KLASİK ŞİİRİN GÜNÜMÜZE IŞIK TUTAN BEYİTLERİ

Tanzimat dönemiyle yoğunlaşan Batılılaşma hareketleri edebiyat alanında etkisini gösterirken “aydınlanma, modernite, ilerlemecilik” gibi eğilimler Türk şiirinin merkezine yerleşir. Bu süreçte “eski” bir gelenek olarak kabul görüp çağın gerisinde kalan şiir anlayışı diye değerlendirilen Divan şiiri/klasik şiir bir tür bastırılma aşamasına geçer. Bu bastırma sürecinin özneleri kendini “ilerici” bir konumda görürken karşısına aldığı klasik şiir taraftarlarını “çağın gerisinde” olmakla itham etmişlerdir. Medeniyet tartışmasına dönüşen bu sürecin edebiyata yansıması tam olarak yönünü tayin edemeyen Ziya Paşa’nın “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/ Dolaştım mülk-i islamı bütün virâneler gördüm” beyitine yansımıştır.
Batılı eğilimle sürdürülen modernleşme pratikleri çok kısa bir zaman diliminde klasik şiire duyulan ilgiyi azaltır fakat bu ilginin azalmasının diğer nedenleri arasında klasik şiiri sadece inanç alanıyla ilişkili gören anlayış da bulunur. Klasik şiirin bazı beyitleri günümüzün tartışılan konu ve sorunlarına ışık tutar, parça güzelliği olarak öne çıkan bazı beyitler çağını aşıp evrensel insan gerçeğine yönelecek niteliğe sahiptir.

Günümüzün en çok tartışılan konularından biri ideolojidir. İdeolojiyi zihni çarpıtma/manipüle etme mekanizması olarak değerlendiren yaklaşımlar olsa da ideoloji, bireyin dünyayı algılama noktasında taktığı gözlüktür. Dünyanın dolaysız biçimde nesnel şartlar içinde değerlendirilmesi ya da çarpık bir bilinçle somut gerçekliği olduğundan farklı biçimde algılamak ideolojinin sonucudur. Bu bağlamda Hayali Bey’in meşhur “Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler/ O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” beyiti farklı ideolojik aygıtlar devreye konularak kişinin bilincinin çarpıtılmasını açıklayabilecek derinliğe sahiptir. Deniz içinde olduğu hâlde denizi bilmeyen balıklarla ideolojik manipülasyona uğratılmış çarpık bilinçler arasında bağ kurmak mümkündür. Balıklara içinde bulunduğu denizi düşündürmeyen süreç ve mekanizma, bugünün toplumlarını oluşturan bireyler için de çevreyi somut gerçekliklerle algılatmayacak yapıdadır.[1] Hayali Bey’in dönemi açısından insan nefsi diye açıklanabilecek engel, bugünün toplumlarında tüketim, reklam, gösteri ve görünme ihtiyacı, sosyal medya, haz ve hızdır. Her dönemde bilinci çarpıtan mekanizma farklı pratiklerle kendini yeniden üretmektedir. Bu bağlamda imaj, tüketim, gösteri kavramlarının bireyle ilişkisini gösterebilecek “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok/ Nice elbiseler gördüm içinde insan yok” beyitiyle bugünün reklam diline yansıyan “Susuzluk hiçbir şey, imaj her şey!” sloganı birbirini tamamlar.

