de polisin keyfi gücüne bağımlıydı. Polisin keyfiyetinin kontrol edilebilmesi, ki bu eğer mümkünse, ancak post-facto siyasi mülahazalarla mümkündü. 1930’larda ve 40’larda Hitler’in karikatürü ya da günümüz Anayasası karşısında sinmek şöyle dursun, polis derin bir yetkiye sahipti ve polisin iktidarı üzerinde neredeyse hiçbir uygulanabilir adli veya yasal denetim yoktu. Bu durum, sonsuz derecede karmaşık, yeni “piyasalaştırılmış” yönetişim aygıtlarının, kamu-özel girişimlerinin ve neoliberal devletteki sektörler arasındaki labirent gibi örtüşen yetki alanlarının süper yönetimsel kontrolüne kadar gerekli olan “sahadaki” karşılığıydı.
Farklı Varlık Sebepleri
Özellikle de bu tür siyasi ve ekonomik yapılara bakıldığında, Neoliberalizm ile faşizm arasındaki çok sayıda paralellik, analistleri konuyu abartmaya ve neoliberalizm ile faşizmin bir ve aynı şey olduğunu iddia etmeye teşvik etti. Ancak bu yaklaşım, bu rejimler arasında var olan devasa farklılıkları küçümsemeye ve belirli benzerliklerin gücünün gözden kaçırılmasına yol açtı. Hem faşizm hem de neoliberalizm, farklı amaçları, örtüşen araçları ve benzer nedenleri olan ütopik siyasi projelerdir. Örneğin Nazizm’in varlık nedeni, Doğu Avrupa’nın sömürgeleştirilmesi, Yahudilerin, eşcinsellerin, engellilerin ve diğer “istenmeyenlerin” iç tasfiyesi ve komünizm ile solun yenilgisiydi. Irksal olarak alt kastta bulunan halkların sömürgeleştirilmesi, iş açısından iyi, ordu için onarıcı olacak ve Hitler’e “ırk sağlığı” ve Aryan-Alman halkının refahı için çok arzuladığı “Lebensraum”u sağlayacaktı. Ancak neoliberalizmin varlık nedeni, piyasa ilişkilerini ve ilkelerini, ekonomik evrenden devlete ve insanın temel anlayışlarını yeniden tanımlamaya kadar toplumun her alanına yaymaktı. Vatandaşlar tüketici oluyor; insanlık “insan sermayesi”ne, insanlar şekilsiz, yeniden keşfeden, sonsuz esnekliğe sahip, dayanıklı, risk alan bireyler haline geliyordu. İnsanın ötesinde bile, pazarın optimizasyonu için hücresel süreçler, algoritmalar ve kimyasal bileşikler mevcuttur. Neoliberalizm, 1930’lar dönemi faşizminden çok daha fazlası olarak, aynı zamanda ulusötesi evanjelik bir projenin vücut bulmuş halidir. Neoliberalizm hem planlarında hem de uygulamalarında faşist yayılmayı karakterize eden kaba bir kuvvete dayanmak yerine, birbirine kenetlenmiş uluslararası düzenleyici, bankacılık ve ticaret örgütlerini de kullanıyor.
Neoliberalizm Avrupa Birliği’nde olduğu gibi, anlaşma yükümlülükleri, üyelikler ve her şeyden önce sermaye ve finansın özel gücünün katmanlı bileşimleri arasında kafa karıştırıcı bir şekilde yuvalandı.
Propagandasına rağmen, gerçekte devletin yok edilmesini ya da Nazizm’de gördüğümüz şekliyle parlamenter usulün resmi olarak sona erdirilmesini amaçlamıyor. Neoliberalizm daha ziyade, devleti ele geçirip dönüştürüyor, öyle ki bazı alanlarda egemenliği azaltıp gücü iptal ediyor. Bu, vergilerin geri çekilmesinden, vergi teşviklerinden, örneğin “ifade özgürlüğü” için (siyasi protesto veya dini törenler) kısıtlayıcı hassas bölgelerden, polisin günlük düzeyde, özellikle de bazı durumlarda bazı halk kesimleri üzerinde serbest gibi görünen tahakkümüne kadar değişebilen oranlara sahiptir. Nazizm ile Neoliberalizm arasında en hafif tabirle çok sayıda, keskin farklılıklar bulunuyor. Nazizm, ırksal ortadan kaldırmaya yönelik ideolojik bağlılık ve teknik kapasite olmadan düşünülemiyor. Buna karşılık, neoliberalizm, ırksallaştırılmış gücün tesadüfi bir yan fenomen olarak tasvir edildiği bir tür kısıtlanmış, seçkin kozmopolitanizmi tercih ediyor. Biraz farklı terimlerle ifade edersek, neoliberalizm hiçbir zaman “Yahudi Sorunu”nu “çözmeyi” gerçekten istemez. Neoliberalizm, ulusal egemenliği, ulusötesi “serbest ticaret” (yoğunlaşmış sermaye için ayrıcalıklı ticaret) yönünde kısıtlıyor. Nazizm ve faşizm bir tür ihracata dayalı otarşiyi teşvik etti. Nazizm, benzer, sosyal Darwinci bir dünya görüşünü, ulusal gelenek ve düzenin bir tür devamı ve genel olarak Alman ekonomisinin yenilenmesi ve ulusun yeniden silahlanması için gerekli bir araç olarak, kapitalizme kısmen gönülsüz bir kucaklama verdi. Bunun tersine, savaş sonrası dönemde en azından entelektüel olarak pekişen neoliberalizm, her ne pahasına olursa olsun açık bir şekilde kapitalizmin genişletilmesini ve korunmasını istiyor.
