Röportaj: A.C.**- Shems Friedlander
Çeviri: Ali Tacar
A.C: Amerika’da Nasıl Bir Ortam İçerisindeydiniz?
Shems Friedlander: Aktris olan bir arkadaşımız, Ellen Burstyn, New York’ta bir oyun sergiliyordu o zamanlar. Aynı zamanda Alice Doesn’t Live Here Anymore filmiyle Akademi Ödülü için yarışıyordu. Bu yüzden taşrada yaşıyordu. Eve gitmesi için epey yolu vardı. Kaliforniya’da saatlerin değiştiği Akademi Ödülleri arifesinde Broadway’deki oyununu bitirdi ve koşarak benim evime geldi. Hepimiz televizyondan izledik ve gerçekten de Akademi Ödülünü oturma odamızda otururken kazandı. Bu oldukça ilginçtir. Sonraki üç gün içinde Jack Nicholson da eve geldi ve daha bir dizi başka insan da onu bir yere götürmek ya da bir partiye götürmek için gelip gidiyordu. Bu da başka bir açıdan oldukça ilginçti. Pek çok sanatçı, (sanat camiasıyla iç içeydim) ve şairler hep bana gelirdi. New York’ta bulunan o zamanki evim çok ilginç bir evdi. Bir tür garaj eviydi. Yani dört cepheden hava alan bir yerdi ve başka bir binanın arkasındaydı. Bir binanın koridorundan geçiyordunuz, bir avluya geliyordunuz ve önünde küçük bir ev vardı. İki katlı taş bir evdi, en üst katında çift ışıklık vardı, en üst katta bir tür koridor mutfağı vardı. Büyük bir oda vardı, o odayı boyadım ve bir oturma odası yaptım. Tasarım çalışmaları yapmak için bir çatı katı inşa ettim, çünkü çok, çok yüksek tavanları vardı. Sonra alt katta, yer yüzeyinin biraz altındaydı, düz bir taşın üzerindeydi, bodrum ya da başka bir şey yoktu, sadece bir yatak odası ve bir banyo vardı.
A.C: Ev neredeydi? Adresi hatırlıyor musunuz?
Shems: 84. Cadde’de, New York Bulvarı ile East End arasındaydı. Ev hala duruyor.
A.C: Bu yalnızca New York’ta bulunan bir ev hakkında bir hikaye gibi görünebilir. Bazı açılardan hem öyle… hem de değil. Bu aslında biraz da bu evde yaşayan bir adam ve onunla birlikte kalmaları için farklı türden insanları evine nasıl davet ettiği hakkında bir hikaye. Adı Ira Friedlander olan ve daha sonra adını Shems Friedlander olarak değiştiren bu adam şu anda 73 yaşında ve ünlü bir sanatçı, fotoğrafçı ve yazar. Kendinizi her zaman sanatla, şiirle ve meditasyonla iç içe olan biri olarak tanımlıyorsunuz.
Hayatınızda her zaman bir şeyler arayan bir hakikat arayıcısı oldunuz. Bu arayış ilk olarak nasıl başladı?
Shems: Bir şiir okumuştum ve bu şiir sadece iki satırdı. Kimin yazdığını bilmiyordum, anonimdi ve bende belli bir iz bırakmıştı. Adeta kalbime bir not düşmüştü. Bu not gençliğim, ergenliğim, üniversite yıllarım boyunca, tüm hayatım boyunca benimle kaldı:
“Ağladım çünkü ayakkabılarım yoktu ve sonra ayakları olmayan bir adamla tanıştım.”
