İçimizdeki cevheri toplum ve düzen nasıl yok ediyor?
Film bittiğinde içimde tarif edemediğim ince bir huzursuzluk vardı. İlk bakışta her şey olağanca haliyle “doğru”ydu, filmin ortaya kuvvetlice koyduğu eleştiri tam da çağımızı yansıtıyordu. Ama bir şeyler yanlış hissettiriyordu. Temelde bir şeyler… Biraz üzerine düşününce bunların neler olduğu konusunda zihnim daha da berraklaştı…
”Anaokulu Öğretmeni” (The Kindergarden Teacher) 2018 yapımı, şiir etrafında gelişen, Amerikan gerilim dram türünde bir film. 2014 İsrail yapımı aynı adlı filmden Netflix yapımcılığında yeniden uyarlanmış Sara Colangelo yönetmenliğindeki film, anaokulu öğretmeni Lisa Spinelli’nin şiire “doğal” yeteneği olan 5 yaşındaki öğrencisi Jimmy Roy’u keşfetmesi ve Jimmy ile birlikte şiiri dünyanın artan yozlaşmasından kurtarma isteği üzerine gelişen hikâyesini konu alıyor. Film boyunca çağımızdaki merakın ve anlamın yitimine karşı sanata ve entelektüelliğe tutunan Lisa’nın hayatına, sıradanlık ve radikallik arasındaki ince çizgiye tanık oluyoruz.
Biçimsel orta üst sınıf hayatının içinde Lisa, öğretmenliğinin dışında şiirle ilgilenir. Okul çıkışlarında düzenli olarak bir şiir kulübüne katılan Lisa, şiirsel derinliği neredeyse “vasat” ama şiir tutkusu yüksek biri. Hatta onun için şiir yozlaşmanın ve yabancılaşmanın ateşli siperi. Toplumsal yapıların ve değişimlerin sebep olduğu büyük hayal kırıklığı yaşamında onu sessiz, dalgın ve çaresiz bir içe dönüşe itmekte. Ta ki öğrencilerinden Jimmy’nin beklenmeyen anlarda muazzam incelikte şiirler mırıldandığını duyana kadar. Jimmy aslında oldukça sıradan bir çocuk. Yalnızca bazı anlarda kendinden geçerek ileri geri yürümeye başlıyor. Bir vecd halinde aklına gelen şiirleri okuyor. Şiirler anlam ve mecaz derinliği bakımından şaşırtıcı derecede yüksek. Lisa için Mozart düzeyinde bir yeteneğe sahip Jimmy ama dünya bu yeteneği ezmek için kapıda bekliyor. İlgilenilmezse solup gidecek bu yeteneğin beslenilmesi gerekiyor ve böylece Lisa, Jimmy ile gün geçtikçe daha yakından ilgilenmeye başlıyor. Jimmy Lisa için merakı ve anlamı temsil eden, dünyanın bitmeyen hüznüyle başa çıkabilecek dizeleriyle adeta ışık kaynağı haline geliyor. Lisa’nın zamanla kurduğu bu yakınlık izlerken dahi rahatsız eden saplantılı davranışlara dönüşüyor. Bütün film boyunca gayet soğukkanlı bir şekilde gördüğümüz ama saplantısı gittikçe artan Lisa, en sonunda Jimmy’i “doğa”ya kaçırıyor.
