EŞİKTEKİ İNSAN

İnsanın yeryüzünde var olduğu andan beri en temel amacı yaşamda kalacak imkanları oluşturabilmektir. İlk insanların doğadaki tehlikeler karşısındaki ilk “icadı” kolektivizmi keşfetmiş olmasıdır. Alet yapımına dayalı icatlar bugünkü gibi tekil bir mucide dayanmayıp ortak aklın ürünüdür. Kümülatif bilginin ve kolektivizmin gelişme sürecinde el-beyin-dil birlikteliği insanın yaşam becerilerini geliştirir.

Sirenlerin Ezgileri ya da Baldaki Zehir

“zaman kendi ayin oyuncaklarını yanında getirir/ oynayalım diye” Murathan Mungan

Özel mülkiyete kadar geçen süreçte imece bir yaşam biçimi olarak insan topluluklarının üretim biçimidir. Özel mülkiyetle ortaya çıkan insanlar arası sınırların belirmesi kapitalist üretim ilişkilerini çıkaran Sanayi Devrimi’yle daha da perçinlenir. Kırdan kente gerçekleştirilen kitlesel göçlerle insanlar arası fiziksel mesafe kısalsa da duygusal-sosyal mesafe uzar. Bütünlüklerin parçalanması sürecinde özel mülkiyetin ve kapitalizmin ortaya çıkışı iki önemli eşiği oluşturur.

Üçüncü eşik görüntü ve iletişim teknolojilerinde yaşanan ilerlemedir. İnternetin ortaya çıkışı toplumsal düzen açısından yeni bir sürece kapı aralar. Bugün içinde yaşadığımız gösteri, tüketim, bilgi toplumu gibi adlandırmalara sahip olan ama özünde kapitalist toplum düzeni olan verili durum, ortaya çıktığı dönemden itibaren insanın bütünlüklerini parçalamaya uğratır. Toplumsal düzenin atomize bireyler toplamına dönüştürülmesi Althusser’in Gramschi’den hareketle geliştirdiği ideolojik aygıtlarla gerçekleştirilir. İdeoloji, insanın dünyayı ve kendi durumunu algılama biçimini manipüle edici özelliğe sahiptir. Buradaki temel amaç sömürülen ve bütünlüklerden soyutlanan insanın düzeni değiştirecek bilgi, algı ve deneyime sahip olamamasına neden olmaktır.

