Mutfaktaki geniş masada eşim Gladsy ile kahvaltımızı ediyorduk. “Kahvaltı çok önemlidir” derdi eşim.
Ben sabah koşusundan gelmiş duşumu yapmıştım, o gün evde olacağımdan eşofmanlarım üstümdeydi. Eşim yumurta çırpmış yanına bacon kızartmaktaydı. Kaptaki kahvemin yarısını içmiştim. Kahve fincanım özeldi. O zamanlar kahve kapları yeni çıkmıştı. Paramount Stüdyosu’da üzerinde stüdyonun logoso olan bu kahve kabından özel olarak yaptırmıştı. Törenle bu kaplardan sadece 50 kişiye dağıtılmışlardı. Bana da onlar için yaptığım ………………………………..filmi bitirince bu kahve kabı özel bir törenle verilmişti. Tabağımdaki çırpılmış yumurtamdan bir parça almış, baconın kızarmasını bekliyorduk.
Evimiz iki katlı bahçe içinde yüzme havuzu olan tipik Hollywood villalarından biriydi. Bizim oturduğumuz bölge o kadar sessizdi ki. Komşuların otomobillerinin sesini bile tanır olmuştuk. Hiç bakmadan kim evinden çıkıp arabasıyla gitti bilirdik. Birden sesini tanımadığımız bir otomobilin sokağa girdiğini, duyduk.
Bahçede kulübesinde sessizce oturan Rex de aniden havlamaya başladı. Gladsy ile birbirimize baktık. O hemen evin önüne koştu, pencereden baktı. Dönerek bana bağırdı – John geldiler -. Böyle bir durumda ne yapacağımı defalarca düşünmeme rağmen, yine de kısa bir süre panikledim.
Gelmişlerdi ve kapıyı çalmak üzereydiler.
Evin arka bahçesine bakan mutfak penceresi yarım açıktı. Oraya koştum. Ve arka bahçeye atlayıp koşmaya başladım. Kaçıyordum.
Üzerimde eşofmanlar cebimde 210 dolar 35 yıllık yaşamımı geride bırakmış kendi ailemde, kendi ülkemden kaçmaktaydım.
Önce New York’a oradan da Paris’e başka isimle uçtum. Tabii bazı gerçek dostlarım yardım etti. Ve kendimi doğru dürüst ne konuşulduğunu da anlamadığım lisanın içinde, burada buldum. Paris’teydim.
Bugün bile…o yarısı kabın içinde kalan kahvenin tadı aklımdadır…
Eşimmiş, çocuklarımmış, köpeğimmiş yaptığım filmlermiş, Hollywood da ki ünümmüş, hiçbir şey kalmadı. Tek başıma buradaydım. Yaşam devam etmeliydi.
1992 yılının bir mart günü Paris’in en eski kafelerinden biri olan Cafe Danton’daydık. Karşımda oturan 72 yaşındaki John Berry anlatmaktaydı.
Bana yıllar öncesini anlatırken hafif gözleri buğulanıyor gibi geldi… Nasıl buğulanmasın ki?
1917 de New York’ta doğan John daha dört yaşındayken rol alığı tiyatro sahnesinde ünlenmişti. Babası bir ara yirmi sekiz tane restorandı olan zengin bir aileden geliyordu. Kendisi oyunculuk yanında boksa meraklı bir kişiydi. Jackie Sold takma ismi ile boksör olarak tanınmaktaydı.
Yaşamında her şey çok güzel giderken Büyük Ekonomik Kriz bütün Amerika’yı etkisine aldı, babası milyonlarca insan gibi iflas etti. Manhattan’daki lüks büyük dairelerinden, Bronx bölgesine küçük bir daireye taşındılar. Artık yaşamına yeni bir yön verip para kazanmak zorundaydı.
