Adalet Ağaoğlu’un Karanfilsiz öyküsü; kamyon vb. araç kasalarını süsleyen, geleneksel zanaatını usta-çırak ilişkisi bağlamında dededen beri sürdüren bir esnafın; kaporta boyama iş kolunda -seri üretimin kapitalist biçimde yayılmaya başladığı tarihsel aşamada- geleneksel zanaatın hükmünü yitirmesine neden olan süreçten olumsuz etkilenmesi üzerine kuruludur.
Öykü, “İşim mi?.. Eh işte…” sesini kalabalık bir caddede duyan bir gözlemcinin aktarımıyla başlar; ses ise “öyle, sapı kırık, taç yaprakları dökük bir ses” olarak nitelendirilir. Sesin kimden geldiğini anlamak için dönüp bakmayan gözlemci “Küçük bir işmiş. Önemsiz bir iş!” der ve sonra sesin sahibinin başından geçenleri -kurguda üretilen bir sıçramayla- aktarmaya başlar. İşini “önemsiz” diye niteleyen, kasa yapımında çalışan kaportacı arkadaşıdır; sabah akşam talikacı arkadaşının karşısına geçip ona işinin “önemsiz” olduğunu ısrarlı şekilde “öğretmeye” çalışır. Bu noktada kaportacı, kapitalist üretim sisteminin; talikacı ise geleneksel zanaatların temsilcisi olarak öyküde konumlandırılır. Talikacının bildiği “en iyi iş” kendi işidir, o yüzden işinin “önemli” olduğuna inanır çünkü kaportacıların boyama tabancası/aracıyla seri boyama işine geçişe kadarki süreçte talikacılık, öykünün isimsiz kahramanı özelinde görüldüğü gibi babadan oğula geçen ve usta-çırak ilişkisi içinde öğrenilen bir meslektir.
Talikacı, kamyon kasalarını doğayla ilişkili figürlerle (göl, karanfil, kuğu vb.) süslerken bir yandan içinde bulunduğu şartları sorgular. Bir dönem faytoncular, kamyoncular, arabacılar onun dükkânı önünde sıraya girerken artık gitgide bu sırada/kuyrukta nicelik kaybı yaşanır. Talikacı kendisini işine verirken dedesinin ve babasının ona verdiği salıkları hatırlar: işine özen göstermesi gerektiği, boyayı iyi ovmasının renkler için önemli olduğu, figürlerin hatlarının (suların akışı gibi) belirginleştirilmesi gerekliliği. Kamyon kasalarını doğanın yansıması biçiminde süsler, kamyon çiçek demetine dönüşür, kamyon kasası adeta doğa tablosu gibidir. Bu yönüyle zanaat-sanat arasındaki sınır çizgisi silikleşir. Talikacıya babasının tavsiyesi ise şu şekildedir: “Gönlünce yap. Başka bir şeye kulak asma”. Babası ve dedesi artık yoktur ama sabah akşam başından eksik olmayıp ona yaptığı işin “önemsiz” olduğunu ısrarla söyleyen kasa yapımında çalışan arkadaşı vardır. Geleneksel zanaatın temsilcisi olarak aynı mesleği icra eden dede ve babanın hayatta olmaması mesleğin yaşadığı can çekişme sürecinin talikacıda gerçekleştiğinin göstergesidir. Öyküde dede ve babaya yer verilmesi bilinçli bir tercihin sonucudur, bu nedenle onların meslekî kapsamda toruna/çocuğa verdiği tavsiyeler geleneksel zanaatların usta-çırak ilişkisi içinde öğrenilmesine yönelik işarettir. Talikacının, dedesinin ve babasının sözlerini hatırlaması talikacılığın