Medeniyet; gelişmeyle birlikte eş zamanlı ilerleyen bir yozlaşma olabilir mi? Medeniyet kavramını bir renk ile ifade etsek, medeniyetin rengi sizce ne olurdu?
Uygarlık kelimesi ile eş anlam taşıyan “Medeniyet”; kelime anlamı olarak “şehre ait, şehirli” anlamı taşıyor olsa da, kavram olarak çoğumuzun aklında bir gelişmişlik düzeyini çağrıştırır. Bu gelişme; sosyal, siyasal, bilimsel, sanatsal, kültürel, teknolojik alanda ve ekonomi alanında toplumda kendini gösterebileceği gibi; geniş çerçevede maddi, manevi pek çok alanları kapsamaktadır. Medeniyeti oluşturan unsurlar olsa da, tek bir yazıda bütün unsurlara değinmek elbette mümkün değildir. Medeniyetin temel taşı insandır. İnsan unsuru olmadan medeniyet olmayacaktır. Bir insanın medeni olması nasıl mümkün olur? İnsanın, bu gelişmişlik düzeyine ayak uydurabilme becerisi ile birlikte, insanî vasıflarının da gelişmiş olması gerekmektedir. Kişilere saygısı ile konuşması ve davranışları ile duruşu, tutumu, vb. hâl ve hareketleri ile bilgisi ile kültürü ile kendisinin bireysel gelişmişlik düzeyini yansıtabilmesi ile mümkün olacaktır. Bireyin gerçek anlamda medeni olması, bu tutum ve davranışları çevresine gösteriş yapması için değil, özünde benimsemiş olması ile de ilgilidir. Göçebe toplumların yerleşik hayata geçmesi, tarım, zaman içinde ticaret ve sanayi ile uğraşması ekonomik, kültürel, mimari gibi pek çok alanı etkileyerek değer algılarını dönüştürmüştür. Günümüzde ise bilgi ve teknoloji çağı ile bu dönüşüm devam etmektedir.
Tarihin zaman tünelinde medeniyetlerin gelişimine baktığımızda, çoğu medeniyetin bir deniz ve/veya su kenarına kurulduğunu görmekteyiz. Topraktan yeşeren ürünlere hayat veren, insanların temizlik, beslenme ihtiyaçlarını karşılayan, ticarete yelken açan uygarlıkların ekonomik gelişiminde rol oynayan en önemli unsur, hiç şüphesiz sudur. Suyun içindeki çeşitli mineraller, suyu insan için vazgeçilmez bir yaşam kaynağı kılmaktadır. İnsan, yaşamını sürdürmek için suya her zaman muhtaçtır. Bu nedenle “su; medeniyettir” demek yerinde bir söyleyiş olacaktır. Suyun yüzyıllar ötesinden bize getirdiği kültürel ögeler de vardır. Örneğin su; bize aşk ve güzellik tanrıçası olan, işveli, cilveli, gönül alıcı Aphrodite’i getirmiştir. Hesiodos, Theogonia’da bu tanrıçanın Kıbrıs’ın deniz köpüklü dalgalarından doğduğunu anlatmaktadır. Dünyada bilimsel nitelikli sualtı kazıları ilk defa 1960’ lı yıllarda ülkemiz kıyılarında başlamış ve ele geçen buluntular 1964 yılında kalenin müze olarak düzenlenmesiyle Bodrum Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.
Ülkemizin tek, dünyanın en önemli sualtı arkeoloji müzesi olan 1995 yılı Avrupa Özel Övgü Ödülü’ne sahip Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde M.Ö 14.yy’a tarihlenen, 1982 yılında Antalya’nın Kaş ilçesine 8,5 kilometre uzaklıktaki Uluburun’un 60 metre açığında sünger dalgıcı Mehmet Çakır tarafından bulunan Uluburun Batığı, en eski batıklardan biri olma özelliği taşımaktadır. Akdeniz’de birçok medeniyete ait eserler, bu batık ile gün yüzüne çıkarılmıştır.
