BAHÇELİEVLER KATLİAMINA DAİR MIZRAĞI ÇUVALA SIĞDIRMAYA YÖNELİK BİR FİLM

Yakın geçmişte ülkemizdeki en korkunç katliamlarından biri olan Sivas katliamı, belgeseller dışında kurmaca bir film olarak Kaygı’ya (2017) konu olmuştu (*); 12 Eylül öncesinin en kitlesel katliamı olan Maraş katliamı ise Babamın Sesi (Denge Bave Min, 2012) adlı Kürtçe filmin içeriğinde dolaylı olarak, katliama dair anıların aktarıldığı bir ses kaydı üzerinden dile getiriliyordu. Maraş katliamından birkaç ay önce gerçekleşmiş Bahçelievler katliamını çıkış noktası olarak aldığı bariz olan Hiçbir Şey Yerinde Değil adlı bir film geçen hafta vizyona girdi. Hiçbir Şey Yerinde Değil ülkemiz geçmişindeki siyasal katliamları çıkış noktası alan ilk kurmaca film denemesi olmamakla birlikte öncekilerden çok farklı yönelimde bir film.

8 Ekim 1978 gecesi Türkiye İşçi Partisi ve (TİP’in ideolojik hattı doğrultusundaki gençlik örgütü olan) Genç Öncü üyesi silahsız yedi genç evlerini basan bir grup faşist tarafından kelimenin tam anlamıyla hunharca öldürülmüşlerdi. “Gerçek olaylardan esinlenmiştir” minvalinde bir ibareyle açılan Hiçbir Şey Yerinde Değil’de, evlerindeki TİP ve Genç Öncü yayınlarından ve afişlerinden, hatta TİP lideri Behice Boran’a adıyla atıfta bulunmalarından kuşku götürmez biçimde belli edildiği üzere TİP ve Genç Öncü üyeleri olan silahsız dört gencin evlerinin bir gece vakti iki ülkücü tarafından basılması sonucu katledilmeleri öyküleniyor. Gerçek bir tarihsel olayı çıkış noktası alan kurmaca filmlerde bazen süre sınırlılığı, bazen bütçesel zorunluluklar ya da salt dramatik tercihler dolayısıyla tarihsel vakadaki olayların ve/veya kişilerin seyreltilmesi, deyim yerindeyse sadeleştirilmesi doğaldır. Bu bağlamda, hem öldürülen gençlerin hem de katillerin sayısının Hiçbir Şey Yerinde Değil’de Bahçelievler katliamındaki muadillerinden az olmasının, ayrıca 1978’de gençlerden ikisi ev dışına götürülüp öldürülmüşken Hiçbir Şey Yerinde Değil’de hepsinin ev içinde öldürülmesinin, keza 1978’de gençlerden birinin ağır yaralı olarak bir süre hayatta kalıp sonra hastanede yaşamını yitirmiş oluşunun Hiçbir Şey Yerinde Değil’de gündeme gelmemesinin gerçek bir olaydan esinlenen kurmaca bir filmde doğal olduğu söylenebilir. Öte yandan seyreltme ve sadeleştirmeden farklı olarak tarihsel vaka içinde yer almayan durumların kurmacaya eklenmesi açısından ise Hiçbir Şey Yerinde Değil’de evde bulunan gençlerden birinin tam katillerin eve gelmesinden hemen önce sigara almak gibi bir gerekçeyle evden çıkıp gitmesinin perdeye gelmesi dikkat çekici. Evde yaşayan TİP / Genç Öncü üyesi gençlerden birinin aslında müstakbel katillerle iş birliği içinde olduğunun mu ima edildiği (söz konusu gencin sigara almaya çıktığını söylemesine karşın filmin ikinci yarısı boyunca geri dönmemiş olması bu olasılığı güçlendiriyor) yoksa evden çıkıp gitme sahnesinin senarist yönetmenin biçimci hevesleri açısından kullanışlı bir görsel motif olarak mı inşa edildiği muğlak.

