Hegel’in “Estetik Dersleri” adlı yapıtı, 18. yüzyılın estetik düşüncesi üzerinde son derece etkili olmuştur. Hegel, Kant gibi yalnız bir güzellik felsefesi kurmakla kalmamış, güzellik idealini tarihsel gelişimi içerisinde gözden geçirmiştir.
19. yüzyılın başında felsefi estetik, Rönesans’tan sonra birbiri ardına gelen eski sanat kuramlarına göre daha farklı bir değer kazanmıştır. Öykünme ilkesinin ilkesinin gözden düşmesi, güzelin tarihselliği, öznelliğin onaylanması, yüce ve dehanın tanınması, eleştiri, sanat yapıtının değeri, dogmatizmin ve akademizmin eleştirisi ve metafizik ile Tanrı bilimsel bağımlılıktan kopuş.
Şüphesiz tüm bu kazanımlar “estetik” adı verilen alanın tek olgusu değildir. İdeolojik, siyasal, ekonomik dönüşümlere bağlı uzun bir özerkleşme sürecinin sonucunda oluşmuştur, Hegelci estetik, sanatsal yaratının felsefi konumuna tarih içinde yasallaşma kazandırmaya çalışan sanat üzerindeki söylemlerin en etkili örneklerinden biri olmuştur. Sanatsal yaratı, dışarıdan gelen baskılara sürekli olarak baş kaldırmaktadır. Sanat, kendisine sözleşmeler kurallar, yasalar, hedefler ve kararlar dayatılmasına her dönemde direnmek zorunda kalmıştır. Bu direnç, Antik Yunan’da olduğu derecede öteki çağlarda da kendisini göstermiştir.
Platon, estetiğe ilişkin ilk felsefe öğretisinin yaratıcısı olarak, “güzel“ olanın ne olduğunu ve özünü sorgulamıştır. Aristoteles, “güzel”in özünü görüntülerin, yani yaşamın kendisinde olan duyulur ve somut özelliklerinde görmüştür. Bu nedenle “güzel”, uyumdan, ölçüden, orandan ve uygunluktan temellenmektedir. Aristoteles şöyle yazmıştır: “Aslında güzelin dayandığı koşul, belli bir büyüklük ve düzendir. Bu sebeple bir canlı varlık eğer son derece küçükse ya da ölçüsüz derecede büyükse (bu durumda da bakış tümü algılayamaz; birlikte bütünlük bakanın gözünden kaçar) güzel olamaz.” (Ziss,2016: 131)
Aristotelesçi anlayış, estetik olayın ölçüsü olarak, ölçü kavramını önemsemektedir. Aristoteles’e göre, “güzel”i belirleyen ölçü, insanın oranları, olanakları, gerçekliği algılayışı olmaktadır. Burada Aristoteles’in estetik anlayışı ile antik toplumda sanatın evrimi arasında organik bir bağ kurulmaktadır. İnsanı güzelliğin ölçüsü ve ölçütü görmek düşüncesi, eski Yunan toplumunun demokrat ve insancıl sanatından kaynaklanmıştır. Bu sanat, oranlarını ve boyutunu insandan almıştır. Oran ve uyumlardan güzeli temellendiren kurallar, pek çok çeşitlemeler göstermektedir. Bu kuramlar, gerçek dünyaya ilişkin nesneleri ve görüngülerin nesnel özelliklerini dikkate almışlardır. Ancak bu öğretiler, “güzel”in özünü nesnelerin dışsal özelliklerinde görmüşler, bu noktada sığ bir anlayış sergilemişlerdir. İdealist estetik, güzelin matematiksel bir orana indirgenmiş olduğunu ve bununla birlikte ona karşılık olan bir formülle ifade edileceğini kabul etmemiştir. İdealistlere göre, “güzel”, kutsal bir yolla ölçülememekte ve yansıtılamamaktadır. Çünkü güzelin özü, anlatım gücünden (expression) ibaret olmuştur.
