Eninde sonunda düşecek olan taşı tekrar tekrar dağın zirvesine taşımanın ne anlamı var? Madem hepimiz 1,8 metrelik bir çukura gireceğiz, spor salonlarında acı çekmenin, katı diyetler yapmanın ne anlamı var?
“Ne anlamı varcılık”, harekete geçmeye her kalkıştığınızda üzerinize yapışan bir kadercilik gibi.
Camus, “varoluşta anlam aramayı bırakın” diyor. Ben bu önermeyi, “öyle yaşayınız ki varoluşunuz anlamlansın” şeklinde düzeltmeyi yeğliyorum.
Mutluluk, bir varlık ile onun sürdürdüğü varoluş şekli arasında bir anlaşma. Asıl sorun, mutluluğa, sonuç odaklı bakmamızda; ona, özgürleştirici, sınır aşıcı, haz ve heyecan verici, tutkuları kışkırtıcı normatif içerikler atfetmemizde belki
Oysa, varoluşunuzun yüksek dağı ile karşı karşıya kaldığınızda mutluluk, nihai sonuçta değil, “eylem”de aranmalı.
Şairin dediği gibi, yaşamak zor zanaat; öyle ki, bazen bir Sisifos mesaisi. Ama, azim ve kararlılıkla kalenin fethedilmesi, tek başına Sisifos’un taşını hafifletmiyor.
İnsanın kendini mutlu hayal etmesi, toplumcu bir gerçekçiliğe bağlanmadıkça soyut, metafizik, düşsel bir şey. Hayal düzleminde mutluluk, büyük bir “yalnızlık” barındırır içinde.
Böyle bir mutluluk algısı, dünyanın unutulmuş hakikatinin kipi; hakikat algısının yitimi gibi. Düşüşün, ruhsal körlüğün, rüyasal aklın ve gölge varoluşun hüküm sürdüğü William Blake’in Ulro ülkesinde yaşamak gibi.
Ülkemiz, yalnızlığın Doğusu âdeta: büyülü bir gerçekçilikten muzdarip bir Anadolu. Uçurtması kaybolan çocuğun, kaybın daimileştirilmesinin, uzun güneş tutulmalarının, farklılıkların törpülenmesinin, yaşamı olumsuzlamanın, Pinokyoların, Machiavelik Prenslerin ülkesi…
Absürt burada yüzünüze, daha günün ilk saatlerinden itibaren çarpmaya başlar; hayatınıza gölgeler düşürür. Çünkü saçmalık, neredeyse toplumsallığın kurucu momenti haline geldi.
Yaşadığınız dünyayı onun dönüşünden bağımsız, dışarıdan izleyemediğiniz için, sokağın dönemecinde nedensiz parlayan bir bıçağın, bir küfrün, aşağılanmanın, bir haksızlığın, hayal kırıklıklarının, yanlış anlaşılmaların, tarihi geçmiş sucuğun ya da bayat yumurtanın kurbanı olabiliyorsunuz.
Kısacası burası, varoluşsal tehlikelerin; gerçeklikle bağını kurmakta zorlandığınız, netameli tuhaflık hallerinin her yere sızmasının ülkesi.
Mesafenin hayat kurtardığı günlerdeyiz. Kastettiğim, dünyadan kopma, insan ilişkilerinde çözülme hali olarak tecrit değil; bir “kirpi mesafesi”
Zaman zaman başkasının acısını küçümseyenlere onunla alay edenlere rastlıyorum. Oysa, çok farklı habitatlarda geçen çok farklı hikâyeler çok farklı deneyimlere ve yaralara sebep olurlar. Üstelik, başkasının yarasını küçümseme âdeta karşılıklı olarak sıkılmış iki kurşun gibi: çünkü gün gelir başkası sizin acınızı küçümser.