Demokrasinin Krizi
Bu rejimlerin ekonomi politiğinin anahtarı demokrasi sorunudur. Demokrasi ile kapitalizm arasındaki ya da demokrasi ile ekonomik liberalizm arasındaki temel çelişkiyi kabul etmek için özellikle radikal olmaya gerek yoktur. Aristoteles’ten bu yana, demokratik politikaların malları yeniden dağıtma eğiliminde olacağı varsayımı her zaman geçerliliğini koruyageldi. Eğer güç gerçekten eşitliğe yaklaşan geniş bir temelde dağıtılıyorsa, o zaman topluluklar, her şeyi doğrudan demokratikleştirmek olmasa bile, en azından “mülkiyet” üzerinde demokratik bir kontrolu uygulamayı seçecektir. Faşistlerin de neoliberallerin de sermayedeki krizlerden doğan ve politik bir tepki gerektiren bu klasik ikilemin modern versiyonuna dair farklı yanıtları bulunuyor. 1933’te Alman iş dünyasının liderleriyle yaptığı bir toplantıda Hitler, “demokrasinin” (yani fiili parlamenter rejimin) serbest piyasa kapitalist ekonomisiyle temel olarak bağdaşmadığını ilan etti; bu, o dönemde çok daha yaygın bir şekilde kabul gören bir gerçekti. Hitler’in konuşmasının ardından Göring, Nazi tezlerini açık bir dille şöyle özetledi: “Nazi partisine destek verilirse parlamenter demokrasi sona erer.” yanı sıra komünizmin, sosyalizmin, örgütlü emeğin ve hatta temel resmi demokrasinin serbest girişime yönelik tehdidi de sona erecekti. Göring, “Eğer 5 Mart seçimlerinin önümüzdeki 10 yıl, hatta muhtemelen önümüzdeki 100 yıl için son seçim olacağının farkına varılırsa, endüstrinin talep ettiği fedakarlıklara […] katlanılması çok daha kolay olacaktır” diye ekliyordu. Bu fedakarlıklardan kasıt, “Schacht”ın halkın odasından toplamaya çalıştığı milyonlarca Alman markına dair özverilerdi. Bu, faşizmin tamamen “demokratik olmadığı” anlamına da gelmiyordu. Hitler, Mussolini ve Franco, yönetimlerinin meşruiyetini temelde “demokratik” ilkelere dayandırdılar. Faşizm ve yan sürümlerinin aktörleri gerçek “Vox Populi”yi, “Volk”un (Halk) ruhunu, ulusun iradesini temsil ettiklerini iddia ettiler. Faşizmin sözde demokrasisinin, halkı harekete geçirme ve Alman-Aryanlarını kitlesel eylemler, gösteriler ve ilgi grupları aracılığıyla seslerini yükseltmeye dahil etme girişimlerinde açığa çıkan şey “Vox”a sağlam bir aidiyet bağışlama potansiyeliydi. Bu, aylarca sürüncemede kalan bir azınlık koalisyon hükümetinin başaramayacağı bir şeydi.
Buna karşılık, neoliberalizmin demokrasi ile kapitalizm arasındaki çelişkiye karşı başlıca tepkisi, hükümet işlevlerini ve hizmetlerini “piyasalaştırma” ve melezleştirme yoluyla yeniden dağıtmak ve siyaset kavramının tamamını başka bir pazar olarak yeniden şekillendirmek oldu. Gerçekten de, neoliberal standartlarınca bir tür homo-ekonomikus argümanı içinde katılımın sonsuza kadar devam ettirildiği bir sistemin işlevselliğinin çoğu zaman tamamen “rasyonel” olduğu iddia edildi. “Demokrasiyi” en işlevsel yapısına (verilen hizmetler karşılığında verilen oylar, liberal cumhuriyetçi bir devletin en azından çoğul vatandaşlık için resmi önergeleri) indirgeyen neoliberalizm, 19. ve 20. yüzyılın büyük devrimci ve gerici hareketlerinin asla başaramadığı bir başarıyı elde etti. Parlamentarizm eleştirileri arasında benzersiz olan neoliberalizmin, meşruiyete zarar vermeden katılımı caydırıcı bir etkisinin olduğu gerçeğiydi. Neoliberalizm ile faşizm arasındaki en önemli farklardan biri, neoliberalizmin giderek daha fazla demokratik meşruiyet iddiasına değil, bir tür “doğalcılığa” dayanmasıydı; bu bağlamda Margaret Thatcher’ın meşhur esprisini anmak gerekiyor “Başka alternatif yoktur”. Bu ekonomi politiğin tarihinde sismik bir değişime karşılık geliyordu.