Sanatın, kültür ve ideolojilerin üretiminde oynadığı büyük rol düşünülürse bir filmin sanat ve insan açısından öne sürdüğü kabullerin ve fikirlerin, bu yolla kurduğu temsiller, ilişkiler ve de sonuçların sorgulanması gerekir. Buradan hareketle Anaokulu Öğretmeni (2018) üzerine biraz daha detaylı düşünmeye çalışacağım. Filme damgasını vuran büyük bir dilemma var: Lisa’nın konumu. Bir yandan anaç bir tavırla gelişimi destekleyen sıradan idealist bir öğretmen bir yandan dünyadaki “kopuş”un ağırlığı altında ezilmiş ve bu mesafeyi kapatmak için göze alamayacağı hiçbir şey olmayan potansiyel bir psikopat. Film bu iki uç arasında kurduğu sürekli gerilim ile izleyiciyi tam olarak havada bırakıyor. Bu tavır, sinemanın karakter özdeşleşmeci yapısını da bozuyor. Çünkü havada kalarak süreli analiz eden seyirci ahlaki açıdan düşünceli bir halde sürekli şu soruyu soruyor: Lisa’nın amacı ne? Bu amacın belirlenmesi ya nefreti ya da sempatiyi kazandıracak ama filmde bu neredeyse hiçbir zaman tam anlamıyla verilmiyor.
Peki, Lisa’nın Jimmy’de gördüğü ve bu kadar karşı konulmaz olan şey ne? Epistemolojik bir kopuşun, sistemsel bir uyuşmanın ve toplumsal bağların yitiminin içinde Lisa, şiirle/sanatla entelektüel bir tatmin buluyor olsa da, şiirsel/sanatsal uyarılma adeta tahrik edici bir konuma yerleştiriliyor. Sanatın haz verici yanı filmde neredeyse şehvet duygusuyla iç içe geçiriliyor. Kurulan bu ilişki film boyunca ara ara anlamsızca görünen Lisa’nın çıplak bedeni ya da şiirin neden olduğu veya şiirle kesilen sevişme sahneleriyle (örneğin kocasıyla sevişirken bir anda Jimmy’nin aklına gelen şiiri okumak için Lisa’yı araması ve sevişmenin durması) net bir şekilde ortaya konuyor. Şiir kulübünde Lisa’nın Jimmy’nin şiirlerini kendi imzasıyla okumaya başlamasıyla “şiir ve şair kıstasının” karar merciini temsil eden hocanın Lisa’ya artan ve en sonunda bedensel birleşmeye kadar giden ilgisi, filmin öne sürdüğü anlatı içinde sanatın bedensel arzuyla olan ilişkisine nasıl işaret edildiğine iyi bir örnek. Böylelikle sanat yoluyla kazanılan anlam, bedensel arzunun tatmin edilmesi (belki iki yönde: sanatın, ruhsal yangının bedensel harareti söndürmesi veya sanatın bedende yarattığı titreşimlerle ruha dokunması) için araçşallaştırılıyor. Bu arzu, filmde hedonist bir yaklaşımla ele alınıyor. Film böylelikle idealist ve romantik bir formda şiiri kurarken, Batılı hedonist kültürü onaylamış oluyor.
Şiirin “saf” formunun, bilinci gelişkin olmayan 5 yaşındaki bir çocuk tarafından temsil edilmesi ve onun doğaya kaçırılması, problemli dünyadan romantik kaçış idealini destekliyor. Alt metinde Jimmy (bu bağlamda şiir), Lisa (bu bağlamda birey) için varlık kazanıyor. Yani şiir bireyin yangınına su olmalı deniyor evvela, verdiği tatmin dünya boşluğuyla başa çıkmak için güç verip hüzünden sıyırmalı. Bu bakışla ızdırabı hafifleten şiir, yalnızca bireysel kurtuluş yolunda anlam kazanıyor. Lisa’nın, dünyanın içinden geçtiği epistemolojik ve ontolojik paradigma kırılmalarından ve ahlaki, entelektüel yozlaşmadan vurduğu dem, kolektif bir iyileşmeden ziyade kişisel çöküşlere referans veriyor. Onun karşı konulmaz arzusunu tetikleyen, asla kendi başına sahip olamadığı saf ve anlamlı bir doluluğun şiir tarafından verilmesidir. Film bu bağlamda kolektif iyileşme, bağlanma, canlılık ve bilinç için sanatın işlerleştirilmesi adına bir perspektif açmaz. Bunu açmadığı gibi sanatın toplumsal ve sosyal olandan beslendiği gerçeğini de örter. Şiirin yalnızca düş işi yanıyla ele alınması filmde şiirin üretildiği zamanların çoğu zaman geceyle, karanlıkla resmedilmesinde görülebilir (kendinden geçerek her vakitte “şiiri gelebilen” Jimmy’nin dışında). Lisa’nın katıldığı şiir buluşmalarının gece gerçekleşmesi veya olağan dışı bir karanlıkta gerçekleşen eşi ile şiir hakkında konuşmaları, herkes uykuya çekildiği zaman Lisa’nın şiir üzerine tek başına düşünmesi veya yazması… Şiir böylece geceye, tekil bir uğraşa mahkûm edilir. Bu da yarı loş bir ışık altında toplumdan izole olmuş romantik şairin, derbeder şiirine yapılmış bir diğer övgüdür.