Rönesans sanatçıları da insan yüzünün güzelliğine dair yasayı bulmak için Antik yontuları ölçüp hesaplayabilirlerdi. Bu güzellik, yüz yapısının tümüyle dışsal belirtilerinde ve oranlarında değil, içerisinde insanın iç dünyasının görüldüğü, dışsal biçimlerin manevi nitelik kazanmasında bulunmaktadır. Yani anlatım gücü önem kazanmaktadır. Güzel üzerine her idealist anlayış, güzellik ile manevi öz arasındaki bağıntı ilkesine dayanmaktadır. İdealist estetikteki çeşitli anlayışlar, güzelin manevi özünü maddi biçimlerde ve nesnenin somut görünümünde nasıl açığa çıktığını daima aynı tarzda açıklamamışlardır. Nesnel idealistlerin (Platon, Schelling, Hegel) estetik anlayışları, “güzel” üzerine yargıları, dünya ile ilgili genel felsefi görüşlerinden temellenmektedir. Buna göre dünya, nesnel bir şekilde var olan ve evrensel us ya da Tanrı biçiminde kendini dışa vuran manevi özün maddesel tözüdür.
Immanuel Kant, estetik alanın özerkliğini ve beğeni yargısının öznelliğini ısrarla dile getirmiştir. Güzelin ahlak yasasına bağlı olduğunu, ancak simgeden başka bir şey ifade etmediğini belirtmiştir. Kant, bir eserin dahi yaratıcısının gerçekleştirmiş olduğu nadir durumların dışında, sanatsal güzelden daha çok, doğal güzeli yeğlemiştir. Kant estetiği, estetik özerkliğin sanatsal özerklikle çakışmış olduğu bir dönemi temsil etmektedir. Sanatla din, mitoloji, metafizik ve dünyanın çeşitli temsil etmek sistemleri arasındaki bağlantılar, Antik Yunan’dan, Orta Çağda veya 18. yüzyılda daima var olmuştur.
Antik Yunan
Her dönemde düşünürler, filozoflar ve sanatçılar, sanata toplumda bir rol vermeye gayret etmişlerdir. Estetiğin özerk bir alan olarak kurulması, bu heteromi ile kuramsal düzlemde ilgilenmeyi sağlamaktadır. Nesnel idealizmin estetiğine göre, “güzel”, bir türün eriştiği yetkinlik olmaktadır. Daha önceki idealistler, “güzel”in manevi özünden temellenmiştir, ancak onlara göre gerçekteki “güzel” görüngüleri manevi duruma getiren evrensel ruh ya da Tanrı değil, insan bilinci olmuştur. Önceki idealist felsefeye göre insan, kendi iç dünyasının duygularını, özelliklerini bir görüngüye uyguladığında, o görüntü güzelleşmektedir.
Kant’a göre, güzel sanatlar doğanın görünüşünü yansıtmak zorundadır. Kant, deha’ya önem vermektedir. “Dahi öyle biridir ki, doğa onun sayesinde kurallarını sanata taşır” ifadesini kullanmıştır. Hegel’in “Estetik Dersleri” adlı yapıtı, 18. yüzyılın estetik düşüncesi üzerinde son derece etkili olmuştur. Hegel, Kant gibi yalnız bir güzellik felsefesi kurmakla kalmamış, güzellik idealini tarihsel gelişimi içerisinde gözden geçirmiştir. “Estetik Dersleri”, yalnız sanat felsefesi için değil, sanat tarihi için de büyük değer taşımaktadır. Hegel, Giriş bölümüne güzellik biliminin temellerini atan Giriş ile başlamış, “güzel”in konusunu belirlemiş, meşruluğunu göstermiştir. Estetik, güzelin bilimidir. Güzel hem tabiatta, hem sanatta bulunmaktadır; ancak duygularımıza gelen dünyada, güzelin değişik biçimlerde kendisini göstermesi sistemli olarak sınıflandırılmasına da imkan vermemektedir. Güzellik biliminin esas konusu, sanat ve sanat eserleri olmaktadır. Estetik güzel, sanatların felsefesidir.
Sanatın sadece dinin ve ahlakın yardımcısı olarak görülmesi, onun gerçek amacını göstermemektedir. Sanat, ahlak ve din düşüncelerine araç olmakla birlikte, özgürlüğüne kavuşmuştur. Onun özgürlüğü, evrensel ruhu, çeşitli biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Sanatta görünüş, gerçeklikten (realite) daha gerçektir. Dış dünyanın geçici varlıklarından daha ideal, saydam ve süreklilik göstermektedir. Özgürlük, hayal gücünün hakkıdır, ancak sanatta keyfe bağlılık bulunmamaktadır. Temel düşünce her türlü varlığın özüdür. Biçim, içinde yaşadığımız dünyadan alınmış, güzellik ise biçim ile özün uyumu olmuştur. Hegel, sanat eserlerinde, derin düşüncelerin içeriğini, insanın tutkularını, zekanın buluşlarını ve iradesini yeniden bulmaktadır. Sanat, duygusal algı (perception sensible) ile usçul soyutlama (abstraction rationale) ortasında bulunmaktadır. Sanatın, nesnede görmek istediği şey, görünüş, gerçekliğin imgesi, nesnede görünen düşünsel bir şeydir.