Kapitalizmin geldiği aşamada insan tarihsiz bir varlığa dönüştürülmüştür. Tarihsizdir çünkü sadece şimdiyi yaşayan ve şimdinin ürünü olup geçmişten ve gelecekten ayrıştırılmış bir varlık olarak yaşaması sistem tarafından salık verilir. Neil Postman’ın televizyon özelinde işaret ettiği medya tespiti bu durumu daha açık hâle getirir: Medya şimdiye odaklıdır. Haber bültenleri örneğinde görüleceği gibi bütün vahşet, kriz, kaza, sapma, anomali oluşturan vakalar hep şimdidedir. “Haber değeri” taşıma özelliği olan vakaların da ekranda ve sosyal medyada kalma süresi bir haftayı geçmez. Sürekli “şimdiyle” zihni çarpıtılan bir kitle üretimi devrededir. Sabah programları aracılığıyla insanlara verilen mesaj açıktır: “Bakın, sizden daha kötü durumda olan insanlar var; ne yaşamlar var, durumunuza şükredin!”. Haber bültenlerindeki vakaların öyküsü sabah programlarında sahnelenir. Sait Faik’in Mahkeme Kapısı eserindeki bir anlatıda yaşını almış bir kadın her sabah mahkemelere gelip duruşmaları izler, başkalarının dertleriyle dertlendikçe kendini derdini unuttuğunu dile getirir. Şükürle birlikte en “marjinal” suçların açığa çıkması bir şeyi daha tetikler: “acımasız dünya sendromu”. Kapitalist toplum düzende suç sınıfsaldır. Suçun medyada sahnelenmesi, özellikle mahkemelere ulaştırılma aşamasında medyanın devreye girmesi, izleyicide/takipçide çevresini kuşatan insanların tehlikeli varlıklar olduğu algısını üretir. Bu da yeni bir kopuşu getirir: yalnızlaşma, toplumdan soyutlanma, güvensizlik hissi. Hep şimdiye odaklandırılan günümüz insanı için sosyal medyadaki hiçbir “anı” kaçırmamak adeta siber ritüele dönüşmüştür. Bunun diğer bir boyutu da bir cinayet ve intihar eylemini “izleyen” kitledir. Önemli o an orada olmaktır, orada olunduğunda görüntü kaydı yapabilmektir. Bu tarihsizliğe neden olan hız düzeninin sistem tarafından uygulanma biçimlerinden biri de sembolik olarak yürüyen merdivenler ve bantlardır. Düz bir yolda neden yürüme bandı olduğu sorusu birçok insanın aklına gelmiştir. Metro-metrobüs durakları arasındaki aktarma alanları yürüyen bantlarla kaplanır. Bunun tek nedeni kapitalizmin dayattığı hızdır, bu hız sonucunda işçi-emekçiden alınacak “verimdir.” Önemli olan işe geç kalmamaktır. Kafka’nın Dönüşüm romanında üretim ilişkilerinin dışına çıkıp odasına kapanan Gregor Samsa’nın ailesi de dahil olmak üzere çevre tarafından dışlanıp terk edilmesi, kapitalist toplum düzeninde artı değer üretmeyen insanın “cezalandırılmasına” örnek teşkil eder. Bu hızın yol açtığı telaşlı ruh hâli rutine döndüğünde kaygı dengesini altüst eder. Yanınızdan size çarparak giden insanlar, toplu taşımada en küçük tartışmayı fiziksel kavgaya çevirenler, trafik ışıklarını hiçe sayıp aracı üzerinize sürenler bu hızın başka bir boyutunda yer alır; bütünlükler bir darbe daha alır, önemli olan herkesin “acil” işinin olduğu gerekçesidir. Hız ve telaşın yaşam biçimine dönmesi edebiyatçıların da dikkatinden kaçmadığından Behçet Necatigil’in Sevgilerde şiiri ve Gülten Akın’ın “ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” dizesi çağın gözlemi olarak üretilir. Sınav başvurularının saniyeyle kaçırılması, geç kalınan sınavlar, yolda gerçekleşebilecek kaza ve yol yapım çalışmaları riskini düşünerek havalimanına yetişmeye çalışmak ya da yetişememek, toplu taşıma kullanırken yapılan aktarmalara ulaşmaya çalışmak ve daha fazlası pratikler kitlesel şekilde kaygılı yaşamın temel nedenlerindendir.

Medya bağlamında Debord’un gösteri toplumu kavramı günümüz toplumsal düzenini anlamada başka bir ideolojik araç olan gösterinin çözümlenmesine yardımcı olur. Gösteriden kurtuluş reçetelerinin de gösterinin bir parçası olacağına dair görüşe katılmamakla birlikte görünme, gösterme, görünerek varlığını teyit etme pratikleri denetimin rızasını üretmede sistemin insanlara yüklediği motivasyondur. Bu bağlamda her yanımızı saran kameralar ve yüz tanıma sistemleri toplumun bir talebi olarak kitlelere propaganda edilmektedir. Acımasız dünya sendromuna medya aracılığıyla kapılan kitle; mahallesinde, sokağında, evinin girişinde, aracında, toplu taşıma araçlarında, iş yerlerinin içinde ve dışında kamera bulundurulmasını güvenlik kaygısının çözümü olarak sistemden talep eder. Denetleme yukarıdan baskıyla değil, aşağıdan rızayla kolaylaştırılır. Makro egemenliğin mikro egemenliğe dönüşme sürecinde en önemli etken sosyal medya ve akıllı telefon sahibi olunmasıdır. Televizyondan takip edilen magazin programları bugün sosyal medyada kendini üretir. Bu üretimde hem hayatı merak edilen kişiler takibe alınırken hem de sosyal medya kullanıcısı kendi çevresine magazin sunar: gidilen mekânın konumunun paylaşılması, evin içinden en özel anların “hikâye” edilmesi, tükettiğinin çevreye bildirilmesi. Görüntü fetişizminin vardığı nokta hastanede sedyesinden ve morgdaki yakınının yanında çekilen fotoğrafların paylaşılması. Mahremiyet ihlalinden mahremiyetin rızayla paylaşılması aşamasına geçilince insanın anlam dünyası gerileme yaşar. Aile albümlerinin korunarak devam ettirilip en yakın insanlara gösterilmesinden binlerce çekilen fotoğrafların anlık durumlara kullanılması.