Klasik bir eleştiriyle film şunu söyler: insanlar, toplumlar, iktidarlar şiiri/sanatı, bilgiyi ve entelektüelizmi sakatlar; anlamın güçlendirilmesinin, entelektüel gelişimin ve anlamsal derinliğin önünde durur. Üst yapıcı bu bakışın karşısında filmde birey, çelişkisiz bir şekilde basitçe paraya ve güce tapan olarak tasvir edilir. Eleştiri tek taraflı bir maruziyet çemberine nakşedilir, mağdur ve failin klasik çizgileri sürdürülür. Örneğin Lisa’nın oğlunun -Lisa gibi birinin oğlunun bile- orduya katılmak istemesi insanın yok etmeye olan karşı konulmaz yatkınlığı ifade eder. Fakat tek boyutlandırılarak çelişkiden arındırılmış olan şey, Lisa’nın oğlunun bu yönelime sahip olma hikâyesinin veya çelişkisinin yokluğudur. Diğer önemli nokta ise çocuğun dünyasını kuran bir kurum olan ailenin çocuğun benimsediği ideolojide oynadığı rolün yok sayılmasıdır.
İçimizdeki cevheri toplum ve düzen nasıl yok ediyor? Film çok fazla kanalla bu mesaja işaret eder ama Lisa’nın oğlunun özneliğinin yokluğu gibi diğer karakterlerin öznelikleri de görünmezleştirilir; çelişkiler ya verilmez ya da çok barizleştirilir. Lisa dışındaki tüm karakterler adeta filmin ana eleştirisi için birer araçtır: Ergenlik çağında olan ve hiçbir kültürel gelişim gayesi taşımayan Lisa’nın iki çocuğu, “manipüle edilmiş” ve duygudan koparılmış gençliği temsil eder. Asker olarak tam bir düzen istenci içindeki erkek çocuk; her şeyi boş vermiş, ailesine vicdani sorumluluk duymayan, telefona gömülü ve kendini zevke, kendinden geçmeye kaptırmış olan kız çocuk; Lisa’nın elinden laptop düşürmeyen silik kocası; Jimmy’nin ideallerinin peşinden giderek yazar olmak istemiş ama toplumun sindirdiğini anladığımız, basit bir işte çalışmaya mecbur bırakılmış beyaz yakalı amcası; Jimmy’nin eğlence kulübü sahibi zengin, idealist kardeşini küçümseyen maddi kazanç odaklı babası; yaratılıcılığın normları belirleyen olan ama filmin bir sahnesinde söylediği gibi kitaplığındaki yarıdan fazla kitabı okumamış şiir hocası gibi.
