İmza günlerinde okurlarla buluşmak bir onur nişanesi; entelektüel hayatın taç yaprağı olsa gerek. Sarıyer gibi edebiyatın ve sanatın buluşma noktası olan bir yerde on ikinci kez düzenlenen “Uluslararası Edebiyat Günleri”ne “popüler olamayan yazarlar” (!) kontenjanından davet edilmek, emeğin kutsanmasının kanıtıdır.
Saygınlık ve itibar, bir yazarın en kıymetli hazinesidir.
Fakat bu ışıkla aydınlanan hayatın arkasında bambaşka karanlık bir gerçeklik gizlidir. Bir öğretmen-yazarın kamu hayatında yaşadığı kimlik çatışması, Türkiye’nin modern çağa dair en acı utanç levhalarından biridir. Sivil hayatta parlayan entelektüel kimliğim, devlet yaşamımda güya küçültülme, cezalandırılma ve sürgünlerle gölgelenmeye çalışılmaktadır.
Gazetelerde yazdığını biliyoruz, yani takibimizdesin mesajıyla aba altında sopa göstermeye kalkışan dar kafalı idarecilerin, liyakatsiz ve önyargılı bakışları karşısında, hak ettiğim saygı ve takdir yerine hukuksuz cezalara, yıllarca süren sürgünlere maruz kalıyorum. Bu dram sadece benim değil, aynı zamanda ülkemizin kökten gelen entelektüel değerleriyle bağdaşmayan kötücül anlayışın trajediye çalan ibretlik öyküsüdür.
İdeolojik ya da kişisel düşmanlık histerisiyle, eğitimci olmanın en temel değerleri hiçe sayılarak sürgünler, disiplin cezaları ve itibarsızlaştırma politikaları ile baskı uygulanıyor. Cezaların ardındaki mantık açıktır: Sivil hayatta saygın ve etkin bir sanat ve yazın insanı olmak, devlet hiyerarşisinin dar kalıpları içinde sindirilemez bir unsur olarak görülmektedir. İşte bu yüzden “disiplin suçu” oluşturmak için akıl dışı iftiralar, akli dengesizlik içindeki -yönlendirilmiş- velilerin ve bir plan dâhilinde yanıma yerleştirilen ajan bir öğretmenin iftiraları eşliğinde belgelere dayanmayan iddialarla sürgün ettiler. İşi skora çevirdiler, bu kaçıncı sürgünüm?
Dahası, resmî bir veli sıfatı ve akli dengesi yerinde olmayan herhangi bir kadını veliymiş gibi örgütleyip aleyhimde ifade verdirip onu da resmi evraklara geçirtmişler iyi mi? Acaba Berlinli o değirmencinin Alman Kralı II. Frederick’e seslendiği gibi ben de “Ankara’da hâkimler var!” diyebilecek miyim?
Koskocaman bir ordunun çökertilmesinde uyguladıkları taktiklerle sahte belgeler üretmişler bana karşı. En çarpıcı olanı: Bu yıl daha okulun açıldığı ilk gün henüz fiziken tanış olmadığım velilere, sanki geçmiş yaşantımız olmuş da çatışma yaşamışız gibi kelime kelime birbirinin aynısı iftiralar dolusu şikâyet dilekçeleri yazdırmışlar. Orantısız zekâ müşkülatı yaşadıkları için daha ilk gün fiziken bile tanışılmamış olan bir öğretmen hakkında dilekçe yazılmasının absürtlüğünü hatırlatmam üzerine eyvah, baltayı taşa vurmuşuz cehaletiyle o belgeyi dosyadan yok etmeye kalkıştılar. Ne çare ki kaşla göz arasında bir kere o sahte evrakın resmini almıştım. Torun sevecek yaşa gelmiş koca koca cüdamların, hem masum, hem vasıflarla dolu bir öğretmen karşısında bu kadar alçalması hangi ideoloji adına mubah sayılır, dertleri ne?
Son sürgün yerime git-gel 6, zaman zaman da 7. aracı kullanarak uzun ve zorlu bir yolculukla ulaşmaya çalışmam, bana uygulanan düşman hukukunun somut kanıtıdır. İnsan hak ve onuruna aykırı bu uygulamalar sadece bana değil, bu ülkenin kültürel ve bilimsel gelişimine yapılmış bir ihanettir.
