Bazen bir türkü, bir halkın içini, yıllarca söyleyemediği kelimelere döker. Bazen bir bağlama teli, yüzyıllık bir kırgınlığı dile getirir. Bazen bir ozan, kendini söylerken bile halkını anlatır. İşte Mahsuni Şerif tam da bu yerden konuşur insanlara: Ne kendini büyütür ne halkını küçültür. Sadece söyler. Öylece, yalın ve derin. O söyleyince dağlar dinler, ovalar karşılık verir, kuşlar susar. Çünkü onun sesi, Anadolu’nun ta kendisidir.
Evet, Mahsuni bir âşık. Ama sadece türkü yakan, sevda anlatan biri değil. O aynı zamanda bir hafıza işçisidir. Unutulmaya yüz tutmuş bir halk hafızasını diri tutar. Toprağın, acının, yoksulluğun, inancın, direnişin hafızasını… Ve bu yüzden Mahsuni, yalnızca bir halk ozanı değildir, halkın kendisidir. Çile çekenin çığlığı, sevenin sükûneti, isyan edenin umududur.
Mahsuni’nin sesi yalnızca bir insan sesi değildir artık; o, bastırılmışın, ötelenmişin, görmezden gelinenin yankısıdır. Bu nedenle onun türküleri birer sanat eseri olduğu kadar birer tanıklıktır. Tanıklık etmek ne kadar zor ve onurluysa, Mahsuni de o kadar yüce bir suskunluğun yerine konuşur.
Bu yazı, bir anma değil sadece. Aynı zamanda bir hatırlatma, bir çözümleme ve bir selamdır. O büyük ozanın dizelerinde gizli olan hem duygusal, hem toplumsal, hem felsefi izleri sürmek için yola çıkıyoruz. Çünkü Mahsuni’yi anlamak, sadece onu dinlemekle olmaz. Onu anlamak, sesi sustuktan sonra da onun adına konuşmayı bilmeyi gerektirir. Çünkü her büyük ozan gibi o da öldükten sonra daha çok konuşur.
Pir Sultan’dan bugüne: Mahsuni’de direnen gelenek
Mahsuni’nin sazı, yalnızca bir müzik aleti değil, aynı zamanda bir vicdan terazisidir. Tel tel dökülen her ses, bu topraklarda yaşanmış acıların ve umutların yankısıdır. Bir elinde bağlaması, bir elinde halkın derdiyle Mahsuni ne zaman konuşsa, saraylar, beyler, muktedirler huzursuz olurdu. Çünkü Mahsuni, yalanla beslenen düzenin karşısına gerçeği koyan bir derviş gibiydi. Dilinin yanında kalbiyle, inancıyla konuşurdu. Bu yüzden de onun dili yumuşak ama sözü keskindir.
Ozanlık geleneği, sadece söz söyleme ustalığı değildir. Aynı zamanda bir yol, bir duruştur. Mahsuni bu geleneği Pir Sultan’dan, Nesimi’den, Dadaloğlu’ndan alır ama kendi çağına tercüme eder. Onlar gibi yakılmış, sürülmüş, susturulmak istenmiş ama onların yolundan sapmadan halkına sadık kalmıştır.
Mahsuni’nin sesi, Alevi inancının da gür bir yankısıdır. Ama onun inancı, sadece bir mezhebe değil, bütün bir insanlığa dair bir vicdan sesidir. Mazlumu savunur, zalimi sorgular, aşkı över ama kör bağnazlığı asla kutsamaz. O, dinden değil, dindarlık kisvesiyle yapılan sahtekârlıktan rahatsızdır. Ve bu yüzden onun dini de dili de sevgiden, adaletten, eşitlikten yanadır. “Yuh yuh!” diyerek yalnızca yobazlığa değil, sahte kurtarıcılara karşı da durur. Onun şiirinde Allah da vardır, halk da. En çok da hesap sorma arzusu vardır.
Sürgünlerde geçen yıllar, türlü baskılar, sahne yasakları, yargılamalar… Bunların hiçbiri Mahsuni’yi kendi özünden koparamamıştır. Tam tersine, her darbe onu biraz daha halkına yaklaştırmıştır. Çünkü Mahsuni için türkü söylemek sadece sanatsal bir ifade değil, bir direniş biçimidir. Bu yüzden onun sesi bazen bir ağıt gibi akar, bazen de bir taş gibi düşer gönüllere. Ve her defasında bir yürek daha uyanır, bir insan daha gözlerini açar bu düzene.
Sustuğunda bile konuşan bir ozan: Mahsuni hâlâ bizimle
Âşık Mahsuni Şerif’in sesi sustuğunda, sustuğunu sandık. Biliyoruz göçtü ama gittiği yerden dönmeyenler gibi değil, her türküde yeniden doğanlar gibi yokluğunda da konuşanlardandı. Mahsuni, canlı olmasa da söyleyişinin ne denli güçlü olduğunu bir kez daha öğretti bize. Ardında bıraktığı yüzlerce eser, yalnızca bir sanatçının değil, bir dönemin, bir halkın ve bir haykırışın külliyatıdır.
Mahsuni’nin mirasına sahip çıkmak yalnızca onun türküleriyle duygulanmak değildir. Onu yaşatmak, yalnızca anmalarda adını zikretmek değil, onun adını taşıyan bir bilinçle yürümektir. O, mazlumun sesini kendine pusula etmiş, halkı için yollara düşmüş bir ozandı. Kirli politikaların, baskıların, hapislerin, sürgünlerin ortasında yılmadan, eğilmeden, kendi deyimiyle “ayrımsız ve çırılçıplak” bir sevdayla halkını sevdi. Ona yapılanlara değil; onun ne yaptığına bakarsak, gerçek büyüklüğü orada yatar. Mahsuni, iktidarın soğuk duvarlarına karşı, halkın sıcak avuçlarını seçmiştir her zaman.
Onun sözlerinde gizli olan umut ve direniş, “Sefil olduk pir aşkına, garip olduk yâr aşkına” diyen bir yüreğin yakarışıyla halkın vicdanına dönüşür. Bu dizeler yalnızca geçmişin değil, bugünün ve yarının da çığlığıdır; çünkü Mahsuni’nin her sözü, adaletsizliğe karşı bir ağıt, zulme karşı dimdik bir haykırıştır. Dosta sitem, düşmana kin değil; sadece doğruya eğilmiş bir bakıştır onun dili. Kimi zaman bir ana duası gibi ince, kimi zaman bir celladın elinden çekilmiş bir çığlık gibi serttir ama her zaman hakikatin izindedir.
Bugün Mahsuni’yi anmak, sadece bir ustaya saygı duruşu değil; onunla birlikte susan yoksul köyleri, hor görülen mezhepleri, işçileri, çilekeş anaları da yeniden duymaktır. Sadece sazı değil, sözü de elimize alıp onun gibi baş eğmeden, ama kalp kırmadan yürümektir. Halkın dilinde yankılanan o büyük suskunluğu yeniden söz kılmak, işte Mahsuni’yi anlamanın en derin, en onurlu yoludur. Çünkü Mahsuni hâlâ konuşur… Her susan dudağın gerisinden, her kırık sazın telinden, her halkın yüreğinden ses verir. Ve o ses, hâlâ bizi çağırmaktadır:
“Uyanın, susmayın, sevin, sevin ki insan kalabilesiniz…”
Bir Cevap Bırakın