Filmde karakterler filmin amacı için o denli karikatürize edilmiştir ki, neredeyse saydamlaşırlar. Kültürel, sınıfsal ve ekonomik farklılıklara yer verilmediği gibi ilişkiler de muğlaktır. Jimmy’nin özel hayatına, -şiirin ve anlamın taşıyıcısı olarak atfedilen kişiye- dair bile neredeyse hiçbir tamamlayıcı bilgimiz olmaz. Bilinçli olarak seçilmiş olmasına rağmen içerikte kültürel köken farklılığı ortada hiç yoktur, hâlbuki bu fark Amerika gibi bir ülkede önemli koşulsal ve gelişimsel farklılıklar doğurabilecek bir durumdur. Aynı zamanda yeteneğin de sosyal koşulları siliktir. Lisa’nın asıl eleştirisi meraktan yoksun tüketim toplumu olmasına rağmen, merak edilmemiş, sorgulanmamış bir yetenek olarak Jimmy yalnızca yüceltilir. Yaratıcılığın köklerine inilmez, merak bu yönde işlevsizleştirilir, böylelikle yüceliğin metalaşmasına sebep olur. Şiir gündelik hayattaki yaratıcılığa indirgenmiş, bireysel ve kişisel bir refleks olarak kabul edilmiştir. Tehlikeli bir algı gelip içimize yerleşmiş olur böylece: dünya boşluğunda kaynayanın sonsuz çığlığından başka yankılanan hiçbir sesin olmayışı. Toplumsal ve sistemsel soyutlamayla kazan, hiçbir zaman ulaşılamayacak bir öteki olarak konumlandırılır. Kurtuluş için gerekli olan toplumsal ilişkiler, birbirini besleyen entelektüel birikim, korunması için çaba gösterilmesi gereken sosyal bağlar hiçleştirilerek özcü yenilgi ile romantizmin gölgesine sığınmış yalnız sürgüncünün hikâyesi yinelenmiş olur. Film, değinildiği gibi, her ne kadar toplumsal bir eleştiri gibi görünse de toplumdan yoksun, kendi kuyruğunu yiyen bir eleştiri kurar. Öyle ki algıyı işaret edilene değil, işaret ediş biçimine dahi değil, tamamen işaret eden kişiye odaklayan bireyci kayboluş duygusuna yönlendirir.
Mesih lazım, hala?
Kaçırıldığını anlayan Jimmy, Lisa’yı duş alırken banyoya kilitler ve polisi arar. Biraz direndikten ve Jimmy’i ikna etmeye çalıştıktan sonra onun polisi aramasına yardımcı olur Lisa. Bu esnada Lisa’nın tutarlı bir saplantıda olmadığını anlamış oluruz. Ona söylediği “Jimmy, bu dünya seni yok edecek. Bu dünyada sana yer yok. Senin gibi insanlar gibi sen de birkaç yıl içinde bir gölge olacaksın, tıpkı benim gibi…” cümlesi kendini bir gölge olarak gören Lisa’nın dünyanın kaynayan dehşetinin içinde yok olmadan önce söylediği ağıdı gibidir. Kişisel hezeyandaki öğretmen Lisa’nın asıl sorunu mesihvari tutumudur. Kendini şiiri/ sanatı, bu yolla hayatın anlamını kurtarma yolunda feda etmeye hazır ama toplum tarafından böyle olduğu için cezalandırılacağı- bunu görmüyoruz ama böyle olacağını biliyoruz- hikâyesi böylece bizlere yeni bir şey söylememiş olur. Mesih anlatısının devamı olarak, binlerce yıllık “kurtarıcıya mahkûm ışığın” 2018 yılındaki tekrarıdır.
Şiir, yine filmin bakış açısına uygun bir şekilde son sahnede, bu sefer Jimmy’i Lisa’dan “kurtaran” ve arabaya hapseden polisler tarafından bastırılmıştır – aynı Lisa’nın ön gördüğü şekilde -. Arabanın içinden yalnızca dudaklarını okuduğumuz Jimmy’nin tam o anda “bir şiiri gelmiştir” ama bu şiir hiç duyulmadan film biter. Bu da karamsar eleştirinin son noktasındaki çıkmazdır. Burada filmi yani mücadeleyi bitirir. Ne yaparsak yapalım sonuç değişmeyecektir. Buradaki aldatıcı fikir, bitişi öngörmesi ve üretmesidir ama biliriz ki şiir, mücadele, yaşam devam ettiği sürece devam edecektir. Denebilir ki film, umutsuz bir geleceğin bugüne düşen gölgesi ile mücadeleyi konu alsa da üretici bir eleştirellikten ziyade, toplumsal çöküşün hüzün yatağını genişletir.