Gösteri toplumunun önemli özelliklerinden biri insanların niteliğe değil niceliğe ve sahip oldukları metalara önem vermesidir. Klasik şiire yansıyan insan-kıyafet ilişkisi tüketim ve imaj sorununa ışık tutar. İdeoloji konusuna tekrar dönüldüğünde rıza üretimi tartışması açılır. Rızanın üretimi ideolojik aygıtlarla (eğitim kurumları, medya, dini kurumlar vs.) söylem düzeyinde gerçekleşir fakat bunların yetersiz kaldığı noktada baskı/zor aygıtları devreye girerek “düzen” sağlanır. Bu bağlamda Ziya Paşa’nın “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir/ Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” beyiti rıza-zor sürecini nush, tekdir, kötek aşamaları üzerinden açıklar. Egemen sınıfların, otoritenin, statükonun kendini var edebilmesi de benzer sürecin işletilmesinden geçer. Sosyal psikolojinin çalışma alanına giren otorite-kitle ilişkisi bağlamında rızanın üretilerek liderin kültleştirilmesi ve gerçeğin çarpık bilinçle algılanması süreci Yenişehirli Avni’nin “Şeyh uçmazsa kerametle eğer/ Mu’tekitler uçurur tâ be kamer” beyitinde işlenir. Geniş grupların, grup dinamiğinin ve kitle hareketlerinin incelenmesinde öne çıkan konular arasında liderlik-kitle-otorite-meşruiyet-rızanın üretimi kavramlarının birbirleriyle ilişkileri yer alır. Şeyhin kerametiyle müritlerin çarpık bilinci arasındaki ilişki sosyal psikolojinin çalışma alanına girer. Divan şairinin bu gözlemini şiire yansıtması erken dönem sosyoloji çalışmaları açısından önem arz eder.

Zaman kavramı filozoflardan bilim insanlarına ve sanatçılara kadar birçok dönemde tartışma ve araştırma konusu olur. Zamanın ne anlam ifade ettiği, nesnel mi öznel mi bir zemine yaslandığı, nasıl işlediği gibi sorular gündeme gelir. Özellikle fizik araştırmalarında zamanın göreceliliği üzerinde durulmaya başlandıkça zaman kavramı yeniden yapılandırılmaya başlanır. Özlem duyarken, depresif bir ruh hâlindeyken, birini ve bir sonucu beklerken zaman genişler ve yavaşlar fakat tahammül sınırları daralır; sevinçli ve eğlenceli zamanlarda, mutlu olunduğunda, yapılan işten keyif alındığında zaman daralır fakat hızlı bir şekilde geçer. İki karşıt durumda bulunan insanlar için bir saat, bir gün ya da bir gece farklı hızlarda geçer, bu da zamanın öznel bir algıyla işlediğini gösterir, bir saat herkes için farklı hızda geçer. Bu bağlamda Sabit’in “Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir/ Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat” beyitinde en uzun geceyi astronomiyle uğraşanların ve namaz vakitlerini ayarlayanların bilemeyeceğini, keder bağımlısı kavuşamayan âşıkların en uzun geceyi bileceğini dile getirmesi zamanın öznel bir algıyla uzayıp kısaldığını gösterir. Günümüzün fizik teorilerinin ulaştığı zamanın göreceli yapısına klasik şiirde vurgu yapılmıştır, bu anlamda örnek teşkil eden beyitler kaleme alınmıştır.

Varoluş özellikle Descartes’tan beri önemli bir tartışma konusu olur. Descartes, insanı kendi varlığı üzerine düşünebilen bir canlı olarak ele alır. İlerleyen çağlarda varoluşçuluk felsefe akımları içinde önemli bir yere sahip olur. Bu akımın düşünürlerine göre insan önce var olur, sonra varlığına bir öz arar. Ölüm gerçeğine rağmen dünyada kalma insan için önemli bir sorun teşkil eder fakat bu aşamada varlığın aşkın bir ideale, amaca, anlama bağlanması özün oluşmasına katkı sağlayıp ölüm gerçeğine rağmen yaşamı anlamlı kılar. Eser bırakmak, üremek, ağaç dikmek yaşadığımızın birer kanıtına dönüşen eylemlerdir, yaşamda iz bırakmak denilebilecek bu süreç Bâkî’nin “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal/ Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” beyitinde dile getirilir. Bu alemde Davud gibi ses bırakmak yaşamda iz bırakmakla eşleşir. Şairin yaşama bırakacağı iz ise ses özelliği taşıyan dizeleridir. Zamanın karşısında varlığın gelip geçiciliğinin verdiği varoluşsal acı ise Taşlıca Yahya’nın “Ademoğlu âleme üryân gelir üryân gider/ Nâle vü efgân ile giryân gelir giryân gider” beyitinde dile getirilip dünyaya gelirken ve dünyadan giderken dökülen gözyaşı vurgulanır.
Diyalektik, felsefede bir yöntem olarak geliştirilip idealist ve materyalist filozoflar tarafından kullanılır. Eski Çin felsefesi dahil birçok toplumun düşünme ve hayatı algılama biçiminde diyalektiğin izlerine rastlanır. Her iyide kötü, her kötüde iyi bulanabileceği yönündeki Çin felsefesi diyalektikte yer alan karşıtların birliği ve savaşımı ilkesiyle örtüşür. “Gündüz varsa gece de vardır” gibi önermeler her şeyin karşıtıyla var olduğunu ve karşıtların birbiriyle savaşım içinde olduğunu göstermeye yöneliktir. Bu bağlamda Nâbi’nin “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz/ Biz neşâtın da gâmın da rüzgârın görmüşüz” beyiti insan yaşamının acı ve tatlı zamanlarla iç içeliğine işaret eder. Aynı şekilde Hayali Bey’in “Şikâyet kılma zulmünden nazar kıl ol hat ü hâle/ Ki bitmez bu çemende hârsuz gül dâgsuz lâle” beyitindeki çiçek bahçesinde susuz gül ve dağsız lalenin bitmeyeceğine yönelik vurgu diyalektik yöntemin çelişkinin içte olduğuna ve karşıtların bir aradalığına yönelik yaklaşımıyla örtüşür.