Orson Welles’in kurduğu New York’un ünlü Mercury Tiyatrosunda oyunlarda rol aldı. Tiyatro oyunları yönetti. Paramount film stüdyosunda zamanın en ünlü yönetmeni olan Billy Wilder’a asistanlık yaparak Hollywood a taşındı. Bir süre sonra yönetmen olarak filmler yapmaya başladı.
Orson Welles’in oğlu gibi koruyup, desteklediği John Berry, Welles e göre “Hollywood’un en yetenekli kişisiydi”.
Paramount Stüdyosu’nun gözdesi olan bu sinema kişisinin ünlü yaşamı; 1949 yılında Mc Carty isimli senatörün, asistanı olan Richard Nixon’la başlattıkları Hollywood’da ki komünistleri yakalama avı -cadı kazanı- hareketi ile sona erdi. O dönemde yaşananlar konusunda, Arthur Miller’in yazdığı Cadı Kazanı oyunu o dönemi anlamamıza yardımcı olan bir tiyatro oyunudur. O dönemi, bütün yaşamının değişmesini John Berry’den dinlemekteydim.
Sanki herkes delirmişti. Mc Carty önce House Soruşturma Komisyonu kurdu. Hollywood’daki herkesi, hani set işçisinden en ünlü film starına kadar herkesi tek tek komisyon önüne getiriyor. Sorular soruyorlardı. Herkese sordukları en önemli iki soru vardı -komünist misiniz? Komünist partiye üye misiniz?-. Bu soruların cevabı ne olursa olsun üçüncü soruyu sormaktaydılar. “Hollywood da bildiğiniz 10 komünist kişinin ismini verin” O zamanı en güzel anlatan cümleyi ünlü yönetmen John Houston söyledi. Houston komisyon önündeki sorgusundan çıkınca etrafını çeviren gazetecilere “Şu anda Hollywood’da rahat olarak yaşayan tek canlı Lassie’dir “ dedi. (1940 ların da dizi halinde çekilen Lassie filmlerinin başrolü olan köpek).
Gerçekten öyleydi. Kimin hakkınızda ne diyeceği belirsizdi. Sizi çekemeyen biri “evet o komünisttir veya fikirleri öyledir” diye isminizi verdimi siz ne derseniz deyin artık Blacklist’teydiniz. Hollywood’u unutun. Kimse sizle görüşmez, hiçbir stüdyo iş vermezdi. Hatta kimse yolda selam bile vermezdi artık size…
Ben her zaman sanatçının yaşadığı topluma karşı sorumlulukları olduğunu düşünürüm. Bu durumda bir şeyler yapmalıydım.
Hollywood’dan on tane kişi bu komiteye gidip soruşturulmaya karşı çıktılar. Bu soruşturmaya gitmeyi reddettiler. Bu kişiler oldukça ünlü filmlere imza atmış olan film senaristleri, film yönetmenleriydi. Zaten hepsi tanıdığım, bazıları beraber çalıştığım samimi olduğum yaşları 30 ile 65 arası olan kişilerdi.
Karşı çıkmanın, komiteye gitmemenin cezası bir yıl hapisti. Bu kişiler birer yıl hapse mahkum oldular ve ailelerinden, evlerinde ayrılıp hapse girdiler. Eee bende film yapımcısıydım. Bu kişilerle ve onların bu onurlu davranışlarıyla ilgili bir film yapmaya karar verdim. “Hollywood Ten” filmi böyle oluştu. 15 dakikalık belgesel aslında tarihe, ö dönemlere ışık tutan gerçek bir film oldu.

John Berry ile buluşmamı, Berry nin manevi babası olarak isimlendirdiği Orson Welles’in çok yakın arkadaşı olan Michael Sayers sağlamıştı. Yıllardır beraber çalıştığım Michael Paris e gideceğimi duyunca “gidince muhakkak John Berry ile buluş” demişti. Tabii o da kendisini arayıp benden bahsedince John Berry ile bu buluşmam gerçekleşmişti.