A.C: Şiiri okuduğunuzda 9 yaşındaydınız. Ama şiirin yazarı ve kaynağı yoktu. Ama bu ilginizi çekmişti. İlerleyen yıllarda kendi şiirinizi de geliştirecekti. Ama bu şiir yıllarca hep aklınızda kalacak, ne anlama geldiğini, nereden geldiğini, kimin yazdığını hep bilmek isteyecektiniz. Hayatınızın geri kalanında Paulo Coehlo’nun Simyacı‘sındaki Santiago’ya benzeyen bir yolculuğa çıkacaktınız… Dünyanın ruhunu ve kendi kişisel efsanenizin ne olabileceğini arayacaktınız. Bu arayış bir bakıma bu şiirin kalbini aramak olacaktı. Sonunda bu şiirin nereden geldiğini öğrenmeniz için onlarca yılın geçmesi ve bu dünyanın dışında birçok deneyim yaşamanız gerekecekti. Hepimiz biliyoruz ki bugün Amerika’da bir Budist tapınağına gitmek ya da haftalık yoga veya tai chi yapmak veya meditasyona katılmak neredeyse moda gibi… Ama bu, Amerika’da her zaman böyle değildi… Ve bu kökleri öğrenmek başlı başına bir işti. Hayat yolculuğunuz, 60’lı ve 70’li yıllarda hippi hareketi ve çok da sıkı olmayan göçmenlik yasalarının kesiştiği noktada Amerikan yaşamında patlak veren alternatif din ve sanatçı sahnesine, Amerika’nın o kısmına bilgi yönünden zengin ve içeriden biri olarak bir deneyim katıyor. Aslında kendi ebeveynleriniz de bundan birkaç on yıl önce bu ülkeye göç etmişlerdi. Babanız Rusya’dan Montreal’e gelmiş ve Montreal ile New York arasında sefer yapan bir trende sandviç satarak çalışmış. Babanız o zamanlar İngilizce konuşamıyormuş ama yine de sandviçlerin adını ve ne kadar para ödemeleri gerektiğini bilecek kadar öğrenebilmiş, doğru mu?
Shems: Babam bir gün New York’ta trenden inmiş ve bir daha geri dönmemiş. Gidip Brooklyn’de elektrikçi olan bir kuzenini bulup, onu yanına almış. Aslında ona mesleği öğretmek istemiş ve sanırım 1920’lerin sonunda da onu sendikaya sokmuş. O günlerde sendikaya girmek büyük bir olaydı. O günlerde bir elektrik sendikası ya da herhangi bir sendika başlı başına büyük bir olaydı. Size bir iş ve para sağlıyordu.
A.C: Daha sonra ise Montreal’e ziyarete gidecek ve annenizle tanışacaktı, öyle değil mi?
Shems: Aslında inanılmaz bir hikaye. Babam Montreal’de bir arkadaşıyla yürürken karşıdaki binanın ikinci katının penceresinde çok güzel bir kadın görmüş ve arkadaşına orada çok güzel bir kadın olduğunu söylemiş. Arkadaşı da nazik bir şekilde, “peki, ondan hoşlandın mı?” diye sorunca, “olabilir” diye cevap vermiş. Arkadaşı da ona “onu tanıyorum. O bir arkadaşımın kız kardeşi” diye cevap verince en nihayetinde, tanışmışlar, birbirlerine kur yapıp, evlenmişler.
A.C: Peki bu evlilikten dünyaya gelen Shems için hayat daha sonra nasıl bir hal aldı?
Shems: Gençliğimde, onlu yaşlarımda ve özellikle de gençliğimde pek çok sorum vardı. Çok fazla şiir yazıyordum ve arayış içindeydim. Sanırım kendimi bildim bileli bir arayış içindeydim.
A.C: Üniversiteden mezun olduktan sonra New York’ta bir tasarım stüdyosunda çalışmaya başladınız ve bir meslektaşınız kiralık evinden taşınınca, onun yerine siz geçtiniz. Bu, o ünlü aktörlerin geldiği garaj eviydi. Ama aslında siz o dönemde şiirsel ya da sanatsal görünen her şeye evinizin kapılarını açardınız. Bunların arasında Amerika’ya ve özellikle New York’a gelen ruhani gurular ve öğretmenler de vardı, öyle değil mi?
Shems: Ram Dass, Pir Vilayat Han ile benim evimde tanıştı. İkisini bir araya getirdim ve saatlerce kanepede oturup birbirleriyle konuştuklarını ve bu iki geleneği nasıl kaynaştırdıklarını hatırlıyorum. Bir keresinde Hindistan’dan gelen Swami Atmananda’nın bir puja yaptığını hatırlıyorum, daha sonra biz de en alt kattaki küçük odada bir puja yapmıştık. Bazen ev yanacak mı diye endişelenirdim çünkü puja ateşle ve Hindu duasıyla ilgilidir. Her zaman böyle şeyler oluyordu. O günlerde birinin gelip “Hindistan’da biriyle tanıştım ve seninle kalabileceğimi söylediler” demesi çok yaygın bir olaydı. Kim olduklarını bile bilmiyordum. Derdim ki, “tamam, eğer yer varsa bir ya da iki ya da üç gece kalabilirler”. Şayet yer yoksa onları ilgilenilecekleri başka bir yere gönderirdim. Kendimi ruhani anlamda bir hancı gibi hissediyordum, tabiri caizse gelip takılabilecekleri bir hancı.