Uluburun Batığı Kazısı, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi ve INA tarafından yapılmıştır. Önce George Bass daha sonra Cemal Pulak’ın başkanlığında, büyük bir titizlikle onbir yıl süren sualtı kazısından çıkarılan eserler, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde Uluburun Salonu’nda sergilenmektedir. Gemi, bulunduğu dönemin deniz ticareti ile ilgili çok değerli bilgiler taşımaktadır. Bakır ingot ve kalay, geminin ana yükünü oluşturur. Gemide bulunan cam külçeleri, kil kavanoz, tunç aletler, devekuşu yumurtaları, mühürler, heykelcikler de gemiden çıkarılan kalıntılar arasında yer almaktadır. Gemide Mısır Kraliçesi Nefertiti’ye ait bir mührün de bulunması, geminin Mısır kraliyet gemisi olduğu yönünde atıfların da yapılmasına neden olmuştur. Batık, Akdeniz’in en önemli Geç Tunç Çağı buluntularından biri olarak kabul edilmektedir. |
Yine bu müzede Serçe Limanı Batığı’ndan cam objeler, terazi ve ağırlıklar, sikkeler, kurşun mühürler, mızraklar, kaplar çıkarılmıştır. Bozukkale Batığı, Yassıada Batığı’ndan ise çeşitli heykeller, çömlekler, amforalar çıkarılmıştır. Zaman tünelinde yolculuğa çıktığımızda medeniyetin yapı taşlarından birisi, geçmişi yaklaşık M.Ö. 3000’lü yıllara tarihlendirilen ve on farklı kent katmanından oluşan Troya kentidir. Deniz ticareti açısından önemli olduğu kadar, Homeros destanlarına konu olmuş ve Truva Savaşı’nın geçtiği kent, surları, sarayları, tapınakları, yaşam alanları, hazineleri, yerleşim ve gelişmişlik düzeyi ile medeniyeti bünyesinde barındırmıştır. Önemli bir liman kenti ve modern şehircilik açısından önde gelen şehirlerden birisi de, mermer yolları, çeşmeleri, anıtları, heykelleri, ibadet mekânları, hamamları, tapınakları, tiyatrosu, kütüphanesi ve yamaç evleri ile medeniyet ışığının yandığı, döneminin parlayan kenti, Efes’dir. Yamaç evlerde, her odanın mozaik ve mermer döşemeleri ayrı bir gelişmişlik ve incelik göstergesidir. Sanatsal bir zevk ve ahengin renkleri mozaiklerde göz kamaştırıcı şekilde ışıldamıştır. Ülkemizde pek çok şehir sosyal, siyasi, insani, dini, sanatsal, mimari ve kendine özgü kültürel özellikleri ile medeniyetin mihenk taşları olmuştur.
Antik Mısır Medeniyeti’nin piramitleri nasıl yaptığı hâlâ tartışma konusudur. Tepeden kuşbakışı piramitlere bakıldığında, Orion takımyıldızına göre hizalandıkları bilinmektedir. Hiyeroglifler ise tam olarak çözülememiştir. Mısır’ın ünlü firavunlarından II. Ramses’in Ebu Simbel Tapınağı’nda bulunan heykeline Şubat ve Ekim olmak üzere yılda iki kez, doğum gününde ve tahta çıktığı gün güneş vurmaktadır. Bugün bile çözülemeyen gizemler, Mısır Medeniyeti’nin ulaştığı düzeyi bizlere açıkça göstermektedir. Medeniyet, bir gelişmişlik, bir ilerleme algısı yaratsa da devinim her zaman daha iyiye doğru bir yönelimi mi getirmektedir? Mavi medeniyet, balığını, midyesini vb. değişik ürünlerini damak zevkimize sunarken, aynı zamanda, gemi batıklarını, amforaları, gemilerde taşınan yükleri ile dönemin ticaretine ilişkin bilgileri, savaşların ve tarihin izlerini bizlere karşılıksız verirken acaba biz bu medeniyete neler verdik? Tarihsel süreç içinde denizden çıkarılanlar ile günümüzde denizden çıkarılanlara baktığımızda, bugün ne yazık ki insanların çöplerini görmekteyiz. Her dönem kendi içinde iyiyi ve kötüyü elbet eş zamanlı barındırmıştır ancak terazinin hangi kefesinin ağır bastığı önem taşımaktadır. Sizce günümüzde terazinin hangi kefesi ağır basmaktadır?