Divan şairlerinin kaleme aldığı beyitler arasında günümüzün bilişsel terapi anlayışında geçen “kendini gözlemenin-bilmenin” önemini, insanın düşünce-eylem uyumunu (Ayinesi iştir kişinin), hümanizm yaklaşımındaki gibi insanı merkeze almayı vurgulayan ifadelere rastlamak mümkündür. Benzer şekilde feda, ideal, bedel, kararlılık ve mücadele gibi süreç ve eylemlere yönelik beyitler de klasik şiirin üretimleri arasındadır. Son yüzyılı aşkın süredir klasik şiirin bastırılıp terk edildiği iddia edilse de modern Türk şiirinde etkisini sürdürdüğü görülebilir. Bu noktada klasik şiirin ünlü beyitleri yeniden okumayı gerektirebilir. İdeolojik bir yaşamın nasıl ve ne olduğunun anlaşılması, ideale yürüyen bir kitle hareketinin serüveni, grup dinamiğinin çözümlenmesi Mantık-al Tayr mesnevisindeki kuşların yolculuğu üzerinden tartışılabilir; aşkın olanın Şeyh Galip’in ifade ettiği gibi ateşten denizlerin mumdan gemilerle geçmeyi gerektirdiği önermesiyle yeniden ele alınıp logo-terapinin yaşamın anlamı ile aşkınlık arasındaki ilişkiye yaptığı vurgu açığa çıkarılabilir. Her ne kadar belirli bir zümrenin edebiyatı diye değerlendirilse de divan şairlerinin berceste sayılabilecek beyitleri belirli bir deneyime ve kültürel hazineye dayanır. Bunun sonucunda üretilen beyitleri ve mesnevileri sembolik olarak bugüne uyarlamak geleneğin icadından öte geleneği yeniden yorumlamaya ve Türk şiirinin tarihsel yolculuğunu oluşturan zincirin halkalarını dağıtmamayı sağlar. Divan şiiri “bir kese altın karşılığında yazılan şiir”, ilahi aşkı anlatan şiir, yüksek zümre edebiyatı diye değerlendirildiğinde ezber kalıpların dışına çıkılamaz. Bugün en “ilerici” denilen/sayılan sanatçıların belediyelerden konser, program, etkinlik aldığı gerçeği belki de asırlar sonra bugünün sanatçıları için divan şairleri üzerinden yürütülen tartışmanın benzerini üretecektir.

 

[1] Hayali Bey’in bu beyitiyle Edip Cansever’in şu dizeleri insanın maddi-çevresel-somut gerçeğe yabancılaşmasının zihinsel bir mekanizmayla dışarıdan gerçekleştirilen bir sürece işaret etmesi yönünden aynı düzlemde değerlendirilebilir:
“Bir rüzgâr, bir fırtına gibi esecek gül
Yıllarca esecek belki
Ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah
Göreceğiz ki
Biz dünyamızı gerçekten görmemişiz daha
Geceyi, gündüzü, yıldızları
Görmemişiz hiç
Tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla.” [Edip Cansever]

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.