Romanya’ya H. Hesse’nin kurduna belki rastlarım umuduyla geldim. Romanya’daki Karpatlar, Avrupa’nın en büyük kurt sürülerinden birine ev sahipliği yapıyor.
Karpatlar otel odasının penceresinden görünüyorlar: Kurt soyunun dağları. Bu dağların havası serttir ama ruhu diri tutar. Bir çekirdeğin içinde bir ormanın gizli olduğunu; her insanın içinde, çok uzun süre yalnız kaldığında, bir kurdun uluduğunu anlatırlar. Rüzgarla konuşan ağaçları, geçmişin yankılarını, iç içe geçmiş hırsları, arzuları ve aldanışları getirirler. Donmuş havada yankılanan uzun kurt ulumaları yükselip alçaldıkça, dünyanın ‘soğuk’ gereksiniminin melodisini; vahşi olana, ham olana, kanlı olana duyulan arzuyu hissedersiniz.
Romanya’nın siyasi tarihi, kurda dönüşen insanın, içindeki ilkel, yırtıcı içgüdülere teslim olduğu bir tarih. Romanya’nın siyasi tarihi, kurt adamların tarihi bir bakıma. Her insanın içinde uyuyan hayvansı yanın alegorisi olarak kurt adamın…
Türk Asena anlatısında da kurt, soyun devamını sağlayan bir kurtarıcı olarak milletleştirilmiş ve mit, siyasal kimlik inşasında işlevsel bir simgeye dönüşmüştür.
Kurt, seküler bir mit aslında. Tarihin bir mit aracılığıyla yeniden kurgulandığı resmi anlatı, kurdun aşırı milliyetçiliğin arketipine nasıl dönüştüğünü göstermeye yarayan başka bir yazının konusu.
Nazizm, mitin lanet ve trajediyle yüklü anlamını silip, onu kahramanlığın ırksal bir arketipine dönüştürdü. “Kurt adam” artık, Reich’ın direnişçisini, Alman halkının vahşi, dizginlenemez ve ölümsüz ruhunu temsil ediyordu.
Romanya da, şiddeti yücelten, militarize edilmiş, insanlığından arındırılmış, ölüme tapan ideolojik arketipin (Kurt adam) soy zincirine bağlanarak, General İon Antonescu iktidarında 1941’de Sovyetler Birliği’ne karşı Alman ordusuna katılıp Doğu Cephesi’nde savaştı.
Rumen derin devlet anlatısının kurt miti, Ortodokslukla harmanlanmış köylü folklorunun, ırksal saflığın, soykütüksel kibrin (hubris) ideolojik bir yorumunun sahiplenilmesi olarak öne çıktı.
18 Aralık 1989 Pazartesi günü. Romanya’da sıcaklık, 5°C’nin üzerine çıkmıyordu. Karadeniz sahillerinde tatilci yoktu ve her Rumen’in aklında tek bir düşünce vardı: yaklaşan kış mevsimini tetikleyecek olan kaçınılmaz elektrik kesintileri için odun, gaz veya kömür stoklamak. Komünist Gençliğin gazetesi “Scinteia Tineretului”, Çavuşesku ve eşi Elena’yı bekleyen trajik sondan habersiz, lideri yücelten iki haberin arasında kolay yoldan ısınmanın yollarını açıklıyordu.
Yeni bir tarih çağına giriyordu Romanya. Herkesin tarih yazabileceği bir çağa…
Tarih, her zaman yalnızca tarihi yapanların hikayesi oldu. Değişen, tarihi yapanların kimliğiydi sadece.
1989’daki Tarih, aynı mekânı işgal etme hakkı olmayanların aynı imgeyi işgal edebildiği zamandı. Kadük Makyavelik prenslerin ve kalabalıkların aynı ışığı ve aynı imgeyi paylaştığı andı. 1989’da Romanya onları, olamayacakları yerde ve yapamayacakları şeyleri yaparken görüyordu.
Nitekim Çavuşesku ve eşi Elena bir hafta sonra 25 Aralıkta Târgoviște askeri garnizonunun avlusunda kurşuna dizildiler.