John ile tanışmadan evvel o zamanlar yaşadığım New York’ta John Berry’nin bu ünlü Hollywood 10 filmini seyretmek için bayağı uğraşmıştım. En sonunda bir kütüphanede bulup, seyredebilmiştim.
Bu günlerden bakınca, bir filmi seyredebilmek için bir haftaya yakın zaman harcamamıza ne kadar da şaşırıyoruz. Bugün bu film binlerce film gibi bir tık uzağımızda. Hollywood 10 filmi de Youtube’dan kolayca bulunup izlenebilir.
John Berry bütün heyecanı ile o günleri anlatmaktaydı.
Hollywood un aranan yönetmenlerinden biriydim. Fakat yaşadığımız döneme karşılıksız kalamazdım. Hollywood 10’u yaptım. Onurlu davranıp hapse giren kişileri belgeledim. O kişilerden birinin kişisel çıkarlar için değişeceğini bilemedim. Nasıl tahmin edersiniz ki?
Evet benim tarihe örnek davranışlarını filmle belgelediğim 0n kişiden biri yüzünden benimde yaşamım değişti.
Yönetmen Edward Dmytyk bir yıl yatması gereken hapiste dört ay sonra muhbir olmayı seçti. Komite karşısına geçip benim ve diğer Komünist Parti üyesi 20 arkadaşın ismini verdi. İşte ondan dolayı benim peşime düştüler ve bende Amerika dan kaçtım.
O zamanlar çok kızmıştım bu muhbirlere onlar kendi çıkarları, yaşadıkları kendi düzenleri bozulmasın diye bizleri, yaşamlarımızı harcadılar. Edward tabii bu muhbirliğinin ödülü olarak hemen 2 tane filmle ödüllendirildi. Bilirsin bir film projesinin, film haline gelmesi için ne kadar uzun çalışmalar gerekir. Bütçesini tamamlamak için kaç tane kapıyı çalmak zorundasındır. Bu muhbirler hiç zorlanmadan istedikleri projeyi yapar oldular. Çok az kişi muhbir olup, başkalarının ismini verip onların yaşamlarını yok etti. Biliyorsun bunlardan biri de senin memleketlin Elia Kazan’dır.
Kazan’ın öyküsü de çok ilginçtir. Kendisi 1930’larda, grup tiyatro üyesiyken dört, beş yıl Komünist Parti’nin üyesiydi. Sonra partiden ayrıldı. 1947’lerde Komünist avı başlayıp House Of America komitesi başladığında o da hepimiz gibi böyle bir komiteye karşıydı.
Aslında Elia Kazan çok iyi yönetmendir. Tiyatro’da, Broodway de Street Car Named Desire’ı yönetti. Marlon Brando’yu bize kazandırdı. Sonra Hollywood a geçip İhtiras Tramvayı filmini yaptı tabii başrolde Marlon’du. Bu arada komite onu da çağırdı soruşturmada “ben arkadaşlarıma ihanet etmem” dedi ve hiçbir isim vermedi. Doğruyu yaptı yani.
Yaptığı film o yıl Oscar’da 12 dalda aday oldu. Oscar töreninde hepimiz alacağı ödüllerin sayısını tahmin yürütüyorduk. Ne oldu, tabii sistem yürümeliydi. Sen komite ile işbirliği yapmazsan, seni yok ederler. Elia törenden elleri boş döndü.
O gece düşünmeye başladı, ya Hollywood yaşamına devam edecekti, ya da yok olacaktı. Kararını verdi. Gitti komiteye 17 tane arkadaşının ismini verdi. O hareketinden sonra, bütün stüdyolar ve Hollywood kapıları kendisine açıldı. Hatta muhbirlik yaptıktan sonra ki ilk hafta içinde bir Hollywood tüdyosuyla 500.000 dolarlık anlaşma imzaladı.