İdeolojik aygıt olarak medya bağlamında günümüz insanının dil yetisinin geriye çekildiği görülür. Artık duygular sadece gif, caps, emojiye indirgendiğinden günlük iletişim yüz yüze gerçekleştirildiğinde dahi kısır bir döngünün içine girer. İletişim teknolojileri gelişse de iletişimin gerilediği gerçeği her gün deneyimlediğimiz toplumsal pratiklerle kanıtlanabilir. Yazışmalarda kullanılan kısaltma ve yabancı dildeki kavramların günlük dile boca edilmesi, sohbet sırasında dinleme sırasının beklenmemesi, bağlamın sürekli değişmesi, dinleme süresinin 2 dakikayı geçmemesi el-beyin-dil birlikteliğinin evrimsel olarak gerilemesine neden olduğu gibi insanları da yalnızlaştırır. Dilin gerilemesi içerik olarak da kendini gösterir: Kavramlarla düşünen insanın kavramları sistem tarafından belirlendiğinden kapitalizm dilde de hâkimiyet kurup zihnin düşünme kalıplarından olan metaforu yeniden üretir: “kalitesiz insan, kaliteli zaman geçirmek, senin için harcayacak vaktim yok” vs. Ulyysess romanında görülen toplumsal düzende kavramlar yan yanadır fakat birbiriyle ilişkisellik içermediği gibi hiçbir gösterge bir kavrama işaret etmez. Bugün de kavramların içi boşaltıldığı gibi değer içeren kavramlar da metaya dönüştürülerek sistem tarafından isyan pazarlanır. Toplumsal açıdan bozulan bütünlüğe bireyin kendi iç bütünlüğünün bozulması da eşlik eder. İç ve dış bütünlüğün parçalanması sonucunda ortaya çıkan yalnızlık anomalisi ve uyumsuzluk ileri teknolojinin hâkim olduğu ülkelerde Yalnızlık Bakanlığı’nın kurulmasına, sinemaya gitmek için arkadaş “kiralama” uygulamalarına, metaverse dünyada yaşama isteğine neden olur. Öyle ki kulaklık bir nesne olarak çağın yalnızlık sembolü olarak kalacağından atomize bireyi üreten kapitalizmin arkeolojisi olarak ileriye kalacaktır: Sular altından çıkarılacak kulaklıklar, akıllı telefonlar, usb kabloları bu teknik çağın antikası olarak tarihe geçecek. Bu yalnızlık anomalisinin vardığı yerlerden biri de antidepresan kullanımının her geçen gün yeni rekorları kaydetmesidir. Avrupa ülkelerinde antidepresan kullanımının her geçen gün yayılması ekonomik altyapıdan bağımsız ele alınmamak kaydıyla emperyalist kapitalizmin değer üretememesinden kaynaklanır. Yalnızlık Bakanlığı da aynı ülkelerde kurulmaktadır. Kaygı bozukluğu bu yüzden toplumsal bir rahatsızlıktır fakat psikolojinin alanından sosyolojinin araştırma alanına henüz yeterince geçememiştir. Milyonlarca insanın antidepresan kullanması sistematik bir krizin yansımalarındandır.

