VEDA (ÖYKÜ)

“İşte orada, sedye gibi bir şeyin üzerinde. Üstüne beyaz bir örtü çekmişler. Kefen dedikleri bu mu? Hani kefen parası diye insanların ortalığı yıktığı… Basbayağı ucuz bir bez halbuki.”

Morg görevlisi, genç adamı içeri aldıktan sonra kendisi dışarı çıktı, kapıyı kapattı ama kilitlemedi.

“Ben bi sigara içeyim, on beş dakka sonra gelirim abi” dedi ve gitti. Dışarıda sigarasını yakıp da ilk nefesini çekerken, yaptığının suç mu yoksa sevap mı olduğunu düşündü. Sonra elini attığı cebinde, taze koparılmış yüz liralık banknotu hissedip rahatladı. Adamı da, genç kızın cesedini de unutuverdi. Taksitinin bitmesine on dokuz ay kalmış teknoloji harikası cep telefonunu çıkardı ve arama motoruna yazdı:

‘ASGARİ ÜCRET 2016’DA KAÇ LİRA OLACAK’

“Onu son gördüğümde on sekizine yeni girmişti henüz, saçlarını hiç kızıla boyamamıştı. Bir altmışlık bir beden, hafif balık etli genç bir kız. Yuvarlak bir yüz, yanakları kızarır durup dururken. Burnunun üzerinde çile benzeyen izler, Ataol Behramoğlu’nun şiiri geliyor aklıma. Gözleri ise maviye yakın, tam olarak seçemiyorum çünkü benim miyobum var. Ama ne renk olursa olsun hep buğulu, beş dakika önce ağlamış da yeni kurumuşlar gibi yılgın ve uykulu… Gülümsediği zaman ağzını yaya yaya yapmıyor bu işi, en fazla elini koyup ağzını örtmeye çalışıyor. Dişlerinden utanıyor belki, büyük ve çirkin olduklarını düşünmesi bundan. Ve ailesine kızıyor, imkânları olduğu halde istediği diş tellerini yaptırmama konusunda fanatikçe bir ısrarları var. Hâlbuki gayet güzel bir ağzı var; bunu yirmi dört yıllık televizyon izleyicisi olarak söylüyorum, Colgate ya da İpana reklamlarındaki güzel dişli kadınlar kadar güzel. Tek farkla; gülüşü kederli, onu çok güldürdüğüm zaman hıçkırık gibi bir ses çıkıyor ara ara ve yüzü hep kıpkırmızı…”

Genç adam kapanan kapının ardında durup soluklandı, etrafına göz gezdirdi. Olağan bir ürpermeyi sırtında taşıyarak morg görevlisinin gösterdiği köşeye doğru ağır adımlarla gitti. Tavana birbirlerinden on adımlık mesafelerle monte edilmiş floresanların bir gidip bir gelen beyaz ışıkları, eline numarası tutuşturulmuş sedyeyi bulmasını zorlaştırıyordu. Duvar diplerine dikey yerleştirilmiş, üzerlerindeki ölü vücutların beyaz örtülerle kapatıldığı sedyeler arasında dolaşırken bir an bir tuhaflık hissetti. Şehrin en büyük hastanesinin en kalabalık morgundaydı. Kurdelesi yeni kesilmiş bir mezarlık kadar kalabalıktı burası ve etrafı ölülerle kaplıydı. Şu yaşadığı, bir korku filminin giriş sahnesi olabilirdi biraz emek harcansa. Ama genç adam korkmuyordu. Kendi kendine “Acaba korkmam gerekmez mi?” diye geçirirken, aklından cesetlerden birini kaldırıp aradığı sedyeyi sormak gibi tuhaf bir şaka geçti. Ama o an için hiçbir şey komik değildi. Hemencecik işini halledip, kimseye yakalanmadan buradan çıkıp gitmek istiyordu. Ölü insanlardan çok, yakalanmaktan korkuyordu.