nostaljik bir düzleme çekildiğini gösterir. Bu yönüyle kapitalizmin seri üretim biçimi, geleneksel mesleklerin piyasada tutunamamasına yol açar. Bir mahallede açılan süper marketlerin bakkal sayısını azaltması örneğinde olduğu gibi kaportacılıkta kullanılan boyama araçları da fırçayla icra edilen kamyon kasası süsleme işine denk düşen talikacılığı bitirip nostaljik bir mesleğe dönüştürür. Talikacının dükkânın önünde uzayan sıranın gitgide kısalmasında kapitalizmde zaman-üretim ilişkisinin etkisi mevcuttur. Fırçayla kamyon kasasını süslemek ile boya püskürtme aracıyla kamyon kasasını boyamak arasında yapılan işin zaman boyutundaki farklılığa yol açar: Fırçayla süsleme, boyama aracının yaptığı işe göre uzun zaman alır, bu da taşıma işi yapan kamyon şoförlerinin tercihini değiştirir ki bu zorunlu bir sonuca tekabül eder. Bir kamyon şoförü, kasanın süslenmesini beklediği sürede alacağı başka bir işi kaçırır fakat kaportacıya gidip kasayı süsletmek yerine boyattığında beklediği süre kısalır. Yapılan işin süresi kısaldıkça talikacının önündeki sıra da azalır. Piyasanın arz-talep dengesi bu noktada belirginleşir. Kaportacı, talikacının yanına geldikçe “Boya, boya. Hepsi süs için!”, “İş mi bu senin yaptığın?”, “Bizim atölyede tabancayı sıkarsın, bir saatte boyar geçersin koca bir kasayı”, “Ne işe yarar bu çocuk resimleri?” sözlerini sarf eder. Bu sözler, kapitalizmin manifestosudur. Zaman alan iş “gereksizdir”; üretim, hız kazandıkça rağbet görür; yavaş üretimin ve sanatsal coşkunun piyasada tutunma imkânı bulunmaz. Doğa resimleri kamyon kasası için “şart” değildir çünkü hız ve ruhsuzluk toplumsal yaşamı ve piyasayı ele geçirmiştir. Bir/kaç günde bir kamyon kasası süslemek yerine kasanın düz bir renge boyanması söz konusudur, bu şekilde günde birden fazla iş alınır; aynı şekilde müşteri de başka bir iş kolunun çalışanı olduğundan kasayı düz renge boyatınca kalan zamanda yeni bir iş alarak paranın şartı olan zamandan kâr eder.
“Kaportacı birkaç gün hiç uğramamıştı yanına. Onun da içindeki kuşku biraz yatışır gibi oldu. Gönlünde tomur tomur yeni, pembe karanfiller açtı. En pembelerini tahtaya geçirirken fes rengine boyadı. Boyarken kendini yorgun duydu. Bu kasayı bugün bitirmeliydi. Yetişmesi. Kasa resimlemede ününü duymuş biri, eski boyaları dökülmüş kasasını süsletmeye getirecekti, getirmedi. Belki yarın… O yarın olunca boyanacak kasa değşl,yine kaportacı çıkageldi. Günbatımıydı. Dosdoğru atölyeden geliyordu. Gün boyu tam altı kasa boyadığını söyledi. Tek renk üstüne. Tabanca boyayı sıkıyorsun, vızzt, vızzt, vızzt, bir uçtan giriyor, öteki uçtan çıkıveriyorsun. ‘Erkek işi!’ dedi. Ona, fırçasının ucunu şaşırttıracak denli çok konuştu. ‘Erkek’in altını iyice çizmişti. Üstüne bastıra bastıra söylemişti. Fırçanın ucu iyice titredi. Bir kuşun kanadı kırıldı. Kanat, alıp başını alıp gitti. Onu yakalayamadı. Kulağının arkası yandı, kaşındı. (…) ‘Boyaları dökülmüş eski kamyon var ya? Hani adam senin şu kuşların, çiçeklerinle bezetecekti?.. Kasayı bize getirdi. En aşağı bir hafta işinden olmak istemiyormuş. Yük çekecekmiş. Resimletmektense… Biz bir günde yeşili çekip verdik. Boydan boya… Pırıl pırıl… Sevine sevine gitti. Hem de ucuz.” (Ağaoğlu, 2006: 109-110)
