Son dönemde Yapay Zekâ, Artırılmış Gerçeklik ve Dijital Sanat kavramları iç içe kullanılmaya başlanılması sonucunda teknolojiyi sanatın önüne alan bir yaklaşım ortaya çıktı. Özellikle sanat dünyasının bir kısmı bu süreçleri yok sayarak bilinen görsel sanat yaklaşımı ile duvar resimleri yapmaya devam ederken adeta Yapay Zekâ, Artırılmış Gerçeklik ve Dijital Sanatı yok saymakta, diğer bir kısım ise geleceğin teknolojisini merkeze alırken yüzyıllardır aşamalar geçiren sanatı komple yok saymaktadır. Yapay zekâ ve sanat ilişkisine tarihsel süreç üzerinden bakılmadığında her şey havada asılı kalmaktadır. Diğer taraftan her bilgisayar çıktısını yapay zeka sanat ürünü kabul eden uygulayıcılar ile sanatseverler yapay zeka sanatın içeriğini boşaltmaya zemin hazırlamaktadır.
Yapay zeka sanat konusunda ortada mevcut karışıklık ve belirsizliği bir ölçüde gidermek amacıyla yaptığımız söyleşiyle yapay zeka sanat üzerine çalışan akademisyen ve sanatçı Özgür Ballı’dan konu hakkında bilgi aldım.
İnsan zihni, sanat üretiminde yalnızca dış dünyayı değil, kendi iç dünyasını da dönüştürür. Bu dönüşümde tesadüf, hata, belirsizlik, kişisel hafıza ve kültürel referanslar büyük bir rol oynar. Yapay zekâ ise henüz bu içsel karmaşayı, duygusal derinliği ve niyet duygusunu kurabilecek bir bilinç düzeyine sahip değildir. Ö.B. Konuya teorik açıdan yaklaşırken, bir sanatçı duruşuyla teoriyi uygulamaya dönüştürebilen ve konunun anlaşılması sistematik olarak gayret gösteren sanatçı ve akademisyen olarak konuyu kavramlar kapsamında açıklamayla konuya başlayabilir miyiz?
Son dönemde Yapay Zekâ, Artırılmış Gerçeklik ve Dijital Sanat kavramlarının iç içe geçmesiyle birlikte, teknolojiyi sanatın öznesi hâline getiren yeni bir anlayış doğdu. Bu durum, sanatın tarihsel sürekliliği içinde önemli bir kırılma noktasına işaret ediyor. Çünkü sanat tarihinde her dönem, kendi çağının teknolojisiyle yeniden tanımlanmıştır: mağara resimlerinden Rönesans perspektifine, fotoğrafın icadından video sanata kadar her yenilik, sanatın ifade olanaklarını genişletmiştir. Ancak bugün yaşadığımız dijital dönüşüm, yalnızca bir araç değişimi değil, sanatın doğasını, üretim sürecini ve hatta sanatçının konumunu kökten dönüştüren bir paradigma kaymasıdır.
Bu dönüşümle birlikte iki farklı eğilim belirginleşmiştir: Bir tarafta geleneksel sanat anlayışını korumaya çalışan, teknolojiyi estetik bir tehdit olarak gören sanatçılar; diğer tarafta ise yapay zekâ, artırılmış gerçeklik ve algoritmik üretimi merkeze alarak sanatı tamamen dijital bir boyuta taşıyan yeni kuşaklar yer almaktadır. Her iki uç da kendi içinde bir yanılgı taşır. Çünkü bir yanda teknolojiye sırt çevirmek, çağın dilini reddetmek anlamına gelirken; diğer yanda sanatı tamamen teknolojiye indirgemek, onun tarihsel, estetik ve insani yönünü göz ardı etmek demektir.
Bu nedenle yapay zekâ ve sanat ilişkisine tarihsel ve kuramsal bir perspektiften yaklaşmak büyük önem taşır. Yapay zekâ, bir “araç” olmanın ötesinde, sanat düşüncesinin nereye evrildiğini anlamamıza yardımcı olan bir kavramsal aynadır. Sanatın özü, her zaman “anlam üretme” sürecinde gizlidir; araçlar ise yalnızca bu anlamı görünür kılmanın yollarıdır. Dolayısıyla, bir sanatçı olarak benim için mesele teknolojiye teslim olmak değil, teknolojiyi sanatsal düşüncenin bir parçası hâline getirebilmektir.