İnsanı kolektiften koparan başka bir aygıt uyuşturucudur. Bugün Almanya’da esrar yasası gündemdedir. Otomatlarda esrar satışı, büfelerden uyuşturucu alınabilmesi ve festivallerde uyuşturucu kullanımının serbest bırakılması kitleleri uyuşturmanın bir üst aşamaya geçtiğini gösterir. Yaşamın anlamının hazza indirgenmesi sürekli beynin “ödül” mekanizmasının açık tutulup acıdan kaçma eğilimi bağımlılığı tetikleyen nedenlerdendir. Yaşamın sorumluluğundan kaçışla toplumsaldan kaçış aynı düzlemde kesiştiğinde anlamın yitimi gerçekleşir. Logo terapinin önemli isimlerinden Victor Frankl, anlamın aşkın yapısına dikkat çekerek yaşamın anlamının içkin olmadığını belirtir. Kişi, bireysel yaşamının sınırını aşan bir amaca ve eyleme yöneldiğinde yaşamdan tat alır. Bu yüzden yaşamın zorlukları ve acı anlamın yolunu döşeyen taşlardandır. Arşimet’e atfedilen bir söz bu durumu daha net açıklar: “Bana bir dayanak noktası ve bir kaldıraç verin, dünyayı yerinden oynatayım!”. Bu yüzden yaşamda anlamlı bir şekilde kalabilmek yaşamak için nedenler bulmaya ve amaca bağlı olduğundan dayanak da kaldıraç da tam olarak anlamın aşkın yapısında gizlidir. Emperyalist kapitalizmin en çok hedef aldığı mevzi zihindir, o işgal edildiğinde zihnin düşünme biçimleri, kavramlar, metaforlar düzene uygun kafaların yetiştirilmesine neden olur. Kaba emperyalizm algısındaki toprak işgali en son aşamada gerçekleşir. Önce tüketime ve işgale uygun ve buna rıza üreten zihne ihtiyaç duyulur, rıza “içten” üretildiğinde direniş kapasitesi geriler, tek tip insan modeli ortaya çıkar. Aile, arkadaşlık, dostluk, sınıf dayanışması ve ilişkileri, yoldaşlık, sevgililik, öğretmen-öğrenci iletişimi gibi ilişki biçimlerinin bütünlüğü içerik olarak boşaltıldığında toplumdan geriye atomize edilmiş bireyler kalır. Bunun sonucunda da kitlesel direniş geriler. Bugün için ideolojik mücadele vermek insanın yitirdiği anlam mevziini yeniden kazanıp onu bütünlüklere kavuşturmanın tek yoludur. Sınıfsal olanın sadece ekonomik olduğu yönündeki yanılsama ekonomist bakışın sonucudur. Sınıfsal olan; sosyal, psikolojik, felsefi olanı üretir. Gelir düzeyi yüksek aileden gelen insanların suç işlemesinin yoksullukla açıklanamadığı ve bu yüzden de sınıfsal temelden bağımsız ele alınacağını iddia eden sivil toplumcu görüşlerin gözden kaçırdığı bir gerçek var: Emperyalist aşamadaki kapitalizmi dizginsiz sömürü hedefi, esnek çalışma koşulları, güvencesizlik stratejisi sadece yoksulları değil toplumun tüm kesimlerini tehdit eder. Sömürü halka ait tüm değerleri ve kolektivizmi altüst ederken yerine bencil değerleri yerleştirir. Burjuvazi ekonomik sistem olarak feodalitenin sonunu getirdi fakat kültürel olarak süren feodaliteyi sömürü için kullanmaya devam etmektedir. Aynı şekilde kapitalist sömürü düzeninin yaydığı tüm değerler sadece yoksullar için değil yeni bir toplumsal düzeni inşa etmek içindir. Bu düzen inşa edilirken tüm aygıtlar devreye konulduğu gibi sisteme aykırı tüm değerler de değişime uğratılır, geriletilir, göstergenin işaret ettiği kavramın yerine yenisi getirilerek gösterge yaşama devam ettirilip zihinlerdeki özü kaybettirilir. Cesur Yeni Dünya romanındaki yetkili kişi sadece edebiyat klasiklerini okur ama bilgi iktidarını elinde tutar. Ailesiz bireyler kuluçka makineleriyle üretilir. Yetkilinin gençlere yaptığı konuşmada zihinlerin çarpıtılması konusuna örnek durumlar teşkil edebilecek cümleler kullanır: “Bir zamanlar atalarımız Shakespeare diye bir adamı okuyup aşka, sadakate, birlikteliği savunurdu. Medeniyetimiz bunu aştı.” (Mealen). Yine aynı kitapta işçi sınıfının öğün olarak dağıtılan sakinleştirici tabletleri alamadığı için huzursuz olup gürültü çıkarması, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanında tarım işçilerinin kazandığı yevmiyeyle ırgatbaşından esrar alıp uyuşturucunun etkisiyle uzun saatler çalışması ve geneleve gitmesi çağımızın yeni aygıtlarını anlamada önemli örneklerdir. Uyuşturucu madde kullanarak günlerce uykusuz kalıp savaşan Nazi subayları da uyuşturucu-faşizm ilişkisini göstermede tarihî verilerden sayılır. Tüm bu ve daha fazlası örnekler uyuşturucunun burjuva yaşam biçimi olduğunu ve egemen sınıflar aracılığıyla yoksul kesimlere dayatıldığını gösterir.