Öyküdeki kırılma noktası yukarıdaki paragrafta geçer. Bir kamyon kasasını süslemek bir hafta gibi zaman alırken bir kaportacı günde altı kamyon kasası boyar. Boyanan kasalar tek renkle kapatılır fakat talikacılıkta kasalar tablo gibi süslenir. Talikacının beklediği kamyon şoförünün kasayı kaportacıya götürmesi onda bir yıkıma yol açar. Kaportacının yaptığı işi “erkek işi” diye vurgulaması ise toplumsal cinsiyet kodlarını kapitalist üretim sisteminin kullandığını açığa çıkarır. Talikacının ruh hâli olumsuz etkilenirken kaportacının sevinmesi dikkat çeken başka bir ayrıntıdır. Talikacı, mesleğini bir yaşam biçimine dönüştürüp onunla bütünleşirken kaportacı, yaptığı işe yabancıdır; boyama tabancası bozulduğunda ya da kırıldığında iş de durur. İşe yabancılaşma kapitalizmin ortaya çıkardığı anomalidir. Boyama tabancasının çıkardığı “vızzt” sesinin öyküye girmesi makineleşmesinin sembolü olarak değerlendirilebilir. Makine, geleneksel meslekleri bitirirken onu kullanan işçinin de yaptığı işe yabancılaşmasına neden olur. Richard Sennett; endüstriyel rutinin insan karakterinin derinliğini yok etme riski barındırdığına, geleneksel toplum yapısının insanda bir aidiyet duygusu oluşturduğuna fakat hıza dayalı risk toplumunun insanda “karakter aşınmasına” ve anlam yoksunluğuna yol açtığına, yeni oluşan mesleki alanlarda eski bilgi birikiminin yetmeyip her şeye en baştan başlanmasını zorunlu kıldığına (talikacılıktan kaportacılığa geçişteki gibi), yeni toplumsal düzende dayanışmanın yerini rekabetin aldığına, karakter aşındıkça “Bana ihtiyaç duyan kim var?” sorusunun da yanıtsız kaldığına dikkat çeker.
Sennett’in, yeni kapitalist toplum yapısıyla ilgili tespitleri Karanfilsiz öyküsünde yaşanan süreçle örtüşür. Usta-çırak ilişkisine dayanan, bilgi-beceri-yaratıcılık gerektiren, kuşaktan kuşağa aktarılan mesleklerin yerini makinelerin kullanıldığı, estetiğin geri plana atılıp ruhsuz üretimlerin ön plana çıkarıldığı, yapılan işin zamanla ve parayla ölçüldüğü toplumsal düzende talikacıda olduğu gibi kişide “değersizlik” hissini ortaya çıkarır. Bu noktada meslek ve iş ayrımı devreye girer, mesleğin gerekleriyle işin gerekleri birbirinden ayrılır; kaportacının kasa boyaması bir iş iken talikacının yaptığı meslekî bir icradır. Meslekî icrada ise yapılan işten alınan doyum söz konusudur. Kaportacının işten aldığı doyum ise para ve kâr hırsı üzerinedir. Öykü boyunca öne çıkarılan karanfil