Herkesin bir fiyatı vardır lafına iyi bir örnek oldu. Kendi yaptığı yetmezmiş gibi, New York Times gazetesinde büyük bir ilan verdi. İlanda “herkes gidip komiteye konuşsun ihbarda bulunsun” diye yazdı…
Kazan’ın en yakın arkadaşı Arthur Miller’di. Hatta Los Angeles’e ilk defa beraber gitmişlerdir. İçtikleri su ayrı gitmezdi. Kazan komiteye konuştuktan sonra, Arthur Miller onunla konuşmayı kesti. Bir gün yolda rastlaştılar Miller yüzünü çevirip, görmemezliğe geldi.
Geçen zaman; kimin haklı olduğunu, onurlu davrandığını bütün çıplaklığı ile ortaya çıkardı. Onlar şimdi toplum içine çıktıklarında cezalandırılıyorlar. Bütün yaşamları boyunca bu işledikleri suçla yaşayacaklar.
John’un o anda bana anlattıklarını çok iyi anlıyordum.
Aradan yıllar geçse de Elia Kazan hangi tiyatro oyununa gitse, yanında ki koltukta oturan kişiler yanına oturmazlar. Onun sağı ve solunda oturanlar yerlerine oturmazlar onu tek başına bırakırlar. Böylece hala yaptığının cezasını toplum olarak keserlerdi. Bu davranışlar Kazan’ın yaşamı boyu devam etti. Gerçekten toplum onu hiç bir zaman affetmedi.
Martin Scorsese’in ısrarlı çalışmalarıyla sinema dünyasına kazandırdığı filmlerden dolayı kendisine yaşam boyu sinemaya katkılarından dolayı, özel bir Oscar ödülü verildi. Ödül töreninde ise Oscar tarihinde görülmemiş bir olay yaşandı. Elia Kazan sahneye çıkıp ödülünü alırken, salondakilerin çoğu kendisini yuhalayarak cezalandırıyordu.
Aslında, Avrupa’ya adımını atar atmaz John Berry Amerika’dan kaçmadan evvel 1951 yılında yönettiği en son filmi olan “He Ran All the Way” filmi gibi bir yaşama başlamıştı.
Önceleri Fransızca mı ilerlettim. Sonra İngiltere ye geçip orada filmler yönetmeye başladım. Hollywood da başarılı filmler yapmam İngiltere’deki sinema yaşamıma yardım ediyordu. Bir yandan da eski…çocukluktan beri olan mesleğime dönüyordum….tiyatro oyunculuğu. Ne iş bulsam kabul ediyor bir yandan filmler yönetiyor, diğer yandan sahnelerde oyun yönetip, oyunculuk yapıyordum. Yaşamım böyle devam ediyordu. Aradan 20 yıl geçmişti, 1970’lerde Hollywood a döndüm yine filmler yönettim yalnız Amerika dan eskisi gibi tat almıyordum. Düşündüm ve tekrar Paris e döndüm. Bu sefer kaçarak değil, kendi kararımla Amerika’yı terk ettim. Bir daha dönmemek üzere…
Burada mutluyum.. yaşamımın sonuna kadar da burada yaşayacağım.
John Berry saatine bakıyordu devamlı, telefonda bana söylemişti. Bir yıldır Paris in ünlü tiyatrolarından birinde başrol oynamaktaydı. “Oyun saatim geliyor kalkmalıyım” dedi.
Kafeden beraber çıktık, ayrıldık. Arkasında bakıyordum, omuzlarında yılların yorgunluğu altında olan bu kişi Paris in kalabalığına karışarak kapalı gişe oynayan oyunu oynamak için ağır adımlarla tiyatronun yolunu tuttu.
John Berry o buluşmamızdan 7 yıl sonra 1999 yılında Paris’te öldü.
Kaynak: Fehmi Gerçeker, Hollywood Sırları, Doruk Yayınları, 2025
Bir Cevap Bırakın