Sanatçının burada üstlendiği rol, teoriyi pratiğe dönüştürebilen, kavramlarla düşünebilen ve yeni ifade biçimlerini estetik bir bağlama oturtabilen bir rol olmalıdır. Ben de hem sanatçı hem akademisyen kimliğimle, bu geçiş dönemini yalnızca görsel sonuçlar üzerinden değil, kavramsal temeller üzerinden anlamaya çalışıyorum. Yapay zekâ, artırılmış gerçeklik ve dijital sanat, birbirinden kopuk değil; çağımızın görsel dilini yeniden tanımlayan iç içe geçmiş katmanlardır. Bu katmanları çözümleyebilmek, ancak sanatın tarihsel sürekliliği içinde düşünebilen, ama aynı zamanda geleceğe dair sezgisel bir bakış geliştirebilen bir sanatçı bilinciyle mümkündür.
Yapay zeka sanatın dünyada ve ülkemizdeki tarihçesini anlatır mısınız?
Yapay zekâ sanatının tarihçesine baktığımızda, köklerinin 1960’lı yıllara, Harold Cohen’in geliştirdiği AARON adlı programa kadar uzandığını görüyoruz. Cohen, bir algoritmaya sanatsal karar verme yetisi kazandırarak insan ile makine arasındaki yaratıcılık ilişkisinin sınırlarını ilk kez görünür kılmıştır. 1990’lardan itibaren dijital sanatın yaygınlaşmasıyla veriyle düşünen ve algoritmalarla çalışan yeni bir sanatçı kuşağı ortaya çıkmıştır.
2010 sonrasında derin öğrenme tekniklerinin gelişmesi, yapay zekâ estetiğine yeni bir boyut kazandırmıştır. Özellikle 2018 yılında Christie’s müzayedesinde satılan “Portrait of Edmond de Belamy” adlı eser, yapay zekânın artık yalnızca bir üretim aracı değil, sanat piyasasında özerk bir özne olarak da kabul görmeye başladığını göstermiştir.
Türkiye’de ise bu dönüşüm farklı yönleriyle ele alınmaktadır. Bager Akbay, “Deniz Yılmaz” adlı yapay zekâ sanatçısı projesiyle Türkiye’de bu alanda öncü bir adım atmıştır. Akbay, yapay zekâya bir “sanatçı kimliği” kazandırarak, sanatın öznesi olma kavramını sorgulamış ve “kim sanatçıdır?” sorusunu yeniden tartışmaya açmıştır. Aynı dönemde Refik Anadol ise yapay zekâyı mekân, veri ve hafıza kavramları üzerinden ele alarak, hem duygusal hem de algısal bir deneyim alanı oluşturmuştur. Bu iki sanatçının yaklaşımları, Türkiye’de yapay zekâ sanatının yalnızca teknolojik değil, aynı zamanda kavramsal ve felsefi bir tartışma zemini kazandığını göstermektedir. Refik Anadol, yapay zekâyı sanatsal bir araç olarak kullanma biçimiyle çağdaş sanat dünyasında çığır açan bir isimdir. Veri heykeli, makine öğrenimi ve dijital mimariyi birleştiren yaklaşımıyla, görünmeyeni görünür kılar; doğa, insan belleği, şehir verileri gibi soyut sistemleri duygusal ve görsel bir deneyime dönüştürür. “Makinenin rüyası” kavramı, teknolojinin sadece bir araç değil, bir yaratıcı ortak olabileceğini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Bu yönüyle Anadol, dijital sanatın estetik ve kavramsal sınırlarını genişletmiş, dünya çapında müze ve bienallerde yankı uyandıran işler üretmiştir. Ancak bugün geldiği noktada, Refik Anadol’un üretim pratiği, biçimsel olarak kendini tekrarlayan bir görsel dile dönüşmüştür. Başlangıçta yenilikçi bir estetik öneri olarak görülen veri akışları, renk patlamaları ve dalgalanan dijital yüzeyler, artık küresel dijital estetiğin standart bir imgesi haline gelmiştir. Yapay zekâyla üretilen bu veri temelli imgeler, ilk dönemlerindeki duygusal derinliği ve kavramsal yeniliği büyük ölçüde yitirmiş, izleyicide daha çok “görsel bir efekt” algısı yaratmaya başlamıştır. Anadol’un işleri hâlâ teknik anlamda etkileyici olsa da, sanatsal düzlemde artık “yeni bir imge” üretmekten çok, kendi başarısının görsel tekrarlarını sunar hale gelmiştir.