kavramı doğanın ve estetiğin sembolü iken öykünün sonunda bu karanfilin “öldürülmüş” bir mesleğin cenaze töreninde boy gösteren bir çiçeğe dönüştüğü görülür, bir anıya/nostaljiye işaret eden bir çiçektir artık. Bu süreçte talikacının iç konuşmaları, kendini yaptığı işe vermesi, işine yaşamın bir anlamı gibi sarılıp özen göstermesi modern bir trajedidir: Talikacının şahsında vücut bulan geleneksel mesleklerin değersizleşmesi. Bu değersizleşme de Marx ve Engels’in bu konudaki şu tespitiyle örtüşür:
“Burjuvazi hâkimiyeti ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, kır yaşamına özgü ilişkilere son vermiştir. İnsanı tabii mafevkine bağlayan karmakarışık feodal bağları acımasızca kesip atmış ve insan ile insan arasında katıksız çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka bir bağ bırakmamıştır. Dinî bağnazlığın, şövalye ruhunun, küçük burjuva duygusallığının ilahî vecde gelişlerini bencil hesabın buzlu sularında boğmuştur. Kişisel onuru mübadele değerine dönüştürmüş ve sayısız müseccel ve müktesep hürriyetin yerine o tek, acımasız özgürlüğü, ticaret yapma özgürlüğünü, geçirmiştir. Sözün kısası dinî ve siyasi yanılsamaların ardına gizlenen sömürünün yerine açık, hayâsız, dolaysız, gaddar sömürüyü geçirmiştir. Burjuvazi onca zamandır onurlu sayılan ve önünde huşuyla eğilinen her faaliyeti çevreleyen haleyi söküp atmıştır. Hekimi de hukukçuyu da rahibi de şairi de bilim adamını da kendi ücretli işçisi yapıp çıkmıştır. Burjuvazi aile ilişkisinin dokunaklı-duygusal örtüsünü yırtıp atmış, basit bir para ilişkisine indirgemiştir bu ilişkiyi.” (Marx ve Engels, 2014: 40).
Marx ve Engels’in işaret ettiği üzere katı nakit ödemeden başka bir bağın insan ile insan arasında kalmamasından sorumlu tuttuğu kapitalizmin saldırısı Karanfilsiz öyküsünde bir kez daha doğrulanır. Kaporta boyamanın hem daha az zaman alması hem de müşteri açısından ucuz olması, talikacının beklediği son işi kaportacının alması, kaportacı tarafından talikacının yaptığı işin “önemsiz” ve “çocukça” görülüp kendi işinin “erkek işi” olduğunun vurgulanması bu saldırının taktiksel boyutlarını oluşturur. Aynı düzlemde, çizdiği desenler ve süslemelerle bir zamanlar ün kazanmış talikacının kaportacı karşısındaki tarihsel-toplumsal-ekonomik açıdan yenilgisi de yine kapitalizmin değerleri ters yüz ederek onların içini boşaltmasıyla örtüşür. Kapitalist saldırının temsilcisi olarak kaportacının sürekli talikacıyı psikolojik baskı altına alıp rahatsız etmesi rekabetin ve kâr hırsının insanlık dışı boyutunu gözler önüne serer; talikacının üst üste yaşadığı hayal kırıklıkları ve gerçeği günbegün kabullenişi, dikkatinin dağılıp psikolojik dengesinin bozulmasına sebebiyet verir: Beklediği son kasanın gelmemesi ve yaptığı işin “erkekçe” görülmemesi, bir figürü ilk kez yanlış boyamasına yol açar.