Senaryosu ve yönetmenliği Nadav Lapid’den gelen İsrail yapımı olan ilk versiyonda da (2014) aynı konu benzer temellerden ele alınır. Saf şiir inancı ve kurtarıcı mesih aynı şekilde işler. Bu yapımdaki tek fark şiirin ve sanatın kültürel üretiminin daha çok ön plana çıkartılmasıdır. Bu yapım en azından daha cesur bir soru sorar: İktidarın ve “öteki”nin üretici alanı olan sanatın özgürleştirici bir kırılma yaratıp yaratamayacağı. (ki burada bile sanat aracılığıyla tam bir özgürleşme istencinin olduğundan bahsedemeyiz aslında, çünkü toplumsal kimlikler ve hiyerarşiler, “mesih” öğretmen tarafından çocuğa öğretilir. Buradaki durum karşı propagandanın üretilme ihtimalidir bana kalırsa) Ama eleştirinin sonu orada da aynıdır. Hayır, sistem, özgürleşme yönelimlerinin ve alternatif çıkıntıların başını her halükarda ezecektir.
“I have a poem”
Son olarak bir başka sorun şiirin öne sürülen ilişkisel ontolojisi içinde öne çıkmaktadır. Şiir “deha”sı Jimmy’e malum olan şiirler geldiğinde Jimmy bunları “I have a poem” (Türkçeye “Bir şiirim var” şeklinde çevrilmiş) şeklinde ifade eder. Have, İngilizcede sahiplik/aitlik bildirisidir. Dil ve düşünce ilişkindeki kritik bağlantı bu şekilde açığa çıkmış olur. Filmin şiiri nasıl konumlandırdığı ve şiir-insan ilişkisini nasıl ele aldığına dair önemli bir göstergedir bu. Sahip ol-tüket biçiminde formülüze edilebilecek Amerikan kültürünün bilinen şemaları şiire de uyarlanmış olur. Peki, şiir sahiden sahip olunacak bir şey midir? Çabasızca, toplumdan soyutlanmış bir şekilde, zihne ilahi bir şekilde dolan kelimeler midir? Yoksa şiir kurulur mu, şiir yazılır mı, etkileşim içinde doğar veya doğurulur mu? Şiir biricik bir aidiyet mi teşkil eder yoksa sürecin, birikimin bir ürünü müdür? Benim için cevap elbette Anaokulu Öğretmeni filminin öne sürdüğünün tam tersi. Aynı entelektüelliğin birikimselliği gibi şiir de birikir, şiirsel bilgi ve sezgi de. Ve en önemlisi şiir de diğer düşünce ve pratikler gibi konumsaldır. İnsan yıkıcılığının beslenerek akıl almaz yıkımlar üretmesi gibi, şiir ve sanat da pozitif yaratıcılığın beslenmesindeki bilinçli konumla gelir. Yani filmin söylediğinin tersi bir surette, şiir bütün bir dünyadalık yarasıdır ve bundan doğru bir iyileşme çabasıdır belki de. Sanat yoluyla yaşamı çoğaltmadıktan sonra, hazcı bir kurtuluşu sağlayacak olan tek şey metalaşmış bir ütopya olur. Hüzünlü dünya boşluğundaki insan kaynayan olduğu kadar kazandır da. Kaynadığından şikâyet ettiği yerde kazan olduğunu da unutursa ne bireysel ne de toplumsal bir kurtuluş gerçekleşmeyecektir.
karacaizel1@gmail.com
Bir Cevap Bırakın