Yapay zeka sanat ile bugün yapay zeka adıyla ortaya konan iler arasındaki temel farklılık nedir? Başka bir deyimle bir sanatseverin yapay zeka sanatı anlayabilmesi için o çalışmada ne gibi unsurlar bulunmalı ve sanatsever bunları nasıl anlayabilmelidir?
Bugün “yapay zekâ sanatı” olarak adlandırılan üretimlerin temel farkı, sanatın yalnızca biçimsel ürünle değil, üretim sürecinin algoritmik yapısıyla da ilgilenmesidir. Bir yapay zekâ eseri, sadece estetik bir sonuç değil, aynı zamanda bir süreçtir. Sanatseverin bu tür bir işi anlayabilmesi için, eserdeki insan müdahalesini, yani sanatçının hangi aşamalarda karar verici rol üstlendiğini görebilmesi gerekir. Veri setinin seçimi, algoritmanın yönlendirilmesi ve çıktının yorumlanması sanatın yeni ifade katmanlarını oluşturur. Eğer yapay zekâ yalnızca otomatik bir üretici gibi çalışıyorsa, orada sanattan çok mühendislik vardır. Ama sanatçı, teknolojiyi kendi estetik niyetiyle yönlendiriyorsa, orada gerçek anlamda yapay zekâ sanatı başlar.
Yapay zeka sanatın daha iyi anlaşılabilmesi için Dünya ve Türkiye’den başarılı örnekler verebilir misiniz?
Yapay zekâ sanatının daha iyi anlaşılabilmesi için, dünyadan ve Türkiye’den güçlü örnekleri incelemek oldukça önemlidir. Çünkü bu örnekler yalnızca teknolojik bir yeniliği değil, aynı zamanda sanatın estetik, kavramsal ve duyusal sınırlarını yeniden tanımlayan bir düşünsel dönüşümü de temsil eder.
Uluslararası ölçekte, Harold Cohen’in “AARON” projesi yapay zekâ sanatının tarihsel başlangıç noktalarından biri olarak kabul edilir. Cohen, 1970’li yıllarda geliştirdiği bu algoritmik sistemle, bilgisayarın kendi sanatsal kararlarını verebilmesini mümkün kılmıştır. Bu çalışma, insan ile makine arasındaki yaratıcı işbirliğinin temellerini atmış ve “sanatçı kimdir?” sorusunu erken bir dönemde gündeme getirmiştir.

Günümüzde ise Refik Anadol’un projeleri, yapay zekâ sanatının hem estetik hem de duygusal boyutlarını derinlemesine sorgulayan örnekler sunmaktadır. Özellikle “Machine Hallucinations” (Makine Halüsinasyonları), “Data Sculpture” ve “Makine Hatıraları” projeleri, veriyi yalnızca bilgi olarak değil, bir duygu ve hafıza alanı olarak ele alır. Anadol’un işleri, algoritmik sistemlerin soyut matematiksel hesaplamalarını insanın algı, bellek ve rüya deneyimleriyle buluşturarak, yapay zekânın soğuk yapısını şiirsel bir dile dönüştürür.
Buna paralel olarak, Mario Klingemann, Anna Ridler, Sougwen Chung, Tom White ve Memo Akten gibi sanatçılar da yapay zekâyı farklı estetik yaklaşımlarla kullanmaktadır. Klingemann’ın GAN (Generative Adversarial Network) temelli portreleri, makine öğrenmesinin bilinçdışı süreçlerini görselleştirirken; Anna Ridler veri setlerini elle düzenleyerek, yapay zekâ üretiminde insan emeği ve öznelliğin rolünü vurgular. Sougwen Chung’un robotik kollarla gerçekleştirdiği resim performansları, insanın bedensel jestiyle makinenin algoritmik hareketini bir araya getirir. Memo Akten ise özellikle “We Are Not Separate” projesinde, doğa, insan ve veri arasındaki ilişkiyi ekolojik bir bakış açısıyla yeniden düşünmeye davet eder.