Öykünün sonunda talikacının gözünün önünden babasının ve dedesinin silik şekilde geçtiğine, onları sanki “hiç yaşamamış” ve “gülleri-nilüferleri hiç açtırmamış” gibi düşündüğüne, yeni bir kasa süsleme işi geleceğine dair umut besleyip elindeki işi bitmesin diye uzattığına yer verilir. Son cümleler ise şu şekildedir: “Yokluğa karşı durdu, çimenlerde iri papatyalar açtırdı. Yarın yenileri olur. Yeni kasalar gelir. Gele gele gürgenden bir çeyiz sandığı geldi. İşi uzattı. Bitmesin diye sandığı bildiği bütün renkler, biçimler, pırıltılarla donattı. Karanfiller bu kalabalık arasında yitti, gitti. Yine de bir türlü bitiremedi önündeki işi. Caddeler, sokaklar ne kadar kalabalık. Dükkân, vitrin önleri omuz omuza insan. Yüzler pek renksiz, ışıksız, gözler pek pırıltısız. İşim mi?.. Eh işte…” (Ağaoğlu, 2006: 110-111). Öykü, başlangıçtaki ifadelerin tekrar edilmesiyle sona erer. Kamyon kasası beklerken “gele gele” gürgen bir çeyiz sandığının gelmesi, talikacının yaşadığı kırılma noktalarından biridir, gerçekle yüzleşme bir adım daha yaklaşır. Kamyon kasasının yüzeyi, çeyiz sandığının yüzeyine göre daha geniştir; bu genişlik, talikacının mesleğini icra etmede kendisini daha özgür hissetmesini sağlar. Çeyiz sandığının kısıtlı alanına doğa figürleri nakşetmek talikacının üzerindeki baskının artmasına neden olur, bu durum karşısında talikacı bildiği bütün renkler, biçimler ve parıltılarla çeyiz sandığını donatır fakat bu karmaşa içinde karanfiller hem bu görsel kalabalıkta hem de caddeleri dolduran kalabalıkta yitip gider. Çeyiz sandığının üzerindeki figüratif uyumsuzluk ve kalabalık ile caddelerin görüntüsü arasında özdeşlik kurulur. Ayrıca kamyon kasasından çeyiz sandığına “düşüş”, talikacılığın kaportacılık karşısında aldığı ağır yenilginin önemli bir boyutudur. Tıpkı savaş meydanında bozguna uğrayan orduda görülen durum, talikacıda da görülür; kamyon kasası siparişi artık kaportacıya geçmiştir, talikacıya nostaljik bir çağrışıma ve aile kurulumuna işaret eden çeyiz sandığı süsleme siparişi kalmıştır. Öykü boyunca görülen kırılmalar ve bu kırılmaları takip eden yenilginin derinleşme süreci tarihsel materyalizme uygun şekilde ilerler. İlerlemeci bir tarih anlayışı gereğince değişimin esas alınışı talikacının ruh hâlindeki değişimlerle cereyan eder. Tarihin tekerinin geriye dönmeyeceği, kamyon kasasından çeyiz sandığı siparişine doğru gerçekleşen daralmada görülür.
Öykünün yapısını oluşturan zaman unsuru; kaportacının talika dükkânına gelip gitmesiyle, talikacının yüz yüze kaldığı gerçeği kabulleniş süreciyle ve bu süreçte değişen duygu durumunun geçirdiği aşama ve kırılmalarla şekillenir. Talikacının gönlündeki karanfil, öykünün sonunda belirtildiği gibi caddeleri dolduran kalabalıkta yitip gider. Dükkânının önündeki müşteri sırasının kısalması zaman unsurunun başka bir bileşenidir. Zamanın insan üzerindeki etkisi talikacının atalarının görüntülerinin öykü başında net hatırlanırken sonda silik duruma gelmesiyle belirginleşir. Zaman, sadece ataların görüntülerini silikleştirmez; talikacının doğadan esinlenerek kasaları süslediği figürlerdeki güneş ve diğer figürler de soluklaşır. Bu süreçte talikacı-kaportacı çatışması ekonomik ve toplumsal düzlemde cereyan ederken caddelerin kalabalık ve dükkânlarla dolu olması kapitalizmin mekânı şekillendirdiğine işaret