Karanlıktan Işığa: Elif Erdem’in Floransa Bienali Yolculuğu

Floransa’da, Arno Nehri kıyısında yürürken Rönesans’tan kalma taşlara sinmiş o tarihi sokakların içinde, insanın varoluş sancısını ve yeniden doğuşun umudunu hissediyorsunuz. 15. Floransa Bienali’nde bir Türk sanatçısı, Elif Erdem, kendi kültürel belleğini “ışığın diliyle” yeniden örüyor. Bienalin teması “The Sublime Essence of Light and Darkness” yani Işığın ve Karanlığın Yüce Özleri.

Floransa’da, Rönesans estetiğinin kalbinde sergi açmak onun için yalnızca bir başarı değil, bir karşılaşma. Çünkü Erdem’in sanatında geçmişle bugün arasında hep görünmez bir köprü var. Rönesans’ın form arayışıyla onun içsel dönüşüm temaları, aynı aynanın iki yüzü gibi: biri dış dünyanın düzenini, diğeri iç dünyanın akışını araştırıyor.

Bienaldeki iki çalışması bu karşıtlığı belirginleştirir nitelikte. Eserlerinin birinde; deniz kabukları, mercanlar, denizyıldızlarıyla bezeli bir gerdanlık ve doğanın koruyucu, şefkatli tarafı. Diğer eserlerde ise; aydınlık bir denizde kulaç atan bir kadın figürü ruhun özgürleşmesi, karanlıktan aydınlığa dalışı. Bu iki uç arasında Erdem, kendi sanatının özünü kuruyor: dokunulabilir olanla sezilebilir olanın buluşma noktası.

Ve sonra bir an geliyor, ışığın başka bir biçimde yansıdığı o beklenmedik karşılaşma… Bienalin kalabalığında, Tim Burton, Elif Erdem’in kendi elleriyle, yağlı boya tuvalden diktiği özel tasarım elbisesini fark ediyor. Üzerindeki dokular, renk geçişleri, fırça izleri bir kumaş değil, neredeyse canlı bir resim gibi titreşiyor. Burton, bu esere yaklaşarak “olağanüstü bir hayal gücü ürünü” diyor. Bu kısa ama simgesel temas, Erdem’in sanat anlayışının sınırları nasıl aştığını hissettiriyor ve resmi duvardan söküp bedene, tuvali giyilebilir bir dile dönüştürüyor. Böylece sanat, yalnızca görülen değil; taşınan, dolaşan, solunan bir şeye de dönüşmüş oluyor.

Floransa Bienali, onun için yalnızca bir sergileme alanı değil, bir ayna olmuş. Orada farklı kültürlerden izleyicilerin yorumlarıyla karşılaşmak, sanatının evrensel damarını görmesini sağlamış. “Türkiye’de izleyici sembolleri kültürel olarak daha hızlı çözüyor,” diyor, “Floransa’daki izleyici ise daha kişisel, daha varoluşsal okumalarla yaklaşıyor.” Ama sanatın ışığı, her zaman pürüzsüz bir yüzeyde parlamıyor. Erdem, Bienal’in organizasyon sürecinde karşılaştığı bazı hayal kırıklıklarını da dürüstçe dile getiriyor: “Seçki son aşamalarda genişletilmişti; amatör üretimlerle profesyonel işler aynı düzlemde yer alınca, prestij algısı biraz zedelendi.” Bu ifade, sanatın küresel vitrininde görünürlük ile niteliğin her zaman yan yana yürümeyebileceğini hatırlatıyor bize.

Yine de Erdem’in duruşu net: görünürlükten çok, içerik onun için belirleyici. “Sanatı gerçekten önemseyen topluluklarla yürümek istiyorum,” diyor. Bu kararlılığın ardında, uzun soluklu bir etik bilinci hissediliyor. Şubat ayında yeniden Paris’te, Grand Palais’de ArtCapital sergisine katılacak. “Tok satıcı olmak gerekiyor,” diye ekliyor, “çünkü eğer onlara muhtaçsanız, sömürülürsünüz.

Floransa Bienali onun için bir dönüşüm eşiği olmuş: hem içsel hem de profesyonel bir hesaplaşma alanı. Işığın ve karanlığın iç içe geçtiği bu sanat dolu şehirde, Elif Erdem kendi ışığını yeniden tanımlıyor. Karanlığın içine dalarken korkmayan, o derinlikte ışığı bulabileceğine inanan bir sanatçının sessiz direnci bu.

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.