Türkiye’de ise Refik Anadol ve Bager Akbay öncülüğünde yapay zekâ sanatının farklı yönleri görünürlük kazanmıştır. Akbay’ın “Deniz Yılmaz” adlı projesi, bir yapay zekâyı sanatçı olarak tanımlayarak “yaratıcı özne” kavramını sorgulamış ve sanatçının rolünü felsefi düzeyde tartışmaya açmıştır. Naçizane, benim de Türkiye’de yaptığım yapay zekâ destekli kavramsal sanat üretimleri, Gemini ve ChatGPT görsel üretme yazılımları gibi araçlar kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmalar, insan ve yapay zekâ işbirliğini araştırmakta ve kavramsal bir çerçevede yeni ifade biçimleri geliştirmeye yöneliktir.
Bu örneklerin ortak yönü, yapay zekâyı yalnızca teknik bir araç olarak değil, bir düşünme biçimi olarak ele almalarıdır. Her biri, sanatın geleceğini belirleyecek temel soruya dokunur: “Yaratıcılık kime aittir?” Günümüz yapay zekâ sanatı, bu soruya kesin bir yanıt vermek yerine, insan ve makinenin ortak yaratıcılığından doğan yeni bir estetik alan inşa etmektedir.
Dolayısıyla, yapay zekâ sanatının estetik dilinin artık soyut bir kodlar dünyasından çıkıp, izleyicinin algı, duygu ve belleğine doğrudan temas eden yeni bir deneyim biçimine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Bu dönüşüm, sanatın yalnızca teknolojik değil, aynı zamanda varoluşsal bir sorgulama alanı hâline geldiğinin de göstergesidir
Çoğu sanatçının henüz konuyu anlamamakta gayret sarf ettiği ortamda yeni sanatı uygulamaya koyarak eleştiri oklarına da hedef olma riskini de göze alabilen bir sanatçı olarak olarak akademsiyen kimliğiniz ile konunun kuramsal yönünü gündeme getirmeye çalışıyorsunuz. Türk sanatçıları yapay zeka sanat konusunda nerede duruyor?
Türk sanatçılarının yapay zekâ sanatına yaklaşımları genel olarak iki ana eksende şekilleniyor. Bir kesim bu süreci temkinli ama meraklı bir gözle izliyor; yapay zekâyı sanatın özünü tehdit eden bir unsur olarak değil, fakat tam olarak da güvenemedikleri bir “araç” olarak değerlendiriyor. Bu grup, genellikle geleneksel üretim biçimlerinden gelen sanatçılardan oluşuyor ve teknolojik araçları sanatın doğallığına müdahale eden unsurlar olarak görme eğiliminde. Diğer kesim ise dijital teknolojiyi üretimin merkezine alarak, yapay zekâ, veri görselleştirme, sanal ve artırılmış gerçeklik gibi alanlarda yeni sanatsal diller geliştirmeye çalışıyor. Bu sanatçılar, teknolojiyi yalnızca bir araç değil, aynı zamanda çağın ifade biçimi olarak kabul ediyor. Ancak Türkiye’de yapay zekâ sanatına dair bu yaklaşımlar henüz tam anlamıyla kuramsal bir zemine oturmuş değil. Akademik çevrelerde konuya olan ilgi giderek artmakla birlikte, bu üretim biçimlerini sanat tarihi, estetik, felsefe ve etik ekseninde ele alan çalışmaların sayısı hâlâ sınırlı. Bu durum, yapay zekâ sanatının yalnızca teknik bir yenilik olarak değil, sanat düşüncesinin dönüşümü olarak ele alınması gerekliliğini ortaya koyuyor. Çünkü teknolojik araçlarla üretilen bir eseri anlamak, o teknolojinin ötesinde, sanatın varlık nedenine dair felsefi bir farkındalık gerektirir.