Pek çok önemli ruhani öğretmenle tanıştım. Doğudan gelen ruhani enerjinin batıya aktarıldığı ve pek çok farklı yoldan pek çok öğretmenin geldiği o dönemde batıda olduğum için oldukça şanslıydım. O dönemde New York’ta her şeyin merkezindeydim, her şeye rahatlıkla ulaşabiliyordum. Pek çok Budist usta ve pek çok Tibetli ile tanıştım. O dönemde bir akın vardı. Bunu açıklamak zor çünkü daha önce Amerika’da böyle bir şey görülmemişti. Birdenbire tüm bu enerji bir anda gelmişti, sanki gezegenin ruhaniyetinin onu dengelemek için hareket etmesi gerekiyordu.
A.C: 60’larda mı?
Bu 60’lı ve 70’li yıllardaydı. Bundan önce doğudan batıya çok az ruhani üstat gelmişti. Sonra birdenbire Amerika’ya muazzam bir enerji girişi oldu ve bu o günkü nesli ve gelecek nesilleri epey etkiledi. Ben de bunun bir parçasıydım. Her ne sebeple olursa olsun bunun tam ortasındaydım.
A.C: Bunun nedenine ilişkin bir teori ortaya atacak olsaydınız, ne söylerdiniz?
Shems: Bence gezegenin bir şekilde dengelenmesi gerekiyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu ülke aşırı derecede belli bir şeylere yöneldi ve her türlü içsel değeri kaybetti. Ne yazık ki, herkes için olmasa da belli bir dereceye kadar buna geri dönüldüğünü düşünüyorum. Dolayısıyla, anlamadığımız bir düzeyde, bu enerjinin gezegeni bir şekilde dengelemek ve batıdaki insanların geçimine belirli bir temel gereklilik getirmek için hareket ettirildiğini düşünüyorum. Hindistan’dan gelen bir guru olan Swami Muktananda ile tanıştım. New York’un dışında Big Indian adında bir yerdeydi.
Bir keresinde bir çeşit Namaste yapmıştım, avuçlarımı birleştirmiş ve onu bu şekilde selamlamıştım, bunun yeterli olduğunu düşünmüştüm. Bana Thelonious Monk gibi görünmüştü. Komik bir şapkası olan bu esmer adam, komik dokuma renkli bir şapka ve elinde döne döne salladığı bir sopa ile yürüyordu. Elimi tuttu ve beni selamladı. Elimi tuttuğunda bende bir şeyler bırakmıştı, ben bunu o zaman için fark etmemiştim ama ikimizin arasında bir şeyler olduğunu anladım. İçeri girdim, ayakkabılarımı çıkardım, odaya girdim, önümde yerde oturan yaklaşık 12-15 kişinin arkasına oturdum. O bir yatakta oturuyordu, herkesin önünde bağdaş kurmuştu. Ben orada bağdaş kurmuş bir şekilde otururken, o insanların sorularını yanıtlayarak konuşuyordu, sonra birdenbire bana yöneldi, doğrudan gözlerimin içine baktı, hiçbir şey söylemedi, dokunmadı ya da başka bir şey yapmadı, ben o anda bedenimde başka bir varlık hissettim. Sanki bedenimdeki oymuş gibi hissettim. O sırada derin bir meditasyon halindeydim. Kendi başıma hareket bile edemiyordum. Gittikçe kendimin, benliğimin ve bedenimin dışına çıktığımı hissediyordum, bir noktada ellerim sanki havanın ortasına düşmüştü, artık orada değildim, o an bana geri döneceğime dair güven veren küçücük, minicik bir nefes referansı olduğunu hissettim. Ama dışarıda inanılmaz renkler ve güzel şeyler görüyordum; Buda, İsa ve tüm bu inanılmaz figürler oradaydı, yanıma baktığımda Muktananda yanımda uçuyordu. Bir süre sonra ne kadar sürdüğünü bilmiyorum ama daha sonra bana en az bir buçuk saatten fazla olduğu söylendi. Neredeyse bir kasırgaya baktığınızda nasıl bir noktaya geldiğini hissedersiniz ya, ben de tüm bunların göğsüme geri döndüğünü hissettim ve sanki bir gümbürtü ve sarsıntı gibi, bunun tekrar vücuduma geri döndüğünü hissettim. Bundan önce çok çok uzaklarda, sanki ormanda uzak bir yerdeymiş gibi bir müzik duymuştum ve geri döndüğümde benden 10 adım ötede dans edip şarkı söyleyen 15-20 kişi olduğunu görmüştüm ama bana çok uzakmış gibi gelmişlerdi. Muktananda hemen yanımda duruyordu, elini başıma koydu ve ben de bacağını tuttum, bacağına sarıldım, beni kaldırdı ve bana şöyle dedi:
“Yeniden doğdunuz, hayatınızda ne olursa olsun size yeni verilen şeyi asla kaybetmeyeceksiniz, o sizindir. Başka kimseye ait değil, o artık sizin”.