Sanat düşünüleri (ide) canlandırılan imgeleri, görünüşleri yaratmakta, böylece izleyiciye gerçekliği duyusal biçimlerle göstermektedir. İmge ve düşünü sanatçının düşüncesinde birliktedirler ve birbirlerinden ayrılmazlar. Bu yüzden hayal gücü de tabiatın bir vergisidir.
İde’nin doğal bir canlılık olarak kazandığı gerçeklik, görünüş varlığıdır.
Hegel, bu konuda şu sonuca ulaşmıştır: Sanat, kompozisyonlarında tabiatın biçimlerini kullansa da amacı onları tekrarlamak değildir. Sanatın görevi çok daha yüksek ve yöntemi özgürlüktür. Tabiatın rakibi olan sanat, ondan daha güçlü olarak düşünüler ortaya koymakta ve bunları deneyimlemek için tabiatın biçimlerinden sembol olarak faydalanmaktadır. Öykünmenin yerine deyim (expression) koyan sistemdir. Buna göre sanatın amacı, görünen şeylerin dış biçimleri değil, onların iç ilkelerini, ruhun düşüncelerini, duygularını tutku ve durumlarını göstermiş olmasıdır.
Burada iki şeyi, düşünü ve deyimi, biçim ve içeriği birbirinden ayırt etmek gerekmektedir.
Hegel’de göre, iyi, aranılan uyum, “güzel” ise, gerçekleşen ahenktir. Sanatın amacı güzeli ortaya çıkarıp göstermek, bu ahengi açığa vurmaktır. Hegel’in estetik’inde “güzel”in metafiziği olarak adlandırdığı birinci bölüm, “güzel”in ideasını ve tüm sanatların genel ortak ilkelerini kapsamaktadır. Böylece Hegel, “güzel”in soyut ideasını, tabiatta güzeli, sanatta güzeli incelemiştir. İnsandaki ahengin gerçekleştiği üstün bir bölgeye yükselmeyi ruhta aranmaktadır. Ruhun bu derin ihtiyacı, sanat, felsefe ve din yoluyla karşılanmaktadır. Tüm realite mutlak ruh’tur. Bu ruh, sürekli olarak oluş halindedir. Sanat salt ruhun gelişimi içinde, bir aşamadan başka bir şey değildir. Ruh, madde içerisinde görünüşten ibarettir. Sanat eserinde tüm karşıtlıklar yok olmakta, ruh ile madde ahengi kurulmaktadır. Hegel’e göre, mutlak bir ruh, insan düşüncesinin ve etkinliğinin bütününü yönetmekte ve tarihin akışına yayılmaktadır. Bu mutlak ruh, insanların eylemlerini bozan değişimler, engeller ne olursa olsun, gerçeğin ve özgürlüğün gerçekleşmesine itmektedir. Tarihsel dönemler, olanaklar ne olursa olsun, Hegel’e için mutlak biçim üç bağlantı içerisindedir. Sanat, din ve felsefe…
Ayrıca bu biçimleme ile Hindistan’da Batıda, Doğuda, Mısır’da veya Yunanistan’da çeşitli görüntüler altında ve evrim aşamalarında karşılaşılabilir. Hegel, bunları daima mutlak ruhun belirtileri olarak değerlendirilmiştir. Hegel’e göre, mutlak ruhun belirtilerinin bilincine varış, tarihsel bir süreç olup sanat, bu tarihin içinde yer almaktadır. Din ve felsefe gibi ruhun özle biçim, algılanabilir olanla tinsel olan arasındaki karşıtlığın üstesinden gelmeyi başarmış olduğu biçimi dile getirmektedir.