Ben, sanatçı kimliğimle teknolojiyi deneysel bir alan, yani düşünceyi somutlaştıran bir zemin olarak kullanmaya çalışıyorum. Üretimlerimde teknolojiyi merkeze almak yerine, onunla diyalog kurmayı, insan ve makine arasındaki yaratıcı işbirliğini araştırmayı önemsiyorum. Akademisyen kimliğimle ise bu üretim biçimlerinin kavramsal ve kuramsal çerçevesini oluşturmaya gayret ediyorum. Çünkü Türkiye’de yapay zekâ sanatının gelişebilmesi yalnızca üretim pratiklerine değil, bu üretimleri tartışabilecek, sorgulayabilecek ve anlamlandırabilecek bir eleştirel dilin oluşmasına bağlıdır.
Bu noktada sanat eğitiminin de büyük bir rolü var. Genç sanatçı adaylarının yalnızca teknik becerilerle değil, dijital estetik, etik ve yapay zekâ felsefesi gibi kavramlarla da donatılması gerekiyor. Sanatın geleceği, teknolojiyi yalnızca kullanan değil, onu sorgulayan, dönüştüren ve anlam üreten bir sanatçı kuşağının yetişmesine bağlı. Türkiye’de bu dönüşüm süreci henüz başlangıç aşamasında olsa da, ortaya çıkan ilgi ve tartışmalar, yapay zekâ sanatının yakın gelecekte çağdaş sanat ortamında çok daha güçlü bir yer edineceğini gösteriyor.
Yapay zeka tıpkı tuval, fırça, boya ve palet gibi bir araç mıdır? Yoksa yapay zeka sanatta olmaması gereken bir kullanım şekli midir?
Yapay zekâyı tıpkı tuval, fırça, boya ya da taş gibi bir araç olarak görüyorum. Ancak her araç gibi, onun da etik ve estetik sınırları vardır. Yapay zekâyı sanatın önüne koyduğumuzda, sanatın özündeki insani sezgi ve niyet kaybolur. Ama yapay zekâyı sanatçının düşünsel sürecine dahil ettiğimizde, ortaya çok katmanlı ve çağdaş bir ifade biçimi çıkar. Bu nedenle, yapay zekâ sanatta “olmaması gereken” değil, doğru kullanıldığında sanatın dilini genişleten bir olgudur. Asıl mesele, teknolojiyi araçsallaştırmadan, onu eleştirel ve bilinçli bir şekilde sanatsal ifade sistemine dahil edebilmektir
Yapay zeka taklit ederek öğrenme aşamasına geçerse sanatçının yaratıcılık fonksiyonunu alabilir mi? Hatta yapay zeka sanatı da aşarak insana rakip olabilir mi? Bunun sonu şu an için bilmekte zorlandığımız başka bir geleceğe kapı mı açacaktır?
Yapay zekâ bugün taklit ederek öğreniyor; biçimsel düzeyde insanın estetik üretim süreçlerini kopyalayabiliyor. Gözlem, örüntü çıkarımı ve veri temelli analiz sayesinde biçimi, oranı ve hatta belli bir estetik duyguyu simüle edebiliyor. Ancak yaratıcılığın özü, yalnızca biçimsel yetkinlikte değil; sezgi, duygu, deneyim ve bağlam üretiminde saklıdır. İnsan zihni, sanat üretiminde yalnızca dış dünyayı değil, kendi iç dünyasını da dönüştürür. Bu dönüşümde tesadüf, hata, belirsizlik, kişisel hafıza ve kültürel referanslar büyük bir rol oynar. Yapay zekâ ise henüz bu içsel karmaşayı, duygusal derinliği ve niyet duygusunu kurabilecek bir bilinç düzeyine sahip değildir.
Bu nedenle, bugünün koşullarında yapay zekânın sanatçının yaratıcılık fonksiyonunu tümüyle devralması mümkün görünmemektedir. Yine de bu durum, teknolojiyi sanat alanından dışlamak anlamına gelmemelidir. Aksine, yapay zekâ sanatçının elinde bir düşünme, keşfetme ve sorgulama aracına dönüşebilir. İnsan, duygusal sezgisiyle anlam kurarken; yapay zekâ, verinin sınırsız kombinasyon potansiyeliyle yeni olasılıklar üretir. Bu iki farklı varlık biçiminin etkileşimi, gelecekte hibrit bir sanat anlayışının zeminini hazırlayabilir — bir tür insan-makine ortaklığına dayalı yaratıcı alan.