“İlk buluştuğumuzda sol el bileğini sıyırıp intihar izlerine bakmış, bir buruşukluk gibi belli belirsiz duran o izleri öpmüştüm. Dudaklarımda intiharının izleri vardı artık. Siz hiç sizle ilgili olmayan bir anısını sevecek kadar âşık oldunuz mu birine? Dudaklarına açık pembe bir ruj sürülüydü, yavruağzı dedikleri renk.  Tek süsü oydu, o da eğreti duruyordu. O adliye sarayının önündeki bankta utancından yüzüme bakmaya korkarken tutup öpmüştüm yavruağzını, saat sabah 8.03, iyi anımsıyorum. O an kalbinin bir salise bile olsa durduğunu iyi biliyordum. Gözlerini kapatmıştı. ‘Beni bir daha öp, lütfen.’ Bir daha öpmüştüm. Bana sarıldığında ne kadar da küçük gelmişti gözüme, içimden biraz muzip ‘Ben bu kızdan nasıl çocuk yapacağım?’ demiştim.”

Meşakkatli geçen yarım dakikalık bir mesai sonunda aradığı sedyeyi, ayak kısmındaki beyaz plastik boyalı demire yazılmış numara sayesinde buldu: 12-08. Elindeki kâğıdı buruşturup cebine koydu, paltosunun düğmelerini çözdü, gömleğinin yakasını açıp siyah kravatının düğümünü gevşetti. Sedyeye bir adım daha yaklaştı. Demek duvar dibindeki bu sedyede, beyaz örtünün altında yatan O’ydu. Göğüs kafesinde bir yanma hissetti, dilinde damağında bir kuruluk. Yutkundu ve sedyeye bir adım daha yaklaştı. Sol bileğini sıyırıp saatine, sonra da anlık bir bakışla dönüp ardına, kapının olduğu yöne doğru baktı. Ellerini namaz kılanların yaptığı gibi önünde kavuşturdu. Ne yapacağını bilemez bir tavrı vardı, put kesilmişti. Halbuki daha evvel ölülerle konuşmuştu. Babası, dayısı, nenesi ve bir de Ezgi’nin dedesi… Soluk beyaz mermer taşları önünde hiçbir dua bilmeden kendince konuşup durma konusunda iyiydi, bütün hayatı artık yaşamayan kahramanlarla konuşarak geçmişti. Fakat şimdi durum farklıydı. Birincisi herhangi bir mezar başında kendi kendinize konuşmanız tuhaf kaçmaz, hoş bile görülebilir. İkincisi şu an önündeki sedyede cansız yatanın O olduğuna inanamıyordu. Sanki örtüyü kaldırıp çıplak bedeniyle karşı karşıya gelse, utancından ve kızgınlığından eliyle üzerini örtmeye çalışacak, “Fırat, çık dışarı, bana burada bile rahat vermeyecek misin?” diye çemkirecekti ve yine Ezgi’den bahsettiğini hissederek -ölüler belki de düşünceleri okuyabilirlerdi- somurtup bir kenara oturacaktı.

“Bütün bir gün boyunca sevişmiştik, detaylar hafızamın mahremidir. Öbür gün İstanbul’u dolaşmıştık beraber. O bana Maltepe’yi, Ayrılık Çeşmesi’ni, Üsküdar’ı öğretmişti. Üsküdar’dan Beykoz’a çıkarken sahil kenarında bir park vardı, ağaçların gölgesi altında otururken tam sağ yanında boğaz köprülerinden birini -hangisi bilmiyorum- görmüştük. O parka gidene kadar bana sarılıp ağlamıştı, gitmemem için yalvarmıştı. Parkta otururken de devam etti bu yakarış. Çay satan yaşlı kadın, çocukları ile parkta bulunan bir anne dönüp ona bakmıştı. Bir yakını ölmüştü de ona ağlıyordu sanki ve benden başka kimsesi yokmuş gibi sarılıyordu bana. Oysa halen hayattaydım.”