Sanat, salt ruhu duyulur biçimler içerisinde göstermektedir. Hegel, fiziksel dünyada ve kapsadığı varlıklarda görülen “güzel”in karakterlerine uzun bir bölüm ayırmıştır. Hegel, kendi felsefesi açısından konuyu ele almış ve idea kuramını kurmuştur. Tabiatta “güzel” ideanın ilk görünümüdür, Birlik, çeşitli derecelerde görülen güzelliğin esas karakterdir. Güzellik, kendini canlandıran gücü gösteren biçim olmuştur. Biçimler, topluluğun özgür hareketlerin ortaya çıkardığı güçtür. Başka bir deyişle, parçaların o gizli uyumunda kendini gösteren iç ahenktir. Bu iç ve görülür birlik, uygunluk ve uyum maddeden ayrımlı değil, kendi biçimidir. Hegel, daha sonra tabiat varlıkları içerisinde biçimin güzelliği üzerinde durmuştur. Dıştan dikkatle ele alındığında, fiziksel güzel birbiri ardınca düzenlilik ve yasaya uygunluk, uyum ve maddenin saflığı ile sadeliği görüntüleri ile kendisini belli etmektedir.
En basit biçim olan düzenlilik, bir biçimin kendine eşit surette tekrarından oluşmaktadır. Yasaya uygunluk, daha yüksek bir dereceyi göstermekte ve daha özgür biçimlere geçit görevi görmektedir. Uyum (harmonie), gizli bir uzlaşma ile karşıtlıkları yok edilerek birliğe çevrilmiş unsurlar topluluğundan ibarettir. Renklerin, biçimlerin, seslerin, hareketlerin ahengi gibi…
Hegel, daha ideal bir güzelliğin gerekliliğini anlatmak için tabiattaki güzelliği tasvir etmiş, realitedeki “güzel”in eksik yönlerini belirtmiştir. Sanatın amacı ideali göstermektir. İdeal ise gerçek güzelliğe yetkinlik derecesi bakımından üstün olan güzeldir. İdeal, duyulur bir realite ile uyumlu gelişen varlıkların gücü, ruhu ve özüdür. İfadesini imgede bulmaktadır. Hegel, bir insan ruhundan geçen en kötü düşüncenin en iyi ve doğanın en büyük ürününden daha yüksek olduğunu, çünkü ruhsal ve tinsel olanın doğal olana üstünlüğünün mevcut olduğunu ifade etmiştir. Soyut düşünmenin üstünlüğünün sonuçlarından biri, sanatın doğaya öykünme amacının olmadığıdır. Sanatta ideal gerçeğin karşıtı değil, tersine arınmış ideaya uygun hale getirilmiş olan gerçektir. İdeal, idea ile duyulur biçimin (form sensible) tam uzlaşması olmaktadır. Gerçek ideal, tinsel yaşamdır, yani tindir. Tinsel ilkeyi yaşamın ve özgürlüğün bütünlüğü içerisinde buluşları, duyguları ile göstermek sanatın gerçek amacı olan gerçek idealdir. İdeal sınırların bağlarından kurtulmuş olan, özü ile tam bir uyum halinde gelişen tinsel ilkedir.
Hegel’e göre, sanat güzelliği tinden doğan bir güzelliktir. Tin, doğadan ve doğa görüşlerinden üstündür. Bundan ötürü estetiğin ele alacağı güzellik sadece sanat güzelliği olacaktır. Güzelliğin sanat güzelliği olarak sınıflandırılması gerekir. Ona göre estetik bakımdan önemli olan, doğa güzelliği değil, sanat güzelliğidir. Hegel’in İki güzellik türü karşısında almış olduğu tavrı iki ayrı açıdan değerlendirmek gerekmektedir. Birincisi Vorlesungen über Aesthetik’in Girişinde aldığı tavırdır. Giriş bölümünde güzellik kavramını belirlemek isterken, özellikle bu kavramın doğal güzelliği karşısında sınırlarının kesin olarak çizilmesini istemiştir. Hegel’e göre güzellik, sanat güzelliğidir ve doğa güzelliğinin güzellik kavramının dışında bırakılması gerektiğini söylemiştir. İkinci tavır ise, güzel “ide” olduğuna göre, ide’nin duygusal görünüş kazanması da doğa olduğuna göre, doğanın güzelliğinin de var olacağı sonucu doğacaktır. Hegel, doğal güzelliğine karşıdır. Onun tinden doğan sanat güzelliği karşısında bir değer ve önemi yoktur. Hegel’in doğa güzelliği karşısında almış olduğu ikinci tavır da işe, çıkış noktası doğa olmuştur. Hegel, l burada doğanın da güzelliğinin bulunduğunu görmüştür.