Kamu hukukunun temel amacı, toplumsal gelişmeye hizmet etmektir. Son tahlilde ehlileştirmeye yönelik olması gereken ceza hukuku da öyledir. Kamu anlayışı, kişiyi fiziki veya manevi olarak ezmek, yıldırmak değildir. Ancak, akıldan uzak liyakatsiz ve buna bağlı dar kafalılıkla hareket eden yöneticiler, bu asli amaçları ayaklar altına almaktadırlar. İşte bu yoz zihniyetin ortaya koyduğu trajedi ne yazık ki sadece bir insanın değil, tüm bir toplumun geleceğine ipotek koymaktadır.
Sivil Işıkla Devlet Gölgesinin Çatışması
Kamu hayatında yaşadığım bu çifte hayat, sadece kişisel bir trajedi değil, aynı zamanda sistemin ve yönetim anlayışının trajedisidir. Düşünün ki ülkemizde yuvarlak sayıyla bir milyon iki yüz elli bin öğretmen var ve bunların içinde yazar olarak öne çıkanların sayısı, parmakla sayılacak kadar az. Bu kadar kıymetli ve nadir bir cevher, tıpkı nadide bir çiçek gibi korunup geliştirilmesi gerekirken uygulanan sürgünler ve asılsız disiplin cezalarıyla kurutulmaya çalışılıyor.
Bana yöneltilen iftiraların ve disiplin cezalarının altında yatan gerçek, entelektüel yaşam içinde bir şeylere ters rol alışımdır. Yaratıcı düşünce ve sanatın özgürlüğü, kısır beyinli idareciler için bir tehdit olarak algılanmakta, bu yüzden cezalar bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır. “Velilerden gelen şikâyet” kılıfıyla hazırlanan uydurma dosyalar, kendi hakikatini yitirmiş, adalet mekanizmasının içinde eriyip gitmiş bir düzenin ürünü olarak önümde durmaktadır.
Her sürgün kararı, her disiplin cezası, kendilerince bir hakaret zinciri olarak düşünülmektedir. Şiddetten başka yarışma yetenekleri yok. Bu çapsızlıklar, sadece hedef seçilen bir kişiyi köreltmeye yönelik değil, ülkenin entelektüel hayatının köreltilmesine de yöneliktir. Bu idareciler, eğitim sisteminin asli misyonunu unutarak, liyakatsiz ve otoriter anlayışlarıyla öğretmenlik mesleği paralelinde yürütülen yazarlık kimliğine de zarar vermektedirler çaldıkları zamanla. O kadar ki son kumpasla açtıkları süreçte inanılacak gibi değil ama toplamda bir buçuk kitap ebadındaki savunmalar yazmak zorunda bırakıldım. Onur dışında bir de zaman katilidirler.
Bu sürecin diğer bir trajikomik yanı şu ki sergiledikleri ceberutlukların, göstermelik taltiflerle gizlenmeye çalışılmasıdır. Belli aralıklarla okul idarelerine gönderdikleri resmî yazılarda, varsa yazarlık yapan öğretmenlerin bildirilmesiyle ödüllendireceklerini söyleyip aslında cezalandırmalarıdır. Bana yönelik uygulanan bu ikiyüzlülük, göstermelik takdirlerin arkasındaki aldatmacanın kanıtıdır. Gerçek takdir, insanı anlamak, desteklemek ve yeteneklerini topluma kazandırmakla mümkündür. Gelinsin görülsün ki bana karşı yapılanlar, tam tersine, değerlerimi köreltmek, yaratıcılığımı ve toplumsal gelişmeye katkılarımı engellemeye yöneliktir.
Bu yüzden bir öğretmen olarak sadece eğitim vermekle kalmayıp aynı zamanda yazarlık vasfımla gençlere rol model olma çabam engellenmekte; eğitimde, sanatta ve kültürde yaratıcılığın yolunu kapatmaktadırlar. Eğer doğru yönetim anlayışı hâkim olsaydı, eğitim kurumlarında yazarlık ve sanat atölyeleri oluşturulup benim gibi öğretmenler, gençlere rehber olarak görevlendirilirdi. Böylece hem öğrenciler kazanır hem de ülkenin kültürel sermayesi büyürdü. Ancak mevcut anlayış, bu potansiyeli yok etmeye yeminlidir.
Tüm bunlar yaşanırken, Türkiye’de kamu kurumlarının bir kısmında hâlâ ideolojik ve kişisel hesaplaşmaların idareciler eliyle uygulanması, hukuk ve vicdanı hiçe sayan anlayışın ayakta kalması, benim gibi çok sayıda entelektüelin sessiz çığlığına dönüşmektedir. Böyle bir sistemde adaletin değil, korkunun hüküm sürdüğü bir mekanizma, bireyin emeğini ve onurunu yok sayarak sürdürülmektedir.