Belki de sanatın geleceği rekabetten çok işbirliği üzerine kurulacak. İnsan sezgisi ile yapay zekânın analitik gücü birleştiğinde, sanat yeni bir varoluş biçimine evrilebilir. Bu dönüşüm süreci, sanatçının rolünü yok etmek yerine, onu yeniden tanımlar: Sanatçı, artık yalnızca üreten değil, üretimi yönlendiren, anlamı kurgulayan, yapay zekâya duygusal ve kavramsal derinlik kazandıran bir rehberdir. Bu nedenle ben, yapay zekâyı bir tehdit olarak değil, insan yaratıcılığının sınırlarını yeniden tanımlayan bir ayna olarak görüyorum. Çünkü her ayna, bakanı taklit eder; ama aynı zamanda ona kendi varlığını yeniden düşünme fırsatı sunar.
Konuyu yayınladığınız kitap ve makaleler üzerinden bahseder misiniz?
“Posthümanizm / Transhümanizm ve Günümüz Sanatı” adlı bir kitabım var. Bu kitap, sanatta yeterlik tezimden ürettiğim ve insan-sonrası düşünce bağlamında sanatın dönüşümünü ele aldığım bir çalışmadır. Bu kitapta, yapay zekâ, dijital üretim teknikleri ve teknolojik beden anlayışının sanatçının yaratıcı sürecini nasıl yeniden tanımladığını tartıştım. Sanatçının artık yalnızca üretici özne değil, teknolojiyle birlikte düşünen bir varlık hâline geldiğini; sanatın insan ve makine arasındaki sınırların bulanıklaştığı yeni bir form kazandığını vurguladım.
Konu üzerine yayımladığım “Yapay Zekâ ve Sanat Üzerine Güncel Bir Değerlendirme” başlıklı makalem ise, yapay zekâ temelli üretimlerin sanatsal niteliğini ve bu üretimlerin estetik, etik ve kuramsal yönlerini ele almaktadır. Ayrıca dijital sanat, artırılmış gerçeklik ve yapay zekâ estetiği üzerine kaleme aldığım pek çok makalede de çağdaş sanatın dönüşen doğasını teorik ve uygulamalı bağlamlarda incelemeye devam ediyorum.
Bu çalışmalar, sanatın geleceğini yalnızca teknolojik bir yenilik olarak değil, insanın kendini yeniden tanımlama süreci olarak ele almamı sağladı. Dolayısıyla yapay zekâ sanatı, benim için yalnızca bir üretim biçimi değil; çağın düşünsel, estetik ve ontolojik sorgulamalarını bir araya getiren disiplinlerarası bir ifade alanıdır.
Hakkında
Özgür Ballı (1986), KKTC/Lefkoşa’da doğdu. 2010 yılında Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nden mezun oldu. 2012 yılında Araştırma görevlisi olarak Düzce Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Heykel Bölümü’nde göreve başladı. 2013 yılında Lisansüstü eğitim almak için 35. madde ile Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümünde göreve başladı. 2015 Yılında “Dijital Teknoloji Olanaklarıyla Sanatta Grotesk Bedenler ve Tuhaflık” adlı tez konusu ile yüksek lisansını Hacettepe Üniversitesi G.S. Enstitüsünde Heykel Bölümü’nden mezun oldu. 2020 yılında ise Sanatta yeterlik programını “Günümüz Sanatında Dijitalleşme; Posthümanizm Bağlamında Sanat Ve Sanatçının Yerini Alan Algoritma: Post-Sanatçı” adlı tezi ile Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Heykel Bölümünde tamamladı. 2021 yılında Doçent unvanı kazanan Ballı halen Düzce Üni. Sanat, Tasarım ve Mimarlık Fak. Heykel Bölümünde görevine ve sanat çalışmalarına devam etmektedir.


Bir Cevap Bırakın