Genç adam istemsiz gülümsedi, sağlığında da huysuzdu diye geçirdi. Beyaz örtünün sedye üzerinde kapladığı alana baktı; iki metrelik sedyede bir altmışlık bir kütleydi şu an. Ne kadar da ufak bir kadınmış… Tanıştıkları ilk yazdı, İstanbul’da ziyaretine gitmişti. Ailesine kendisinden bahsettiğinde yediği dayağı anlatmıştı. Kuran’dan ayetler okuyarak kadının değerini anlatan babası ve hayatı benzer işkencelerle geçen annesi, genç adamı öğrenince Allah’ı unuturcasına dövmüşlerdi O’nu. Genç adam müzisyendi, parasız pulsuz ve istikbali olmayan bir müzisyen:

“İzmirliyse ve müzisyense ya Alevi’dir ya da ateist.”

Böyle basit bir formüle sığınarak vazgeçirmeye çalışmışlardı kızlarını bu sevdadan.

“Onu Taksim’e, Beyoğlu’na götürmüştüm. Hayatında ilk defa geliyordu buralara, hayatı Anadolu yakasında geçmişti. Gözleriyle bir yandan tenha bir yer arardı beni öpmek için. Yokuşları ve çarşıları dolaşırken arada durup bir kaldırımda gölgeye otururduk. Koluma sarılıp sessizce beni izlerdi, dinlenip yorgunluğumu atmamı beklerdi. Ne var ki ben kendimi bildim bileli yorgundum. 15 yaşımdayken de böyleydim, içimde hep bir geç kalmışlık hissi. Ona bunu anlatmaya çalışmadım hiç, çünkü anlamasından korkuyordum. Ondan öncekiler ucundan kıyısından bile anlamamışlardı ve üzülmüştüm buna. Ama şimdi o anlarsa diye korkuyordum, çünkü bana benziyordu ve anlardı. Anlarsa benim gibi olurdu, hatta belki daha kötü.  Ona geceleri neden uyuyamadığımı, eskiden onlarca, yüzlerce insanla dolu etrafımı nasıl böyle tenha hale getirmeyi başardığımı, her şeyde kendimi üzmeyi başarabilecek bir öz bulmayı nasıl becerdiğimi kelimelerle anlatamazdım. Anlatmak istemiyordum.”

Genç adam baş kısmını araladı beyaz örtünün. Yıllardır görmediği o yüzü gördü. Gözkapaklarının hafif aralığından gördü maviye yakın gözlerini, yanakları etli yuvarlak yüzünü, her zaman yaptırmak istediği o kırmızı renkte boyanmış saçlarını… Saçlarından bir perçem alnının tam ortasına düşmüştü. Dokunmak istiyordu ama gücü yoktu. Boğazına yumruk gibi kupkuru bir şey oturdu, dizleri çözüldü ve dizlerinin üzerinde, morgun beyaz fayansla kaplanmış zeminine kapaklandı. Nefes almakta güçlük çekiyordu, kravatı çözüp paltonun iç cebine koydu. Bir eliyle sedyeye tutunup diğeriyle duvardan destek alarak ayağa kalktı. O’nun yüzüne baktı uzun uzun, gece yarıları telefonu açık bırakıp birbirlerinin sesini duyarak uyuduklarını, İstanbul’dan döneceği zaman kendisine sarılıp üç saat boyunca “Gitme… Ne olursun gitme…” diyerek ağladığı o Ağustos gününü anımsadı. Şimdi hepsi hatıraydı.

“Gitmeden evvel bana Taksim’deki D&R’dan Kafka, Gorki, Steinbeck kitapları ayırmıştı. Bir de benim kendi seçimim Ahmet Telli. Fatura tutarını hatırlıyorum; kırk yedi lira yirmi sekiz kuruş. Bakışlarıyla bana gitme diyen yeryüzünün bu en özel kızına Ahmet Telli’nin kitabının kapağını göstererek gülümsedim: ‘belki yine gelirim’.”

Genç adam sesini toplamak için öksürdü bir iki kez:

“Bir daha gelemedim, keşke gitmeseydim… Özür dilerim.”

Yıllardır kimseden özür dilememişti. O’nun yüzüne beyaz örtüyü örttükten sonra kalan son gücünü kullanıyormuş gibi zorlukla “Hoşça kal” dedi ve ağır adımlarla, ardına bakmadan morgdan ayrıldı.

 

Resim: Şevket Sönmez

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.