Bu karanlık tablo, sadece benim kişisel dramımla sınırlı kalmıyor; bu anlayış, ülkenin aydınlık geleceğini de karartıyor. Çünkü eğitimci ve yazarların susturulması, toplumun düşünce ve sanatla büyümesini engelliyor, ülkenin entelektüel kalkınmasını sabote ediyor. Böylece geri kalmışlık beraberindeki cehalet çemberi kırılmadan devam ediyor. İşte bu yüzden, yaşadığım trajedi, sadece bireysel bir sorun değil, toplumsal bir krizdir.
İdare hukukunu bilmeyen, insan haklarına duyarsız bu dar beyinler, kurumsal saltanatlarını korumak için en alçak yöntemlere başvurmaktan çekinmemektedirler.
Bir Toplumun Kendi Aydınlarına Sırt Çevirmesi
Sonuç olarak, yaşadığım bu trajedi, yalnızca şahsıma yapılan haksızlıkların ve sürgünlerin ötesinde Türkiye’nin eğitim ve kültür hayatının kanayan bir yarasıdır. Bir yandan kalemiyle, yazdığı eserlerle topluma ışık tutmaya çalışan, öte yandan bürokratik tahammülsüzlükle karşılaşan öğretmen-yazarın hikâyesi, bu toprakların entelektüel geleceği adına bir uyarıdır. Bu sistemin içinde yok sayılan, ötekileştirilen, cezalandırılan her birey, aslında özgür düşüncenin ve sanatın önündeki engelleri çoğaltmaktadır.
Eğitim ve kültür kurumlarında liyakatsizliğin, otoriterliğin, cehaletin hüküm sürdüğü bir düzen, bu ülkenin yarınlarına zarar verir. Ceza hukukunun amacı olan “ehlileştirme”yi, insanı büyütme, toplumu aydınlatma yerine, kişiyi yok etme ve sindirme aracı hâline getiren anlayış, en çok genç kuşakların umutlarını karartır. Benim yaşadığım gibi kimlik çatışmaları, sürgünler ve iftiraların asıl kaybedeni, bu ülkenin geleceğidir.
O nedenle, kamuoyu vicdanını harekete geçirmek, liyakatsiz idarecilerin ve geri zihniyetlerin maskesini düşürmek, bu yozlaşmış düzenin sorgulanması için bir zorunluluktur. Sanatın, bilimin, eğitimin ve hukukun üstün tutulduğu, fikirlerin özgürce ifade edilebildiği, her öğretmenin ve yazarın kendini gerçekleştirebildiği bir Türkiye mümkün ve gereklidir. Ancak o zaman, hak ettiği değeri gören entelektüel birikimle gerçek bir ilerlemenin yolu açılır.
Bugün bana yapılanlar, yarının Türkiye’si için bir ibret levhası olmalıdır. Çünkü entelektüel kimliğimden dolayı cezalandırılıyorsam bu cezanın altında yatan gerçeği herkes bilmelidir. Bu ülkede fikirden, özgürlükten, sanattan ve hakikatten korkanlar olduğu sürece çağdaş medeniyetin kapıları aralanamayacaktır. Ve o kapıların ardında bekleyen gençler, bizden çok daha zor koşullarda hayatlarını sürdüreceklerdir.
İşte bu yüzden, yaşadığım bu dramı anlatmak, sadece kendi adıma değil, kaybolan binlerce yeteneğin, susturulan seslerin, görmezden gelinen umutların hikâyesini dile getirmek anlamına gelir. Sadece bir öğretmen-yazarın değil, toplumsal vicdanın da çağrısıdır.
Devletin, toplumun ve vicdanın gözleri önünde yaşanan bu trajedi derinlemesine irdelenmeli; her yönüyle hesap sorulmalıdır. İdarecilerin liyakatsizliği, eğitimdeki yozlaşma, hukuksuzluk ve sanatsal kıtlık gün yüzüne çıkarılmalıdır.
Ve nihayetinde, bir insanın, bir entelektüelin yaşadığı bu derin kimlik çatışmasının son bulduğu; özgürlüklerin, emeğin, sanatın ve hakikatin yüceltilerek her bireyin onurlu bir yaşam hakkını elde ettiği bir Türkiye dileğiyle…
Bir Cevap Bırakın