Yansıtma teorisi (mimesis), sanat felsefesinin en eski ve en tanınmış teorilerinden birisi olmuştur. Bu anlayışa göre nesneler dünyası, doğal biçimleri sanat için daima model oluşturmuştur. Sanata düşen görev, doğa biçimlerinin nesnel gerçekliğini tanımak ve onları sanatta yansıtmaktır. Bu tarz bir sanat teorisi için sanat biçimleri örneklerini doğadan almakta, sanat güzelliği de doğal güzelliğini yansıtmaktadır. Yansıtma (mimesis) kavramı ile ilk kez Grek felsefesinde Sokrates, Platon ve Aristoteles’in sanat felsefelerinde kullanılmıştır.
Xenophon’un “Sokrates Anıları”nda, Sokrates, heykelde, resim sanatında sanatçının fiziksel yanı ile birlikte ahlak ve ruhsal yanını da yansıttığını ifade etmiştir. Platon ise, yansıtma kavramında sadece estetik’i değil, felsefesini de anahtar deyimi olarak kullanmıştır. Ancak Platon minesis kavramına dayanarak, tüm sanat güzelliğine karşı tavır almaya gitmiştir. Platon’a göre sanatın yansıttığı şey, asıl gerçeklik olan idealar değil, aksine ideaların bir kopyası olan nesnelerdir, görünüşlerdir. Yani duyusal dünyadır. Nesneler, ideaların bir yansıması ve sanat yapıtları da bir yansıma olan nesnelerin yansıması, yani yansımanın yansıması olacaktır. Platon’a göre sanat bizi gerçeklikten uzaklaştıran zararlı bir etkinlik olacaktır. Doğadaki güzelliğin naturalist anlayışa göre, sanat güzelliği ile örtüşmesi gibi, doğadaki çirkinlik ile sanattaki çirkinlik de mümkün olmaktadır. Sözgelimi Velazquez’in yaptığı İspanyol kral ailesini yansıtan kadın portreleri incelendiğinde, doğa varlığı olarak bu kadınların güzel olmadıkları, hatta çirkin oldukları gözlemlenmektedir. Ancak bir sanat varlığı olarak olağanüstü güzellik taşımaktadırlar.
Doğadaki çirkinlik sanatçının elinde güzel bir obje olarak sanata yansımakta ve sanatsal estetik bir değer, “güzellik” elde edilmektedir. Tersine ifade etmek gerekirse, doğadaki güzellik, başarısız bir sanat yapıtı olunca, doğa bile güzelliğini yitirebilir ve sanatsal estetik açısından çirkin bir obje olabilir. Bu konuda Aristoteles şöyle ifade etmiştir: “Realitede hoşlanmayarak baktığımız bir obje, özellikle tamamlanmış bir resim haline gelince ona bu kez hoşlanarak bakabiliriz, örneğin tiksinti uyandıran hayvanların ve cesetlerin resimlerde olduğu gibi… (Tunalı, 2002:277)
Estetik teorisi ve felsefe bakımından doğa güzelliği ile sanat güzelliği arasındaki ayrılığın üzerinde en çok Kant sonrası idealist felsefe ve estetik durmuştur. Özellikle Hegel’de, Vischer çağımızda B. Croce’de temel bir estetik sorun niteliği kazanmıştır. Kant’a göre, doğa bir nesnenin, bir canlının varlığında ereğine ulaşıyorsa, bu erek tasavvur, o nesnenin varlığında kavramsal bir açıklık elde ediyorsa, onu herhangi bir mantıksal kategoriye koymadan güzel olarak nitelendirme biliriz.
Hegel de Kant gibi doğal güzelliği ve sanat güzelliği üzerinde durmuştur ve bu ayrılığı derinden temellendirmek istemiştir. Hegelde “güzel”, tarihsel açılımında kavranan somut gerçekliktir. Bu gerçeklik, sanatsal güzelin duyarlı biçimini aldığında, sanatsal güzel ‘ülkü’sünü belirlemiştir. Güzel ‘ülkü’sü tarihte üç temel biçimde görülmektedir. Simgesel sanat, Klasik sanat ve Romantik sanat. “Estetik” adlı yapıtı, içine girilmesi en kolay yapıt gibi görünmüş olsa da, bu sınıflandırma ve sistemi sadece okurun anlamak güçlüğünden oluşmayan bir takım zorlukları da sergilemektedir. Bu biçimlerden her biri tarihte belirli bir döneme denk düşmektedir. Hegel sanatları Sembolik, Klasik ve Romantik diye adlandırdığı bölümlere ayırmıştır. Mimari Sembolik, heykelcilik Klasik, resim musiki ve şiir Romantik sanatlarda yer almıştır.