eder. Kalabalık, hız, kaotik yapı, tüketim kültürü, değersizlik hissi ve kâr-rekabet odaklı toplumsal düzen öykünün konusundaki kodları oluşturur. Kent; kapitalizmin kendini var ettiği, geleneksel değerleri eritip yerine yeni değerleri koyduğu, insanın doğadan kopuşuna hız kazandırdığı, renksizliği/ruhsuzluğu yaşam biçimi olarak dayatıp sistemin her an kendini yeniden ürettiği yerleşim birimidir. İlkel-komünal toplumdan kapitalist topluma kadar insanlığın geçtiği her aşamaya ait yerleşim birimleri birer sembol olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda öyküde kente ve caddeleri dolduran kalabalığa/yığınlara yer verilmesi kurguda bir tesadüf olarak ele alınamaz. Kamyon kasalarından doğa figürleri çekilip yerine tek renk boya sürüldükçe caddeleri dolduran kalabalıkların gözlerinin pırıltısız ve yüzlerinin ışıksız hâle gelmesi arasında ilişki bulunur. Vitrin önlerindeki insanlar omuz omuzadır ama fizikî mesafe bu kadar kısalıp bedensel temas kurulmasına rağmen insanlar mutsuz ve yalnızdır. İnsan için anomali olan bu durum kapitalist toplum düzeninin normalidir. Yitip giden karanfil talikacılık özelinde geleneksel mesleklerin ve erbaplarının değerini yitirmesiyle sınırlı kalmaz, aynı zamanda doğadan kopan insanın yalnız ve mutsuz tek-boyutlu bir varlığa dönüşüp anlam ve değer yitimine savrulmasının sembolüne evrilir. Herbert Marcusse’in işaret ettiği tüketim toplumundaki tek-boyutlu insan ile Richard Sennett’in vurguladığı şehirden kente geçişteki geleneksel-modern çatışması ve yabancıların karşılaştığı yer olarak tarif ettiği kent olgusu bu öyküde birbirini tamamlayan tespitlerdir.
Karanfilsiz olan sadece kamyon kasaları değil, insanlar da karanfilsizdir. Bu yönüyle ele aldığından öyküdeki başkarakterin içinde bulunduğu durum sadece meslekî ve bireysel sorun değildir. Geleneklerin kaybolup; toplumsal yapının atomize bir duruma dönüşüp; insanların doğaya, kendine ve birbirine yabancılaştığı düzende talikacının yaşadığı anomali bireysel sınırları aşıp toplumsal bir sorunla bütünleşir. Öykünün ilk cümlelerinde talikacının sesinin “taç yaprakları dökük, sapı kırık” bir karanfil gibi imgelenmesiyle öykünün sonundaki cümlelerde caddeleri dolduran insanların gözlerinin pırıltısız, yüzlerinin de ışıksız ve renksiz olması arasında kurulan ilişki, parçadan bütüne genişleyen tümevarımı gösterir ki kapitalist toplum düzeninde bireysel olanın toplumsaldan bağımsız olmadığına işaret eder. Öykünün kurgusundaki başarı, bireysel bir sorun gibi başlatılıp sonunda sorunun toplumsal bir anomaliye dönüştürülmesidir. Çağın dayattığı üretim biçiminden kaynaklı değişime direnmeye çalışan talikacının iç dünyasıyla kaportacı özelindeki dış gerçeklik çatıştıkça umudu diri tutmaya çalışmasıyla gelenekle modernitenin çatışmasının kamusal düzeni yeniden üreten kalabalığın görüntüsüne karşı konumlandırılışı öykünün diğer başarısı olarak değerlendirilebilir. Talikacının iç dünyasında gelenekler, değer sistemi ve şiirsel bir evren yaşarken etrafını çevreleyen kamusal yaşamda renksizlik, rekabet, kâr hırsı, vitrinlerin önünü dolduran tüketime odaklanmış yığınların ruhlarını dolduran ışıksızlık, tekdüzelik vücut bulur. Ayrıca öykünün yapısını oluşturan zaman ögesi diyalektik bir çatışma temelinde gelişir. Adı konulmamış bir ekonomik savaş talikacıyla kaportacı arasında