Gündüz Gezen Vampir Düzeni

“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta

Her şey naylondandı o kadar

Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı” (Turgut Uyar)

Emperyalist aşamadaki kapitalizmin her gün milyonlarca insanı şiddet, uyuşturucu, katliam yoluyla yaşamdan alması gündeliğin sosyolojisini anlama açısından önem taşır. Son bir ay içinde yaşanan suç vakaları yakından incelendiğinde suçun bir sonuç olduğu açığa çıkar. 19 yaşında bir erkeğin 27 suç kaydı bulunuyor ve bir kadının canına kıyıyor. Suç kaydı yaşından fazla. Birkaç gün önce aynı yaşlarda bir erkeğin yine İstanbul’daki surlarda işlediği vahşi katliamın ardından gerçekleştirdiği intihar ülke gündeminde yeni bir eşiğin görülmesine neden oldu. Her iki vakada da fail erkekler aynı yaşta, uyuşturucu kullandıkları iddiası var, birden fazla suç kayıtları var. İkinci vakada failin evinden çıkan çizimler, çektiği videolar, katıldığı dijital uygulamalar şiddetin vahşi biçimde işlenmesine yönelik bir ortam ve söylemin oluştuğunun verisini sunuyor. Surların etrafında olayı seyreden insanların neden tepki vermediği tartışılıyor. Bu yerinde bir tartışmadır. Bütünlüğünü yitirmiş yapbozun her parçası tek başına bir anlama işaret eden görsel içeriğe sahip değildir. Parça, bütünü temsil edecek bir nitelik özelliğini yitirmiştir. İnanç, değer, anlam, hedef, amaç, dayanışma aşkın yapılara sahip kavramlar olup belirli bir bütünlüğün ürünü olarak kendini yeniden üretip varlığını zihinlerde ve günlük yaşam pratiklerinde korur. Kapitalist toplum düzeninin bugünkü geldiği aşamada anlamın aşkın yapısını kolektivizmde üreten bütünlükler yok edilmiştir. Toplumsal dinamikler içinde gelişen birbirine güven duygusu yok edildiğinde insanlar izleyici konuma geçip toplumsal sorumluluk almaz. İkinci bir eşik de izleyicilerin olayı kameraya alıp kendi sosyal medya hesabında paylaşılacak “içerik” olarak algılamasıdır. Debord’un gösteri toplumu tezinde iddia ettiği acı dahil her şeyin gösterinin parçasına dönüşmesi riski bu tür olaylarda kendini gösterir. Akbabanın göz diktiği siyahi bir çocuğun fotoğrafını çeken kişi örneğinde görüldüğü gibi. Tartışılması gereken başka bir nokta da çocukların ve gençlerin özgürlük yanılsamasıyla dahil edildiği gayrı insani dijital ve toplumsal düzendir. Bu bağlamda vücut bütünlüğünü temsili olarak yok eden DJ performanslarında görülen animasyonlar, korku evi diye kurulan ticarethanelerdeki benzer biblolar ve görseller, emperyalist dizi tekellerinin kurgularında öne çıkan “yeraltı” yaşamlar, şiddetin “hazza” dönüştürüldüğü dijital uygulamalar vs. nasıl bir gençlik dizaynının gündemde olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Lise çağı öğrencilerin anime karakterlerin görsellerini gotik ve şiddet içerikli çizimleri, anti depresanın reçetesiz şekilde satılması, belirli güçteki motosikletleri kullanım için gereken