Başkaları için iç burkucu bir şey sizin için önemsiz ya da tam tersi olabiliyor. Küçük saman çöpü bazen bir devenin sırtını kırabiliyor. Kimi insanın sadece yaraları; kırık düşleri var.
William Butler Yeats bir şiirinde der ki:
“Yoksul biri olarak, sadece düşlerim var benim;
Hayallerimi ayaklarının altına serdim;
Usulca bas, çünkü düşlerimin üstünde yürüyorsun.”
Talihsizliklerle karşılaşan umutsuzluğa düşen biri, yoluna devam etmek ve hayattaki güzel şeyleri görmek için enerjisini nasıl koruyabilir?
Varoluşumuzun derin tözünden etrafa saçılan depresyon duygusuna ve cesaretsizliğe karşı Camus’nün “Veba”sı felsefi içgörüler sunuyor.
Camus veba salgınını, kendinde yeniden başlama gücünü bulmanın etrafına düğümlerken, bir felaketten bile olumlu enerjiler devşirilebileceğini göstermek istemişti.
Veba, absürdün bir ikaz lambası olarak görev yaptığı bir ahval-i beşerin ve onun ardından gelen pozitif isyan döngüsünün bir parçasıydı. Etrafımızı sarıp yer yer gücümüzü aşan trajedi karşısında bizi inisiyatif almaya itmeye dair bir önermesi vardı kitabın. Trajediye rağmen etik dayanışmayı ve eylemin onurunu yücelten bir iletisi vardı kitabın:
“Vebaya karşı savaşmak, başarıya inanmak meselesi değildir. Başarı umudum olmasa bile savaşmam gerekir. Bu, insan olmanın bir yoludur.” (Albert Camus, Veba, çev. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Can Yayınları.)
Kişisel ya da kolektif olduğuna bakmaksızın felaketin acı dolu kıvrımlı yolları boyunca varoluş, absürt, başkaldırı ve geri çekilme olmak üzere üç döngünün içinden geçer.
Aynı şekilde tekrar eden gündelik hayatın döngüselliği kendini, sıkıntılara katlanabilmek, kamusal başarı, düzen, disiplin, kuvvet, onur, şan, ihtişam, maliyet hesabı gibi feodo-kapitalist değerlerin katkılarıyla yeniliyor.
Bu “hamster çarkı” karşısındaki pasifliğimizin; üstü tozlanmış “inertia”nın (eylemsizlik, atalet, teslimiyet) farkına vardığımızda, otomatiğe bağladığımız duruştan çıkıp belki düşünmeye ve direnmeye zaman ayırabiliriz. Çünkü hayat bir yenilenmeler zinciri.
Metrobüs-İş-Uyku üçlemesinin bıktırıcı döngüsünün farkına varmak, bazen tam bir varoluşa, tutkuya hatta hayatlarımızı yeniden keşfetmeye yol açabilir. Buradaki anahtar kavram farkındalıktır. Ve böylesi bir farkındalığın, kanatlandıran, kurtuluşçu bir özü var.
Ne dünyanın nesnel bir gerçekliğe sahip olmadığını, her şeyin algı ve dil aracılığıyla kurulduğunu öne süren bir Nabokov romanı ne de sahte bir yaşamı reddetme lüksü; toplumsal dışlanma ve varoluşsal yalnızlığı göğüsleme olanağı olanların bir “Tutunamayanlar” anlatısını önermek amacım var.
Çünkü Metrobüs-İş-Uyku üçlemesine maruz olmak diye bir şey var. Yalnızlığını estetize edebilmiş, konfor alanına düşkün insanların, tuzu kuru.
Tam anlamıyla hayatta kalma mücadelesinin ardında esir düşmüş insanlar için, bir burjuva öncelikler listesi dışında, önereceğin bir şey var mı, diye sorarsanız, uzun boylu düşünmeden, hesaba kitaba kaçmadan “devrim” derim.