Halkın arasına karışmış kurt adamlar, “Diktatör öldü; şimdi Tanrı’nın dönüş zamanı” diye bağırıyordu. Optik illüzyon, aldatıcıydı oysa.
Orwell’in “özgür” dünya fantezilerini besleyen rejimde ansızın her şey tüm çıplaklığıyla görünür olmuştu. Çavuşesku rejimi, sosyalizm falan değildi; herkesin olamayacağı yerde olma ve yapamayacağı şeyi yapma yanılsamalarının doğrulanmasının[1]; imajın, imgenin rejimiydi.
Bu yüzden Romanya’ya, görüntülerin, imgelerin arka planının mekaniğine bakarak dalmalısınız.
25 Aralık 1989’da hiçbir dışsallık, hiçbir mesafe yoktu: görüntülerin, imgelerin arasında, ortasındaydı herkes, tıpkı onların, kalabalıkların arasında olmaları gibi. Asıl soru, onların arasında nasıl hareket ettiğiniz, onları nasıl dolaştırdığınızdır.
Çavuşesku ve eşinin teatral yargılanmaları sırasında kameranın jüri odasına yerleştirilmiş olması, sözde devrimcileri masum saymayı imkânsız kılıyordu.
Kanlı devrimden geriye Çavuşesku’nun idam edildiği son kare kalmıştı. İşkence gören adamın yüzüne yapılan yavaş, beceriksiz yakınlaştırma, sahte bir gerçeklik havası vermeye yönelikti. Oysa ‘ölüme bakışsızlığın endüstrileştirilmesiydi’ sözkonusu olan.
Karamsarlığı örgütleyen, siyasi eylemde imgenin kapsadığı bir alanı keşfetmekten başka bir şey ifade etmeyen bir kadraj. Tek ve son kadraj, devrimi başladığı aynı noktaya, nihilist şiddet momentine, geri döndürerek sonlandırıyordu. Bu gecikme aynı zamanda Tarih’in de gecikmesiydi; üstelik, hızla ilan edildiği gibi, (Tarih’in) sonu değildi.
Aralık 1989’daki Romanya devrimi, komünizmin sonunu getirdiği gibi, uzun bir süre kolektif imgeleminin yeniden ele geçirilmesini de engelledi.

Rumen halkı, Napolyon’u at sırtında, Lenin’i trende, Hitleri Wolfsschanze’de (Kurt ini) gördü. Çavuşesku’nun siyah beyazdan renkliye geçişini gördü. Onu Kraliçe II. Elizabeth, Nixon ve De Gaulle ile birlikte gördü. Los Angeles’taki Universal Stüdyoları’nı ziyaret ettiğini gördü. Ama her şeyden öte, onu Bükreş’in balkonlarından, Çin ve Kuzey Kore’de, stadyumlarda uyum içinde yeniden oluşturulan imajını seyrederken gördü. Ve gün geldi halk, farkında olmadan, taraf değiştirdi. Anlayacağınız, film mümkünse, hikâye de mümkündü.
Romanya’da 2004-2005 yıllarında, derin bir siyasi dönüşüm ve popülist coşkunun ortasında tuhaf bir kakofoni ortaya çıktı. Post-Çavuşesku yılları, zamanın ve mekanın giderek parçalanmaya başladığının işaretleriyle doluydu.
Hayal kırıklığına uğramış gençlerin göç ettiği, kasvetli ve gerileyen demografik yapısıyla ülke, kimlik krizlerinin arenasına dönüştü.
Devrimden sonra birbirini izleyen neo liberal iktidarlar, resmi temsil binalarını terk edip, daha doğrusu dünyayı yanılsamalarıyla algılamaktan vazgeçip, işaret ve imgelerden oluşan yeni bir siyasal ekonominin altyapılarına dağılırken, kendi ayrıcalıklı oligarşilerini yarattılar.
Bükreş’te, iktidarda olan siyasi elitler ve komünizmin anılarını ve miraslarını reddeden genç nesiller, Batı ile çok yönlü bir bağı savunuyor ve yaşıyorlar. Ülkede Batı, karmaşık temsillerle ifade ediliyor.
Romanya’da, demokratik kültür geleneğinin yokluğu, apaçık ortada. Demokratik siyasi sözleşme, geçici bir karakter arz ediyor.