ehliyet yaşının on altıya kadar indirilmesi hızın ve hazzın yaşamın anlamı olduğuna yönelik “değerler” diye toplumsal yaşama sunulması; bireysel ve toplumsal sorumluluk, ölçülü yaşam, toplumsal koşulları ve yaşamı sorgulama zeminini çürütmektedir. Bu şartlar altında hemen her gün cinayet, vahşet, taciz ve tecavüz haberleri karşımıza çıktığından bu tabloda suç bir neden değil, sonuç olarak ele alınıp tartışılırsa anlam kazanır. Geldiğimiz aşamada çeteleşme, uyuşturucu kullanımı, mahremiyetin ihlali, şiddet, kumar ve bahis oyunları ideolojik saldırının pratikleridir. Yozlaşma-yozlaştırma stratejisi için devreye koyulan aygıtların suç olarak ortaya çıkan sonucunda hedefin sokak hayvanları, kadınlar ve çocuklar olduğu gerçeği söz konusudur. Uyuşturucu kullanımındaki artış, edebiyatın ve sanatın içeriğinin boşaltılıp insansızlaştırılması, dinin ideolojik aygıt olarak kullanılması, anti depresan kullanımının yaygınlaşması, toplumsal değerlerin tersyüz edilmesi tek bir amaç uğrunadır: sömürü. Bu noktada yönelmemiz gereken tek gerçek sınıfsal olandır.

Enkazdan Kalkan Toz: Yıkılan Duvar

Bir sembol olarak yeni dünya düzenine geçişin başlangıcı 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıdır. Duvar yıkılınca ortaya çıkan enkazın toz bulutu yeryüzünü bulanık bir duruma getirdi. Tarihin sonunun geldiği, medeniyetler çatışmasının tarihi belirlediği, sınıfa veda edildiği, aslolanın sivil toplumun güçlendirmek olduğu, kimlik çatışmalarının çözülmesi gerektiği, otonom bireyin güçlendirilmesi gibi tezler enkazdan kalkan toz bulutunun zerreleri olarak toplumlara yöneldi ve bütünlüklerin parçalanması süreci hızlandırıldı. Bu aşamada post Marksizm, radikal demokrasi düşüncesi, sivil toplumcu özgürlük tezleri, bireyci ve özgürlükçü anarşizm, akışkanlık teorileri edebiyattan sanata ve bilime kadar tüm alanlarda etkisini gösterdi. Bir yandan yerelliği savunan post modern düşünce diğer yandan küreselleşme düşüncesinin güçlenmesine destek oldu. Yaşamın belirsiz bir yapıya sahip olduğu ileri sürüldü. Tüm bunların sonucunda otuz beş yıl gibi kısa bir zaman diliminde insan tarihsizleşti, zaman algısı daraldı; sabırsız, aceleci, bencil, kaygılı, sorumsuz bir varlık olarak gösterinin ve tüketimin kıskacına giren insan inşa edildi. Minimalleşme ile atomize olma birbirini destekleyen süreçler olarak eşzamanlı işledi. İnsanın dikkat süresinin düştüğü iddiasıyla uzun metraj filmlerden kısa metraja, kısa metrajdan vine ve reels gibi dakikanın atındaki sürelere indirilen videolar üretilmeye başlandı. Roman öyküye, öykü kısa anlatıya, kısa anlatı yerini minimal/küçürek öyküye bıraktı. Yazı ve görüntü akışına hapsedilen insan birer tüketiciye dönüştürüldü. Bu süreçten ilişkiler de etkilendi. Bugün bir insanın niteliğini çevredeki beş arkadaşına indirgeyen yaşam “felsefesi” yaklaşımları minimalizmin darbe vurduğu başka bir insani alandır.