İster resmi mekanizmalar ister milliyetçi kimlik ister eşitlikçi idealler biçiminde olsun, bir demokrasi türü sağ veya sol, otoriter veya anarşist akımlar, siyasi modernliğin neredeyse tamamı boyunca siyasi meşruiyetlerini tanımlaya geldiler. Neoliberalizmin herhangi bir katılımı ya da demokrasiyi istemediği ortadayken, pro-forma liberal ayinler demokratik meşruiyete kayıtsız bir selam olarak kabul edilegeldi.
Neoliberalizm gençlik kollarını ya da ulusal seferberlikleri (birçok savaşa rağmen) istemedi; bunun yerine amacı vatandaşlarını ve işgücünü güvensizlik ve kaygı içinde tutmak yoluyla ücretleri kırmak ve iş piyasasını kontrol altında tutmaktı. Neoliberalizm ya zamanınızı daha iyi kullanıyor (maksimum üretkenlik) ya da size hiç faydası olmuyordu (Varşova Gettosu örneğinde olduğu gibi ekonomik olarak yararlı bir nüfus fazlasını, en iyi şekilde ırksallaştırılmış kitlesel hapsetme yoluyla kontrol etmesi). Tıpkı Nazilerin resmi devleti yok etmesi gibi, devletin neoliberal “yeniden yapılandırılması” da süper yöneticilerin büyük ölçekli, geniş ve pahalı yönetimini gerektiriyor. Örneğin, demokratik gözetim ve kontrolün ortadan kaldırılması, her ne kadar çoğu zaman “verimlilik” olarak sunulsa da, kaçınılmaz olarak ya daha fazla bürokrasi ya da daha gizli yapılar üretti. Demokrasinin yükünden kurtulan ve daha net bir amaçtan doğan “Süpermengeral Reich”, (Süper Yöneticiler İmparatorluğu) özellikle finansal istikrarsızlık ve ekolojik felaket gibi kendine özgü krizleri olmasaydı, bin yıl dayanabilecek bir rakip gibi görülüyordu.
Nazizm, dünya çapındaki mali krize ve Birinci Dünya Savaşı sonrasına, ulusal birlik yoluyla refah ve haysiyet vaat ederek karşılık verdi. Neoliberalizm, 1970’lerdeki “arz şoku” (petrol krizi) ve sermaye grevinden doğdu (ekolojik krizin, siyasi sonuçlara bağlı olarak neoliberal yönetim için daha hızlı bir felakete dönüşme tehlikesi bulunuyor). Aslına bakılırsa neoliberalizm, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar uzanan bir süreçte geliştirilen entelektüel araçlardan yararlansa da onu sermaye grevinin gücünün kendi toplum biçimine tatbik edilmesi olarak algılamak gerekiyor. Nasıl ki sömürgeleştirme ve yok etme Nazizm’in ömrünün son dakikalarına kadar bile yerine getirmeyeceği sözler idiyse, siyasi sorunun yalnızca piyasada bulunan çözümlere bağlılıkla çözüleceği savı neoliberalizmin de geçemeyeceği bir sınır çizgisiydi. Neoliberalizm entelektüel ve kurumsal yapıları, tam da 60’ların sonlarında görülen yaygın refahı, özellikle de tam istihdama yakın bir durumu önlemek için inşa edilmişti. Neoliberalizm açıkça 2008 mali krizini atlatıp hem yönetim biçimlerini hem de servet ve gelirin en tepedeki yüzde 0,1’e yoğunlaşmasını daha da sağlamlaştırıp kârlarını konsolide etti. Ancak yeni “Süpermengeral Reich”ın zırhında çatlaklar görülüyor. Bu çatlakların en büyüklerinden biri, neo-faşizmin, sosyal refah ve temsil sağlamaya dair etno-milliyetçi vaatleriyle birlikte neredeyse dünya çapında yükselişe geçmesidir. 1939’da Max Horkheimer, “Kapitalizm hakkında konuşmaya hazır olmayanlar faşizm konusunda da sessiz kalmalıdır” diye yazmıştı. Horkheimer, Almanya’dan gelen bir Yahudi Marksist mülteci olarak, faşizmin tehlikeleri hakkında fikir sahibi olma konusunda çoğu kişiden daha iyi bir konumdaydı. Bu görüşün hâlâ geçerli olmakla birlikte, belki de 21. Yüzyıl gerçekliğinde artık güncellenmesi gerekiyor. Yeni güçlenen gerici sağın tehdidini ciddiye alan herkesin, neoliberalizmin gelişi için kırmızı halı sermede oynadığı rolü, takkesini önüne koyarak sorgulaması gerekiyor.