Avrupa Birliğine üye Romanya’da örneğin sokak çocuklarına, fuhuş şebekelerine veya hatta Romanya’daki Roman toplumuna yönelik ayrımcılık hâlâ had safhadadır.
‘Yoldaşların’ kırk yılı aşkın iktidarından miras kalan gizli ittifak hâlâ güçlü, ancak bu gizli ittifakın ideolojik meşruiyeti yok. Çavuşesku’lara yakın hiçbir eski isim, bu gömülü geçmişle övünmüyor, yine de eski dayanışmalar, hâlâ mevcut.
Çavuşesku’ya sadık kalanların bir kısmı, 1990’ların başında aşırıcı Büyük Romanya partisinin saflarına katıldılar.
Ülkede Sovyet karşıtı duygudan bile daha baskın olan Rus karşıtı duyguyu hissediyorsunuz. Rus karşıtı refleksin bu kültürel çerçevesi, komünist dönemde kamuoyuna yasaklanan, iki savaş arası dönemde Romanya’nın Bolşevik karşıtı sağ kanadının yazılarının sistematik ve aceleci bir şekilde yeniden yayımlanmasıyla daha da güçlendi.
Churchill ve Roosevelt’in Orta Avrupa’yı ve Balkanlar’ın bir kısmını Sovyetler’e devrettiği Yalta’ya yapılan olumsuz atıf, paradoksal olarak, Londra veya Washington’a karşı hiçbir düşmanlık ifade etmiyor.
Romanya’da, Yalta travmasıyla birlikte, alanı batıya, Uzak Batı’ya, Amerika Birleşik Devletleri’ne, bir telafi yarışına açık bırakan bir mitle, bir inkârla karşı karşıyasınız. Tarihin bu yeniden inşasında, sanki tek suçlu sosyalistlermiş gibi…
Amerikan ve İngiliz aktörler bağışlanıyorlar, Stalin ve emperyal emelleri, sonlanmak bilmez bir ressentiment’le kınanıyor. Görünen o ki, haziran 1944’teki Normandiya Çıkarması’nın ardından özgürleşen ülkeler korosu, bencil ve pervasız davranıyor.
Halkların karakterleri var mıdır bilmem ama Romanya’da, ister Çavuşesku’ların dönemi olsun ister post-Çavuşeskist dönem olsun, hep bir “ulusalcı” mit hakim oldu.
Yer yer kanlı tezahürleriyle ortaya çıkan bu mit, Transilvanya’daki vampir figüründe, özellikle Dracula mitinde, yabancıya duyulan korku, kanın ve “saf ırkın” takıntısı, ulusal hubris (kibir), ölüm ve ölümsüzlük arzusu gibi temalarla faşizmin arketipsel biçimlerini çağrıştırıyor. Vampir, faşizmin yaşamı sömüren, ötekini yok ederek kendini ölümsüzleştirmeye çalışan karanlık arzusunun simgesi haline geliyor.
Romanya, Roma ve Bizans’ın mirasçısı olarak, Avrupalı Hristiyan kimliğinin temsilini, aşırı milliyetçi argümanlarla harmanlıyor.
Savunmacı bir kurban zihniyetinden, milliyetçi bir üstünlük kurmaya doğru savrulan bir söylem.
Ne Doğu’da ne de kötü şöhretli Balkanlar’da belirsiz bir konumda bulunan Romanya, jeopolitik avantaj arayan diplomatik söylemin cömertçe yerleştirdiği köprüde, kavşakta, kaybolma riskiyle karşı karşıya. Bu söyleme göre Romanya, her yerdedir, burada, Doğu’da ve nihayetinde, bünyesinde barındırdığı birleşimler ve sentezler arasında hiçbir yerde.
Kimlik temelli melankoliyle özdeşleşen bir uğrak var Romanya’da: Ortodoks kurumu. Bazı üyeleri aşırı sağa yakın.
Kamuoyu politikacılara güvenmese de, Rumenlerin çoğunluğunun kilisesi olan Ortodoks Kilisesine güveniyor. Rumen Ortodoksluğunun görmeyi umduğu Avrupa, Hristiyan bir Avrupa.