Yaşamın “belirsizliği” karşısında özne olarak yaşamın sorumluluğunu alamayan bireyler toplamı kitleler için bilimsel kesinliğin ve yanlışlanabilirlik ilkelerinin karşısına yerleştirilen burçlar, fallar, ezoterizm, kişisel gelişim kitapları, Youtube psikologları, dini anlatılar ve skolastik düşünce, enerji taşları yaşamı ve geleceği çözebilecek güçler olarak propaganda edildi. Bir tür seküler din üretilerek kuantumla şifa dağıtımı gündeme getirildi. Muhafazakâr kesimlerde görülen şifacı şeyhlerle eş şekilde zihinleri çarpıtan enerji uzmanları seküler kesim için post modern “ilaç” diye pazarlanıp baldaki zehre dönüştürüldü.

Sonuç: Aklın Uykusundan Çıkış

Aklın uykusunun canavarlar yaratacağına yönelik tablo örneğindeki gibi bir süreç yaşanıyor. Akıl uyutulduğunda yeryüzünde sömürü devam ettiriliyor. Bu tablo her ne kadar ürkütücü olsa da Debord gibi çözümsüzlük mü önerilmeli? Kesinlikle hayır. İnsanın yeryüzünde kalabilme sürecinde adaptasyon ve kolektivizm etkili olmuştur. Yeni durumlara uygun adaptasyon süreci sağlanırken yaşamın tarihî ve diyalektik materyalizmin ilkelerine göre çözülebileceği ve anlamlandırılacağı bir kılavuz halen mevcut çünkü çelişki tüm hızıyla ve keskinliğiyle devam ederken karşıtların uzlaşmaz çelişkisi de konumunu koruyor. Bize düşen, insan onurunu savunacak eşit ve adil bir düzene uygun programla bir araya gelmek. Umut her zaman var. Umudun diri tutulması için kitlelere onlara kurulan tuzakları teşhir etmek gerekir. Kaygıyla bilim yapılmadığı gibi ideolojik mücadele de kaygıyla yürütülmez. Sınıfsal olan gerçek, çözümü de içinde barındırır. Kaybedilen bütünlükleri kazanmanın tek yolu sınıfsal gerçekliği iyi çözümleyip somut koşulların somut tahlilini yapabilmektir. Her çağın kendine ait krizleri olduğu gibi her krizin kendi içinde çözümü vardır. O çözüm de bizim ellerimizde. Çocukların çete, uyuşturucu, kumar ve bahis oyunları, şiddet, anlamsızlaştırma ve yozlaştırılma ortamında büyümeyeceği bir dünya mümkün çünkü dünyayı çarpıtılmadan algılamak ve onu dönüştürmek mümkün:

“Öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları

Bu umutsuzlukları bırakın kardeşler

Göreceksiniz nasıl

Güller güller güller dolusu

Nasıl gül kokacağız birlikte

Amansız, acımasız kokacağız

Dayanılmaz kokacağız nefes nefese.” (Edip Cansever)

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.