İnsan bazı yolculuklara bir bavulla değil, bir ömürle çıkar. Ben öyle çıktım bu yola.
Yola düşmeden evvel sırtımı yasladığım koltukta, zihnimde bir duvar kâğıdı gibi asılı duran geçmişin gölgeleriyle vedalaştım. Gökyüzü yorgundu, ben daha da yorgun… Ama içinde umut serpintisi taşıyan her yorgunluk, aslında bir yeniden doğuş sancısıdır. Bu yolculukta belki oğluma kavuşacaktım, belki kendime. Belki her ikisine birden.
Karayolu… Geceleri uykusuz, gündüzleri uykulu geçen o bitimsiz yollar. Bulgaristan sınırına yaklaşırken otobüsün içi yabancı yüzlerle doluydu ama ben hep aynı çocuğu görüyordum gözümün ucunda: Dört yaşında, babasının dizine başını koymuş uyuyakalan; yedi yaşında, ilk okuma bayramında şiirini bana okurken gözleri parlayan; on beşinde, neşesini paylaşamadığım bir genç.
Zamanın içinden sürüklediğim bu çocuk, artık yirmisini geçmişti. Ama bende kalan fotoğraf, hâlâ o çocuktu. Uzakta büyüyen bir çocuk… Sıcak bir kucaklayışla karşılanmayı hak eden bir çocuk.
Otobüs, Sofya’ya girerken cam kenarından geçen evlerin, köhne tramvayların, yer yer çökmüş balkonların arasından bir cümle geçti içimden:
“Bir şehir, insanı anılarla mı karşılar, yoksa yoklukla mı?”
Sofya… Sert yüzlü bir şehir. Geçmişin yükünü sırtında taşıyan, ama boynuna bir gül asılmış gibi buruk. Sovyet artığı heykellerin gölgesinde dolaşan yeni nesil kafelerde, bir yandan Wi-Fi’li bir hayat yaşanıyor, bir yandan yüzyılların içinden gelen Slav melankolisi. Her köşe başında bir anı saklı sanki.
Otobüs molasında, dışarı adımımı atarken içime dolan ilk his, yabancılık değil, tanıdıklık oldu. Çünkü bu şehir de benim gibi, bir zamanlar başka hayaller kurmuş ama sonra başka hayatlara evrilmişti.
İşte orada, Sofya Merkez Tren Garı’nın önünde bir çocuk ağlıyordu. Annesi valizi yetiştirmeye çalışırken elini bırakmıştı. O an, içimde öyle bir şey koptu ki… Zaman, bazen çok küçük sahnelerde büyür. O ağlayan çocukta oğlumu gördüm. Ve belki kendimi…
Bir zamanlar elinden tutulmamış, sonra birilerini elleriyle büyütmeye çalışan o yalnız adamı.
O andan sonra bu yolculuk sadece bir kavuşmanın değil, bir iç hesaplaşmanın da yolculuğu oldu. Sofya’dan, Sırbistan’a geçerken içimde hem yollar uzuyordu hem de geçmiş… Dur bakalım daha Hırvatistan’da ne fırtınalar kopacak? Yıllar önce başkaları için çizdiğim güzergâhlarda kendi yolumu kaybetmiştim. Ama şimdi, bu yolculukta, o güzergâhın haritası yeniden önümdeydi. Kat ettiğim her kilometrede biraz daha yaklaşıyordum hem oğluma hem de yarım kalmış tarafıma.
Otobüs, sınır kapısında beklerken penceremin buğusuna parmağımla özlediğim o sesi yazdım:
“Baba, geldim…”
Gece saat üçe yaklaşıyordu. Sırbistan yollarında ilerlerken otobüsün içi sessizliğe bürünmüş, uyuyan bedenlerin arasında uyanık ruhlar kendi iç labirentlerinde dolaşıyordu. Ben de o uyanık ruhlardan biriydim. Uyuyamıyordum. Çünkü insan, geçmişini sırt çantasına koyunca, yastık bulsa da uyuyamaz.
Başımı cama yasladım. Cam soğuktu ama içimdeki sıcaklıkla buğulandı hemen.
Hangi anıydı beni en çok yakalayan? Oğlumun ilk gurbet mektubu mu? Pardon, mail mi demek gerekiyordu? Yoksa İstanbul’daki evinde oturup, çayını tek başına içtiğini hayal ettiğim o akşamlar mı?
Zaman, bazı anıları bile bile içeride bırakırken bazılarını ise hoyratça dışarı fırlatıyor. Ben hangilerinin içinde kaldım, hangilerinin dışında?
Sınırdan geçerken pasaportlar toplandı. Elimdeki belgeleri titreyerek uzattım. Yaşlı eller, çok şeyin tanığıdır ama çok az şeyin sahibi… Genç görevli belgeye şöyle bir baktı, yüzüme baktı, sonra başını eğip geri verdi.
İşte hayat da bazen bu kadar kısa bakışlarla geçiyor. İnsanlar seni şöyle bir görüp geçiyor. Oysa sen bir ömür dolusu anıyla duruyorsun önlerinde.