Zaman içerisinde medeniyetlerin geliştiği şehirler, değer yargılarına göre yenilenmiş, dönüştürülmüştür. Konstantin’in İstanbul’u ile Fatih’in İstanbul’u aynı değildir. Tarihi değerler korunarak, şehir dönüştürülmüştür. Örneğin; Topkapı Sarayı, Kapalı Çarşı Fatih Sultan Mehmet döneminde inşa edilmeye başlanmıştır. Toplumsal dinamikler, medeniyete katkı sunan dinamikleri yaratmıştır. “Medeniyete yön veren insan mıdır yoksa insana yön veren medeniyet midir?” Şehirler, insanlar tarafından değiştirilip dönüştürülse de, insanlar da şehirler tarafından değişime ve dönüşüme uğramaktadır. İnsanın dinamikleri ile şehrin dinamikleri ortak paydada buluşabildiği anda, karşılıklı etkileşim başlamış demektir. Örneğin; köyden şehre göç eden bir insanın yaşamı artık köyde yaşamaya alıştığı şekilde olmayacaktır.
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
…
Yahya Kemal Beyatlı bugünkü İstanbul’u görseydi acaba aynı dizeleri yine yazar mıydı? Bugün İstanbul’a bir tepeden baksak, görebileceğimiz teknolojik gelişme ile göz açıp kapama süresinde bitirilen kocaman gökdelenlerimiz, birbirinin üstüne çıkmış gibi duran yüksek binalarımız, estetikten yoksun, sağlamlığı bile insan canına zarar betonarme yığınlarımız var. Bu yığınlar içinde, çoğunlukla apartmanlarda yaşayan, birbirlerini hiç tanımayan, tanısa da selam bile vermeyen hatta diğer komşuları için, gürültüleri nedeni ile kendilerinin uyandığı zaman uyanıp, uyuduğu zaman uyumak zorunluluğu oluşturan bencil, gürültücü, saygısız komşular oturabilmektedir. Apartmanlarda birbirimize yabancılaşarak ve komşuluk değerlerini unutarak yaşayan medenileriz.
Lokumlu kahvelerin yerini buzlu, pardon “ice”lı kahvelerin, -yeni ve gelişmiş kültürde böyle söyler şehirliler dediğimiz- medeni isimli “mochaların, lattelerin, vb.” aldığı bir dönüşüm düzeyi…
“Komşuda pişer, bize de düşer” denilen mis kokulu ev yemeklerinin yerinde “hızlı tüketim” yemekler ve dondurulmuş gıdalar ile beslenmeler, şehirlilik göstergesinin olmazsa olmazlarından.
Güzel Türkçe’mizdeki harfleri yuvarlayarak ve lastik gibi uzatarak, dili ağzın içinde en yüksek yapaylıkta döndürüp konuşmak da, Türkçe karşılığı; büyük ticaret merkezi olan ancak gelişmiş şehir dilinde plaza olarak adlandırılan kültürün ayrılmaz bir parçası haline gelmiş. Mahalle kültürü yerine artık “plaza kültürü” var. Türkçe karşılığı olan kelimelerin yerine yabancı kelimeleri kullanmak da yüksek bilgi ve kültür seviyemizin göstergesi kabul edilmekte. “Kendi kültürünü küçümseyen ve özümsemeyen bir toplum, gelişmişlik düzeyi yüksek olan kendi medeniyetini oluşturabilir mi ya da böyle bir medeniyete yön verebilir mi?” Peşinden hırsla koşturulduğumuz maddi sahiplenmeler için harcadığımız zamanlardan dolayı, artık menfaatlere yenilmiş dostluklara, arkadaşlıklara da ayıracak zamanımız yok. Günümüz modern kavramı olan ”Kaliteli Yalnızlık” senfonisini hayatımızdan eksik etmiyoruz çünkü “Kaliteli Dostluklar” bize çoktan unutturuldu.
Çok değerli sanatçımız İlhan İrem’in “Görüşmeyelim” isimli şarkısında söylediği sözleri burada yazmadan geçemeyeceğim:
“…
Dostlarım da değişti, metamorfoz sancısı
Al takke ver külahla, başka yolun yolcusu
Yükselen değerler, eğilimler, cilalı imaj devri
Yeni dünya düzeni, kaç perdelik komedi?”