Hiçbir Şey Yerinde Değil’in Türkiye sinemasında siyasal katliamları çıkış noktası almış önceki kurmaca filmlerden çok farklı bir yönelimde oluşunun asıl göstergesi olay dizgesine gerçek tarihsel vakada olmayan (ve yukarıda andığım ilk olasılık, yani gençlerden birinin katillerle işbirliğini imlemesi geçerliyse ağır bir tahrifata denk düşen)  bir unsur katmış olması değil, çıkış noktası olarak aldığı katliamı ve katliamın yaşandığı dönemi, 12 Eylül öncesinde de mevcut olmakla birlikte 12 Eylül cuntasının pekiştirdiği egemen söylem içine oturtan bir yapıda olması. Film, gençlerin evindeki televizyondan TRT spikerinin günün haberlerini okumasıyla başlıyor; spiker ülkede yaşanmakta olanları “sağ-sol çatışması” olarak adlandırıyor, hatta böylesi (!) bir çatışmayı ayırmaya çalışan polislerin üzerine dahi ateş açıldığını söylüyor. Hiçbir Şey Yerinde Değil ülkede o günlerde yaşanmakta olanların medya tarafından böylesine paketlenerek kamuoyuna sunulmasını sorunsallaştırmak bir yana tam tersine içselleştirilmesine hizmet eden bir yapıda. Türkiye’de Sol’un yükselişte olduğu bir süreçte bu gidişatı yasaklarla, baskıyla kesmenin 1961 anayasal düzeni dolayısıyla egemenler açısından zor olduğu koşullarda silahla, kanla, provokasyonlarla durdurma ve nihayetinde askeri bir darbe için elverişli ortam yaratma amacıyla bugünün terminolojisiyle “derin devlet” destekli faşist katillerin sahaya sürüldüğü dönemin kilit önemdeki katliamlarından birini çıkış noktası alan Hiçbir Şey Yerinde Değil izleyiciye faşist katillerden birini, tutsak ettikleri gençlerden en azından birinin öldürülmemesi için nafile biçimde çırpınan, ilk cinayet karşısında kusan bir portrede sunmakla yetinmiyor, diğerinin ağzından izleyiciye bu katliamın katiller nezdindeki ‘gerekçesini’ de uzun uzadıya dinletiyor. Bahçelievler’deki gençleri bizzat öldürmüş olan (ve filmin kapanış jeneriğinde adı filmin hazırlık sürecinde görüşülmüş kişiler arasında geçen) Haluk Kırcı’nın bir televizyon programındaki beyanlarından hareketle yazılmış, TRT’nin, 12 Eylül cuntasının, bilahare ana akım medyanın o döneme dair zaten bunca yıldır dayattığı ezberlerle uyum içinde olan bu monolog, filmde izleyicinin adeta “hah, nihayet şimdi ‘büyük resme’ vakıf olacağız” hissiyatıyla pür dikkat dinlemesini teşvik eden bir sinemasal sunumla (**) izleyiciye dinlettiriliyor. Dolayısıyla Hiçbir Şey Yerinde Değil de egemen ideolojinin bir ideolojik aparatı olarak işlev görmüş oluyor.

Bu yıl Bahçelievler katliamının yıldönümünde, katledilenlerin arkadaşları tarafından yapılan anma konuşmasında “eli silahlı karanlık faşist güçler saldırganlıklarını ‘sağ-sol güçler arasında silahlı çatışma’ anlatılarıyla gizlemeye çalışıyorlardı. Bilinçlerinden ve partilerinden başka silahları olmayan kardeşlerimizi işkencelerle öldürdükleri o gece en kıyıcı halleriyle yakalandılar. Toplum onları o gece en kıyıcı halleriyle, hiçbir çarpıtmaya yeltenmelerine fırsat kalmaksızın tanıdı. Mızrak bu kez çuvala girmedi” denilmişti. O yıllardaki politizasyonun üzerinden 12 Eylül’ün silindir gibi geçmesinin ardından şimdi de Hiçbir Şey Yerinde Değil tam da mızrağı çuvala sığdırmaya yöneliyor.

 

(*) Kaygı hakkında bkz.: https://www.ilerihaber.org/yazar/baslik-31777.html

(**) Senarist-yönetmen Burak Çevik kendisiyle yapılan bir söyleşide “elleri kolları bağlı iki insanın kendini savunamayacak ve geri cevap veremeyecek bir durumda bir monoloğa maruz kalmasının” asıl şiddet olduğunu söylemiş. Öyle bir niyetin perdeye yansıması için, bunun da bir şiddet tezahürü olduğunun öncelikle duyumsatılmasına yönelik bin bir türlü sinemasal yönteme (farklı tonlama, farklı kadrajlar, farklı kurgu vb.) başvurulabilirdi, başvurulması gerekirdi, başvurulmamış, tam tersine monoloğun hangi ortamda, hangi koşulda yapıldığına değil monoloğun içeriğine odaklanmaya yönelik bir sinemasal sunum tercih edilmiş.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.