Liberal ölü mektupları sıkıp buruşturmak yerine, yaklaşık kırk yıldır zaten son derece yıkıcı bir otoriter liberalizm rejiminde yaşadığımız gerçeğini kabul ederek tabii ki. Günümüzün karikatürize Hitler taklitçilerine karşı fazlaca diş gıcırtıları duyula dursun, pek çok siyasi aktör yüzlerini kendi Süper Yöneticiler imparatorluğundan başka yöne çevirmeye başladı. 1930’ların ortasındaki Almanlar gibi, pek çok kişi adı neoliberalizm olan yavaş çekim bir korkudan oldukça memnun görünüyor. Çok kişi Trump’ları, Le Pens’leri, Erdoğan’ları vb. yeni bir kriz, sisteme ani bir şok olarak görüyor. ABD’deki pek çok kişi Trump’ın seçilmesinin, savunmasız kişilere, özellikle de belirli ırksal ve etnik azınlıklara yönelik devlet baskısında bir patlamaya yol açabileceğinden korkuyor. Ancak yine de neoliberal devlet, dünyanın en otoriter diktatörlüklerini kıskandıracak bir ceza sistemi oluşturdu bile. Amerika Birleşik Devletleri, Afrika kökenli Amerikalılar ile Latin kökenliler gibi dünyadaki diğer tüm ülkelerden daha fazla vatandaşı cezaevlerinde tutuyor. Pek çok kişi, Trump’ın belgesiz göçmenleri kitlesel sınır dışı etmelerinden korkuyor. Ancak yine de neoliberal devlet, halihazırda milyonları bulan kitlesel sınır dışı etme eylemlerine girişti; sayısız kişi ise dünyanın en büyük göçmen gözaltı kampları ağında zor koşullarda bekliyor. Pek çok kişi, Trump’ın seçilmesinin Amerikalı Müslümanlar için kitlesel zulüm, gözetleme ve kısıtlamalar anlamına gelmesinden endişe duyuyor. Ancak neoliberal devlet zaten Müslümanları sıkı bir şekilde gözetliyor, sınırlarda dini testler uyguluyor ve Müslümanları dini uygulamaları dışında hiçbir şey için gözetmiyor. Pek çok kişi Trump’ın seçiminin ekonomik yıkıma yol açabileceğinden korkuyor. Çoğu Amerikalı için zenginlik yok oluyor, ücretler durgun, gerçek işsizlik ise sabit seyrediyor. Ekonomik milliyetçilikleri ölüme mahkûm ve etnik olanı ise iğrenç olan Trump’ların, Le Pens’lerin, Erdoğan’ların ve Farages’lerin, “yerleşik düzenin” insanların büyük çoğunluğuna hizmet etmediğine dair savlarının bir haklılık payı bulunuyor.
Dahası, insanlar kendilerini giderek daha fazla haklarından mahrum hissediyor. Trump muhtemelen istikrarsız, öngörülemez bir dış politika getirecek, ancak yine de neoliberal devletin bu alanda sunduğu tek şey, siyasi ve ekonomik kazanç için bitmeyen saldırı, müdahale ve istikrarsızlaştırma savaşlarıdır. Birçok kişi Trump’a faşist diyor. Ancak Nürnberg Tüzüğü’nün temel ilkesi veya en büyük suçlaması olarak kabul edilen, “savaş suçları” ve “insanlığa karşı suçlar”a zemin hazırlayan suçun, saldırganlık savaşları olduğunu unutuyor. Eğer yeni faşist tehdidi aşan bir siyaset olacaksa, krizin şimdi olmadığı, krizin bir süredir zaten var olduğu gerçeğinin hatırlanması gerekiyor. Sadece kendi ürettiğimiz Hitler karikatürünün yarattığı tehdide odaklanarak, gözümüzün önünden akan benzersiz paralel yapıları, aynı kazananları ama aynı kaybedenleri, suçları ve insanlığın aşağılanmasını fark edemedik. Biz zaten kendi acımasız 21. yüzyıl “Süpermengeral Reich”ımızda yaşıyormuşuz; bunu fark edemedik.
İngilizceden Türkçeye Josef Kılçıksız çevirdi.
Bir Cevap Bırakın