A.C: Bir gün, semazenlerin Brooklyn’e bir gösteri için geleceklerini duydunuz. Bu gelecek olanlar Mevlevi semazenleriydi. Bunu Sufi tarikatını kuran şair Rumi’ye olan hayranlığınız nedeniyle duymuştunuz ve doğal olarak onları evinizde ağırlayacaktınız. Bu, sizi okuduğunuz o şiirin kökenini öğrenmeye yaklaştıracak bir an olacaktı…
Shems: Mevlevi Semazenleri Brooklyn Müzik Akademisi’ne geldi ve ben de doğal olarak gittim. Bir sema yaptılar, daha sonra ben sahne arkasına gittim ve kendimi tanıttım, Türkiye’den gelmiş olan bütün o insanları toplayıp evime götürdüm. Hepsi geldi, onlara çay verdim, yemek ya da pizza gibi şeyler yedik, çay içtik, müzik çaldılar ve zikir yaptık, onlarla o gün büyük bir dostluk kurdum. Bunu onlar buradayken 10 gece boyunca her gece yaptık. Gittiklerinde bana dediler ki: “Siz de bizim gibisiniz. Ülkenin her yerine gittik ve bizi evine davet eden tek kişi sizsiniz, biz de böyleyiz. Bu yüzden Türkiye’ye geldiğinizde mutlaka gelip bizi görün.” Meğer bütün yaşananlar ekim ayı civarındaymış ve aralık ayı Mevlana Celaleddin Rumi’nin vefat ettiği günü yad etmek adına Mevlevilerce kutlanıyormuş. Yani Konya’da büyük bir sema kutlaması varmış. Bir arkadaşımla birlikte gitmeye karar verdik ve gittik. Oraya vardığımızda herkesin beni tanıdığını fark ettim. “Bu nasıl olabilir?” diye sordum kendi kendime. Ama geri dönmüşler ve New York’ta yaşayan Shems adında bir adamdan bahsetmişlerdi. Sokağa çıktığımda dükkân sahipleri gelip bana el sallıyor ve “Esselamu aleyküm, Shems” diyorlardı. Bu inanılmaz bir deneyimdi. Onlar giyinirken içeri girmeme izin verildi. Ben de onlar hazırlanırken hemen arka tarafta fotoğraf çekmeye başladım. Ben de bir fotoğrafçıydım ve daha sonra bir kitaba dönüşecek olan etkinliği ve her şeyi fotoğraflamaya başladım. O zamanlar Rumi hakkında var olan tek şey Nicholson ve Arbury’nin yazdıklarıydı, piyasada belki üç, dört kitap vardı. Semazenler üzerine bir kitap yazdım. Şimdi tabii ki Rumi üzerine yüzlerce, binlerce kitap var. Ama o günlerde bu kadar çok değildi. Sonra bir gün iri yarı bir adam, yanında kış olduğu için paltolu ve beyaz şapkalı bir halde, üç ya da dört adamla otelin lobisine geldi ve derviş olan herkes onları selamlamak için yanlarına koştu. Bu bir Şeyh’ti. İstanbullu bu şeyhin adı: Muzaffer Ozak el Halvetiyyü’l- Cerrahi idi. Yanına gittim, selam verdim, o da bana selam verdi. O gece Konya’da bir apartmanda zikir yapacaktı. Tabii ki beni de davet ettiler. Küçücük bir apartman dairesiydi, 70 kadar insan ayakkabı kutusu gibi küçük bir alana sıkıştırılmıştı, ben de duvara yapışmıştım ve içerisi çok sıcaktı. Şeyh ve dervişlerinden birkaçı bir daire oluşturmuştu. “Burada saatlerce bu şekilde kalamam” dedim. Beni bunu yapmaya iten neydi bilmiyorum ama gidip Şeyh ve halifesinin yanına, ikisinin arasına dizlerimin üzerine oturdum. Davet edilmedim, sadece gidip onları kenara ittim ve oturdum. Nedenini bilmiyorum, bu soruya cevap