Oysa Avrupa’ya ait olmak, tarihin ve hafızanın trajedilerinden uzaklaşma olgunluğuyla birlikte gelmeli.
Parlamento Sarayı, “Drakula” efsanesinin mekânı Bran Kalesi, Ortaçağ sokaklarıyla ve Kara Kilisesiyle Brașov, Gotik mimarisiyle Transilvanya’nın kalbinde uyuklayan Sibiu, tarihi kasaba Sighișoara, kültür başkenti Timișoara, ahşap kiliselerin ve geleneksel köy yaşamının pastoral şiiri Maramureș, boya freskli manastırların kenti Bukovina ve Karpat Dağları: doğa yürüyüşlerinin dinginliğini ve kış sporlarının büyüsünü bir araya getiren masalsı sığınak.
Halk Evi (Casa Poporului), yani bugünkü adıyla Parlamento Sarayı, Nikolay Çavuşesku’nun yaptırdığı devasa bir yapı. 1980’lerde Çavuşesku’nun “sosyalist rönesans” adını verdiği yeniden yapılanma projesi kapsamında inşa edilmişti. Amaç, “yeni bir halkın ihtişamını” simgeleyen ideolojik bir anıt yaratmaktı.
Halk Evi, dünyanın en büyük binalarından biri. Pentagon’dan sonra ikinci sırada. Çavuşeskist megalomaniyi, Makyavelik bir prensin halkın sefaletine rağmen kurduğu gösterişli iktidar mabedini temsil ediyor: Foucaultcu Panoptikon resmen.
Halk Evi, Prometheusçu bir sapkınlık, kentsel bir ucubelik bence. Muazzam büyüklüğü, tek bir adamın gücünün mutlak gücünü değil, tam da yok oluşunu gizliyordu. Yanılsama zaten ortadaydı. Bir yanılsamaya saldırmanın bir anlamı yoktu.
Halk Evi bugün, aynı işlevi bir paravan anıt, daha doğrusu sözde Avrupa demokrasisinin bir arınma (katarsis) anıtı olarak yerine getiriyor!
Mimari, güç ve iktidar ilişkilerinin görünür hâle geldiği bir alan.
1982’den itibaren yedi Ortodoks kilisesi, Sosyalizmin Zaferi Bulvarı’nın hizasını oluşturan kalın sahte binaların arkasına taşındı.
Bükreş’in mimari makinelerinden olan balkonlar, teraslar, pencereler, siyasi gösteri amaçlı araçlar iken, 1989’da gerçeği manipüle etmenin ve keskin nişancıların mekanları haline geldiler.
Bükreş’te pencere, mermilerin ve görüntülerin fırlatıldığı aynalı bir cihaz, bir görüntü makinesi ve bir ateşleme nişi gibi işlev gördü. Göz ve mermi; hedef ve göz bebeği.
Aralık 1989’un o son günlerinde, Romanya’da katot ışınlı tüp körlüğüne siyasi körlük de eşlik etti. Simülasyon ufkunda, dünya yok olmakla kalmadı, varoluşu bile sorgulanamaz hale geldi.
Sokaktaki bu ani katot şeffaflığının gerçekliği, ilk görüş çerçevesinin şeffaflığından geçerek, mimari bir araç olarak pencereyi Kafkaesk pencereye dönüştürdü. Hatırlayınız, Kafkaesk pencere, dış dünyaya açılmaktan ziyade içe kapanan, “dışarısı” ile “içerisi” arasındaki geçirgenliği bozan, varoluşu seyretmek yerine onu tedirginlikle yansıtan bir “aradalık” mekânıydı.
Ülkeden ayrılırken Bükreş’te gökyüzü, gerçek bir cismin gümüş aynaya yansıyan sanal görüntüsü gibi duruyor.
İçimde bir kurdun ulumasını duyuyorum; vahşi, hüzünlü ve yalnız bir kurdun ulumalarını… Gecenin içine, kendi soydaşlarına, yoldaşlarına doğru çıkmak ister gibi, özgürlük için, ay için, duvarların ve aklın ötesindeki o çıplak hakikat için, vahşi yaşam için uluyan bir kurdun…
[1] Jacques Rancière, buna “zeka komünizmi” diyor.


Bir Cevap Bırakın