Son model cep telefonlarımızdan gönderdiğimiz bir mesaj ile ekranların yapay ilişkileri içinde son derece medeniyiz. Mesaj dediysem yanlış anlamayın sakın. “Mrb.”, “Tşk.”, “Slm.”, “Grşz.”… İki kelime yazmaya bile zamanımız yok çünkü medeniyiz. Tüketilen zamanların azlığında hep acele işler peşindeyiz. Öyle ki, her türlü donanımlı araçlarımız var ancak trafikte bir araba öne geçebilmek için cinayetler işlenebilen medeniyetin gelişmişlik düzeyi yüksek insanlarıyız. Öyle ya, şehirliyiz çünkü şehirde yaşıyoruz ancak bedenimiz hızla koşarken, nerede unuttuğumuzun bile farkında olmadığımız ruhumuzu hiç aramıyoruz. “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” felsefesinin yerini, anlam veremediğimiz cani bir medenilik almış. Her gün birbirini döven, öldüren, silahla vuran, bıçaklayan, işkence yapan bir medenilik girdabının içinde, sıranın bizi es geçmesi için rus ruleti gibi dönüyoruz. Oysa kendi içinde gerçek bireysel medeniyetini kurmuş Mustafa Kemal’in, Fatih Sultan Mehmet’in, Mimar Sinan’ın, Mevlana’nın ve daha birçok kendi insanî medeniyetlerini kurmuş atalarımızın, değerlerimizin çocukları, torunları, mirasçıları olduğumuzu unutmuşuz.
Son model arabalarımızın camından sigara izmariti ya da kâğıt mendil fırlatmayı kolaylık bellemişiz. Caddeleri, sokakları adeta çöp kutusu yaparak medenileşmişiz. Her türlü değer yargılarımız tahrip edilmiş. Sömürülmüş kültürlerden yeniden doğan medenileriz. İlerlediğimiz bir gerçek ancak hangi yönde ilerlediğimizi bizler de bilmiyoruz. Bilmeye zamanımız yok. Bu nedenle önümüze sunulan dayatmaları bilmek zannediyoruz. Sadece televizyon izlemeyi, internetten haber okumayı, bilmek sanan kültürlü şehirlileriz. Yüksek paralar ödeyerek çocuklarımızın ellerine verdiğimiz tam donanımlı, teknoloji harikası bilgisayarları ve cep telefonlarını kullandıkları için onları takdir ediyor, gelişmişlik düzeyi diye alkışlıyoruz. Hatta “Bu bilgisayarlar ve cep telefonları olmadan önce biz ne yapıyorduk?” diyerek, hatırlama sorunumuz olduğunu ortaya koyuyoruz ancak buna da neyin neden olduğunu bir türlü bilemiyoruz. Bilmek istemiyoruz. Sonra kitap okumayı zorunluluk olarak gören çocuklarımızı, okuduklarını anlamadıkları için yine yüksek paralar vererek psikologlara götürüp çözümler arıyoruz. Çünkü medeniyiz.
Geliştiğimizi göstermemiz gereken maddi varlıklarımızı başkalarının gözüne sokmaktan keyif alan şehirlileriz. Daha çoğuna sahip olmalı ve üstünlük yarışını elden bırakmamalıyız. Yoksa attığımız havalar yere çakılır. Maddi varlıkların peşinde koşarken, manevi varlıklarımız lekelenmiş, bu lekeleri çıkartamıyoruz. Şehirde mekân, mekânda insan algısının nasıl ve nereye evrildiğini göremeyen medenileriz. Kirlettiğimiz denizler, göller, akarsular, tahrip ettiğimiz doğa, yok ettiğimiz yeşil alanlar, yaktığımız, kestiğimiz ağaçlar adeta bizlere kızgınlığından olsa gerek, önceki dönemlerin ve atalarımızın bizlere bıraktığı medeniyetin kaliteli izlerini çoktan silmiş. Gökyüzünün mavisinde egzozlu oksijenleri soluyan medeniler olmuşuz. Elinizde bir fırça olsaydı şu an medeniyeti hangi renge boyardınız? Maviden griye dönen bir renge mi yoksa yeşilden siyaha çalan bir mateme mi? Kendi bireysel medeniyetlerini kurabilen toplumların medeniyete yön veren insan rengine mi yoksa başkalarının çizdiği gölge medeniyet tablosunda kaybolan insan rengine mi?
Bir Cevap Bırakın