“Wake” kalmak, belirli öncelikleri gözden geçirmenize, sevgiye ve yaratıcılığa yer açmanıza bağlı. Burada “wake” kalmakla kastedilen, gerçekliğe bakan, güç ilişkilerini ve sınıfsal çatışmayı fark eden Spinozacı bir bakışa sahip olmaktır. Yazmaya veya okumaya izin vermektir, doğada yürüyüşler planlamaktır, öncelikli ihtiyaçlarımızla yeniden bağlantı kurmaktır, içimizdeki asiye yer açmaktır, kabul edilemez olanı reddetmektir, dünyayı ileriye taşımak için belli davaları sahiplenmektir, insanlara yardım etmektir, bir ülkü için angaje olmaktır, alışkanlıklarımıza boyun eğmemektir, tüketimin ve nihilo-hedonizmin tuzaklarına düşmemektir, kolektif ya da kişisel felaketlerin saldırılarına direnmektir, yasın bizi kuşatmasına izin vermemektir, tüm katmanlara yayılmakta olan kara vebanın (faşizm) ayırdında olmaktır, hayatı üstlenmektir, içimizdeki “yenilmez yaz”ın farkına varmaktır…
Umut etmeyi değil yaşamayı salık veren varoluşçu sav, tüm umut kategorilerini bulanıklaştırırken, yaşamak edimine hayatı üstlenmek boyutunu ekler.
Umudu tıraşlanmış, enerjisi tavsadığı için içindeki tohumun yeşil zarfını bir türlü yırtmadığı, içindeki yaz’ın güneşi, varoluş bunaltısı sislerinin arasında solmuş bir yaşamak, derin yalnızlıktır: şimdiyi belirsiz bir geleceğe erteleyen pasifleştirici umut da öyle.
Gerçi yalnızlık, hayatın mihenk taşlarından biri. En azından gerçek bir varoluşun kıyısına ulaşmamızı, kendi sesimizi bulmamızı sağlayan Rilkeci olanı öyle:
“Yalnızlık, en derin çiçekleri taşır içinde.” (Duino Ağıtları)
Absürt olana başkaldırmak ile absürdü bir ikaz lambası olarak görmek: bu iki durum, aslında aynı bütüne ilişkin.
“Saçma” olana, nihilist yıkıcılığa direnmek benim için, gündelik hayatın Kafkaesk karakterine bir itirazı, dahası böcekleşmeyi ve Josef K. olmayı reddetmeyi, emeğin ucuzlaşmasına ve sömürüye karşı çıkmayı, biyoiktidarın kadın gerçeğine dair tezahürlerini iyi tanımayı, “biz” duygusu ile hareket etmeyi, kolektif bir aidiyeti- ve belleği savunmayı, belleğin karanlık bölgelerinde uyuklayan devrimcilerin hatıralarını sahiplenmeyi, bulutları dağıtıp yaz güneşinin ışığını görmeyi, nefrete sevgiyle karşılık vermeyi imliyor.
Hepimizin içinde yenilmez bir yaz var. Deprem-sonrası Antakya’sının molozlarının ortasında dururken, içimde yenilmez bir yaz’ın olduğunu fark etmiştim.
İçimizdeki bu yenilmez yaz’ı keşfetmek bir bakıma, önce kendimizi dinlemeyi, tanımayı sonra da gücü, isyanı ve aşkı yeniden kazanmayı öğrenmektir.
Kendimizi tanımak, bizi neyin harekete geçirdiğini ya da neyin üzdüğünü bilmek, bizi rahatsız edenle yüzleşmek anlamına geliyor; hem kendi hem ötekinin iyiliği için bir “duygu hesabı” yapmak anlamına geliyor.
Çünkü varoluşun elinde, sonluluğunun gerçeğine çare olarak doğayı, güneşi, ışığı, sevgiyi ve ütopyayı önermek dışında başka kartlar bulunmuyor.


Bir Cevap Bırakın