vuku bulur, bu iki karakter ekonomik savaşın taraflarıdır. Bu savaşta güçlü olan kaportacıdır. O konuştukça talikacının atlarının görüntüleri silikleşir, sözleri hükmünü yitirir, geçmiş hiç yaşanmamış gibi zamandan kopuş cereyan eder. Aynı şekilde talikacının psikolojik dengesindeki altüst oluşun belirtisi, bir figürü ilk kez yanlış boyamasıyla gerçekleşir. Öykünün sonunda bir belirsizlik hâkim olsa da belirgin olan kaportacının yani sermaye düzenin bu savaştan zaferle çıkacağının belirtilerinin bulunmasıdır ki bu belirti, caddeleri dolduran kalabalıkların mutsuzluğudur/renksizliğidir. Aynı şekilde kaportacının her gelişinde talikacının psikolojik dengesini altüst etmesi sonucunda “O da gönlündeki bir karanfile öfkeyle sarıldı, çekip alırken sapını kırdı…” (Ağaoğlu, 2006: 108) ifadesinin üretilmesi, öfke duygusu ile savaş arasında kurulan ilişkiyi vurgular. “Fırçanın ucu iyice titredi. Bir kuşun kanadı kırıldı. Kanat, başını alıp gitti. Onu yakalayamadı. Kulağının arkası yandı, kaşındı.” (Ağaoğlu, 2006: 110) cümlesindeki kırılan kanat kaybedilmekte olan savaşın mağlup tarafının durumuyla özdeştir: mevzi kaybı, psikolojik harbin sonucunda kolu kanadı kırılmak, çağa ve savaşma kapasitesi/gücüne ulaşamamak. Tez-antitez çatışması sermaye lehine zafere dönüşse de bu zaferi insanı insan olmaktan çıkaran düzenin -insan/toplum açısından- Pirus Zaferi’dir. Adalet Ağaoğlu’nun Karanfilsiz öyküsü, üretildiği çağın toplumsal düzenine ışık tutan, aynı zamanda kendi çağını aşarak sonraki dönemlerin toplumsal düzeni için öngörü sunan, evrensel insan gerçeğine ulaşan ustaca kurgulanmış bir metindir. Evrensel insan gerçeğine ulaşıldığını doğrulayan başka bir kod ise kurgusal karakterlerin isimsiz oluşudur. Ele alınan toplumsal sorun; talikacının psikolojik durumundan kaynaklı tamamlanmamış cümleleriyle, içinde bulunduğu koşulları tarihi dönemlere dayalı karşılaştırmasıyla, şartları sorgularken şimdiyi anlamlandırmak için kendi iç dünyasında yanıt aradığı sorularla ve şiir diline yaklaşılan söz ve sözcük gruplarıyla işlenmiştir. Öykünün yüzeyinde geleneklerin çağın getirdikleri karşısında geri plana itilip yok olmaya terk edilmesi bulunurken, derine inildiğinde tarihi, doğayı, toplumsal düzeni Marksist görüşlerle değerlendiren felsefi yaklaşımla karşılaşılır. Bu yaklaşıma göre öykünün kurgusu belirlenirken dilde slogana ve kurguda kolaycılığa sığınmama söz konusudur. İki iş kolundaki rekabetin toplumsal huzursuzlukla birbirine içkin duruma getirilmesi öyküyü başarılı kılan yönlerden biridir. Bu yönüyle talikacıyı kuşatan sadece kaportacının rekabeti değildir, iki karakteri kuşatan toplumsal düzeni oluşturan insanlar da kapitalizmin dişliler arasında öğütülmekte, karanfil de bu düzen arasında yitip gitmektedir.
Ağaoğlu, Adalet. (2006). “Karanfilsiz”. Güzel Yazılar: Hikâyeler. Ankara: TDK Yayınları. ss. 105-111.
Marx, Karl, Engels, Friedrich. (2014). Komünist Parti Manifestosu. Çev. Nail Satlıgan. İstanbul: Yordam Kitap.
Marcusse, Herbert. (1990). Tek-Boyutlu İnsan. Çev. Aziz Yardımlı. İstanbul: İdea Yayınları.
Sennett, Richard. (2022). Karakter Aşınması. Çev. Barış Yıldırım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Sennett, Richard (2016). Kamusal İnsanın Çöküşü. Çev. Serpil Durak-Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bir Cevap Bırakın