veremem. Zikir yapmaya başladılar, ben de zikri takip ettim. Bunu yapmak benim için oldukça doğaldı. Bu benim bir parçam haline gelmişti. Bu çok çok uzun zikrin çeşitli tezahürlerinden geçtik ve bu saatlerce sürdü. Bittikten sonra şeyh bana baktı ve: “Sen de bizim gibi zikir yapıyorsun” dedi ve gözlerimi öptü. Bana dedi ki: “İstanbul’a gelip beni görmeni istiyorum.” Ben de “İnşallah geleceğim” dedim. Gittim ve halifesine “Shems’i al, ona yemek ver ve bu gece tekkeye getir” dedi. Beni evine götürdü, daha sonra tekkeye gittik. İçeri girdiğimde ayağa kalktı ve kollarını kaldırarak bir şeyler söyledi. Ne dediğini 10 yıl boyunca öğrenemedim ama o günden sonra her şeyin adeta bir parçası gibiydim. Ne dediğini 10 yıl sonra bir otobüste öğrendim, bir grup derviş bir yere gidiyordu ve içlerinden biri bana dönüp: “Neden burada bu kadar kabul gördüğünü, tekkeye girdiğin günden beri bizden biri olduğunu ve kardeşimiz olduğunu hiç merak ettin mi?” diye sordu. Bu insanlar bana ne iş yaptığımı hiç sormadılar. Soyadımı bilmiyorlardı, hayattaki konumumun ne olduğu umurlarında bile değildi. “Sanırım bir süredir merak ediyordum.” dedim. “Sen içeri girdiğinde Şeyh Muzaffer ayağa kalktı ve “Bu bizim kardeşimiz, ona iyi davranacaksınız, o bizden biri” dedi. Ben bunu 10 yıl sonra öğrendim.
A.C: Türkiye’deki Sufi tarikatını tanımanız sayesinde, 9 yaşında okuduğunuz şiirin nereden geldiğini de öğrendiniz.
Shems: Bunun büyük İranlı Sufi şair Hafız tarafından yazılmış bir şiir olduğunu öğrendim.
“Ağladım çünkü ayakkabım yoktu. Sonra ayakları olmayan bir adamla tanıştım”.
A.C: Hayatınız, küresel bir ruhaniliğin Amerikan sahnesine çıkışının ve tıpkı kendisi gibi milyonlarca Amerikalıyı nasıl etkilediğinin harika öyküsünü anlatmaktadır. Sufi tarikatına katıldınız ve zamanın, mekanın ve ruhani hareketlerin ötesinden gelen bilgeliği birleştiren dünya çapında mistik bir yolculuğa çıkmaya hala devam ediyorsunuz.
Shems: Birisi Buda’ya dünyanın sorununun ne olduğunu sorduğunda: “Hiçbir zaman hiçbir şeyin yeterince yeterli olmaması” diye cevap vermiş. İnsanlar yaygara koparır ve altın için kazı yaparlarsa, sonunda altına sahip olabilirler ama sahip olacakları tek şey budur ve bu geçici bir şeydir, yani pek bir şey ifade etmez. Hafızanızda olan bir şeyi hatırlamazsınız. Yani bu sürekli böyle bir oyun. Bence yoldan çıkmış ve dünyaya dahil olmuş olanlar, geçici olan bir dünyaya çekilmenin cazibesine kapılırlar. Şeyhim hayatın bir köprü olduğunu söylerdi. Aklı başında kim bir köprünün üzerine ev inşa eder ki?
A.C: Peki bütün bunlar neyle sonuçlandı? Nereye gitmiş oldunuz?
Shems: Henüz hiçbir şey sonuçlanmadı, hala buradayım.
*Bu röportaj 15 Nisan 2014 tarihinde The Islamıc Monthly Dergisi için yapılmıştır.
** A.C. 2008’den 2018’e kadar editör olarak çalışmış ve burada röportajlara ve dünyanın dört bir yanından çeşitli deneyim ve bakış açılarına sahip içerikler getirmeye odaklanmıştır.
Bir Cevap Bırakın