Bu sınıflandırmanın işitme, görme duyularına göre yapılan doğal sınıflanma ile çelişkiye düştüğü görülmüştür. Her ikisi de mekân sanatından oldukları halde romantik resim ile klasik heykel birbirlerine karşı olarak gösterilmiştir. Eski Klasik dönemde sadece heykelciler değil, şairler de bulunmaktadır. Orta Çağda ressamların yanında müzisyenler, Mimarlar şairler ve heykelciler de bulunmuştur. Bu bakımdan Hegel’in sanatları bu tarzda sınıflandırması, sanat biçimlerinin verimi hakkında açıklamış olduğu doğru görüşlere rağmen mantığa ters düşmektedir.
Simgesel sanat Hegel’e göre, Hint sanatı, simgesel sanatın tam gelişmemiş biçimi olmaktadır. En kusursuz örnek ise Mısır sanatıdır. Klasik sanat, Yunan sanatıdır. Romantik sanat, Ortaçağ’dan 19. yüzyıla kadar Batı sanatını ifade etmektedir. Bu sanatlardan her biri imgelemin doğadan nasıl kurtulmaya çalıştığını, içeriğe nasıl biçim verdiğini ifade etmektedir. Biçim- içerik uygunluğunun derecesi ise her biri için değişiktir. Simgesel Mısır sanatında düşünce-içerik gerçek anlamda ifadesini bulamamıştır.
Doğanın-insan doğasının tutsağı olmuştur. Hegel, Mısırlılara ait olarak sanat yapıtlarının gizemli ve yankısız, durağan, dilsiz kaldığını ruhun açık olarak dilini henüz konuşmadığını ve ruhun somut olarak cisimleşmediğini dile getirmiştir. Mısır piramitlerinde tinsel olanın özgürlüğüne tam olarak kavuşmadığını duyumsamaktadır. Hegel’e göre Yunan sanatı, biçim ve içeriğin kusursuz uygunluğunu temsil etmektedir. Hegel, önce romantik dünyanın yalnızca bir tek mutlak yapıtın, Hristiyanlığın yayılmasını gerçekleştirebildiğini vurgulamıştır. Homeros, Sofokles, Aristoteles, Dante, Shakespeare çağımızda yeniden üretilemez. Bu şair ve düşünürlerin özgür bir biçimde dile getirdikleri şey ilk ve son kez yapılmıştır. Hegel, sanatçının özgürlüğünün ve estetik özelliklerinin doğrulanması yöneliminin genel hatlarını belirlemiştir.
Hegel, romantik sanatın sonunun, modern sanat ve estetiğin yolunu açtığını düşünmüştür. Hegel’in sanat üzerine düşüncesi çağdaş estetikte yankısını bulmuş ve hala bulmakta olan düşüncedir. Hegel’in yapıtlarına ilişkin coşkusu ve özel olarak her sanatı incelemesi, Kant’ın düşüncesinden daha fazla yankı uyandırmıştır. Hegel kuramının en güncel yanı, estetiğin geleceğini ve sanat üzerine söylemin özelliğini özerkliğini korumak biçiminde yatmaktadır. Düşüncenin soyut ve genel betimlemeleri sanatsal ve kültürel modernliğin ayırt edici bir çizgisine dönüşmüştür.
KAYNAKÇA
Yetkin, S. K. Estetik Doktrinler. Palme Yayınları. İstanbul. 2007
Ziss.A. Estetik, Çev. Yakup Şahan. Hayalperest Yayınları. İsta. 2016
Tunalı, İ. Estetik. Remzi Kitabevi. İstanbul. 2002
Aristoteles, Poetika. IV. J. Çev. İ. Tunalı. İstanbul. 1983
Jimenez, M. Estetik Nedir?, Çev. Murat Erlen. Ketebe Yayınları. İstanbul. 2023
Kervegan,J.F.Hegel ve Hegelcilik.Çev. İsmail Yerguz. Dost Kitabevi. Ankara. 2005
Bir Cevap Bırakın