Yıllar boyunca oğlumla aramda uzaklıklar vardı ama hiç sessizlik olmadı.
Konuşmalar kısa sürdü belki, görüşme ha oldu ha olmadı ama her cümlede bir özlem, her kelimede bir hasret dokusu vardı. Ne söylense eksik, ne söylense geç kalınmış gibi…
Otobüs Belgrad’a vardığında sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yeni bir şehir yüzünü gösterdi. İnsan, bazı şehirlerde kaybolmak ister çünkü bulmak istediği şey sadece bir insan değil, bir “zaman dilimi”dir.
Ben, oğlumu ararken aslında geçmişi de arıyordum. Onun küçüklüğünü, benim gençliğimi, birlikte ördüğümüz yoksul ama sıcak günleri…
Belleğimde kalan görüntüler o kadar gerçekti ki:
Bir taburenin üzerinde çorba soğutan o küçük çocuk, okul dönüşü terliksiz ayaklarıyla top koşturan hâli, gece uykusunda konuşurken ismini mırıldanması…
Bir babanın hafızası ne kadar unutur gibi görünse de aslında zamanla her şeyi daha keskin hatırlatır.
Otobüsten indim, kahverengi bez valizimi yere bıraktım. Ayaklarımın altı zonkluyordu ama yüreğimde bir yürüyüş vardı hâlâ. Yol, artık beni değil, ben yolu taşıyordum.
Oğluma gidecektim, öyle demiştim ya… Ama bu şehirde onu beklemeyecektim. Bir adrese gitmeyecektim belki de. Belki o beni bulacaktı. Ya da hiçbirimiz birbirimizi gerçekten bulamayacaktık, çünkü artık olduğumuz yerle olduğumuz kişi arasında yılların ördüğü kalın bir duvar vardı.
İnsan birini özlerken aslında neyi özler? Sesini mi? Kokusunu mu? Yoksa onunla yaşamadığı ihtimalleri mi? İşte ben, oğlumu en çok yaşamadığımız şeylerde sevdim. Onunla aynı sofraya oturamadığım günlerde, birlikte televizyon karşısında sessizce çay içemediğimiz akşamlarda…
Hayat bazen yaşananlarla değil, eksik kalanlarla yazılıyor.
Bir tren bileti aldım o sabah. Tek yön. İçinde geçmişin tüm istasyonlarını gezebileceğim bir sefer. Bindiğimde gözümde bir yaş yoktu ama içimde bir çağlayan vardı. Ve tren hareket etti.
Tren uzun bir tünelden geçerken camda yansıyan suretime gözüm takıldı. Zaman, bir yüzü nasıl değiştirir, bir bakışın içine ne çok kırıklık sığdırır…
Eskiden gözlerim önde giderdi bedenimden, şimdi arkada kalıyorlar. Geçmişe bakmak insanı yorar sanırdım. Meğer insan, geçmişte bıraktığını sandığı şeyleri hep yanında taşırmış.
Koltuğumda usulca doğruldum.
Cebimden oğlumun çocukken bana verdiği küçük bir düğmeyi çıkardım.
Renkli, gereksiz bir oyuncağın üstünden söküp “Baba bu senin olsun!” demişti. O düğmeyi hiç atamadım. İnsan, bazen küçücük bir eşyaya koca bir ömrü iliştirir. Ben de öyle yaptım.
Bir istasyonda tren durdu. Pencereden dışarı baktım:
Bir baba, elinde poşetle yürüyen oğlunun peşinden koşuyordu. Çocuk dönüp bakmadı bile. Ama adam yürümeye devam etti. Gururla sevgi arasında kalmış bir baba adımıydı bu. Tıpkı benim yıllarca attığım ama hep boşluğa düşen adımlar gibi.
Bazı insanlar yalnız yaşlanmaz, içlerinde büyüttükleri sessizlikle yaşlanırlar. Ben ne kadar konuşsam da, ne kadar anlatmaya çalışsam da oğlumun gözünde hangi cümlem eksik kalır, onu bilemiyorum. Belki onun için yalnızca “gelmeyen” bir babaydım. Oysa ben her zaman yolda olan biriydim. Geç kalmış, ama yolda… Ona kavuştuğumda söyleyeceğim bir sürü şey yok aslında. Çünkü bazı buluşmalar, konuşmak için değil susmak içindir.
Birlikte sessizce yürümek… Bir çay ocağında oturmak… Belki hiç konuşmadan, sadece göz göze gelmek… Ve o an, yılların yerine geçmek.
Tren tekrar kalktı. Kalbimde bir ağırlık yok artık. Çünkü bu yolculuğun bana öğrettiği en sade hakikat şu oldu:
İnsan, en çok geri dönemediği yere değil, hiç gidilmemiş bir yere varmayı ister. Belgrad’dan sonra belki başka bir şehir, sonra bir sokak, sonra bir kapı, ve sonra…
…kim bilir?
Resim: Orhan Peker
Bir Cevap Bırakın